• 201
    tut ki gecedir

    tut ki gecedir
    karanlık sıvaşır ellerine camlardan
    birden kırmızıya döner
    trafik ışıkları
    kükürtlü dumanlar yükselir
    korkuya batmış
    camkırığı adamlardan
    tehlikeye büyür sakalları

    tut ki gecedir
    ihbarlar birer sansar
    bir telefondan bir telefona atlar
    yeraltı örgütleri tetik üstünde
    adres değiştirmiş silah kaçakçıları
    fahişeler birbirinden kuşkulanıyor

    tut ki gecedir
    katiller huzursuz
    hırsızlar sinirli
    hainler ürkekçedir
    elleri telefona kendiliğinden uzanıyor
    ihanete gece müthiş bir gerekçedir
    ihbarlar birer sansar
    bir telefondan bir telefona atlar

    ihanet bir bilmecedir

    attila ilhan
  • 202
    ''ibrâhîm
    içimdeki putları devir
    elindeki baltayla
    kırılan putların yerine
    yenilerini koyan kim

    güneş buzdan evimi yıktı
    koca buzlar düştü
    putların boyunları kırıldı
    ibrâhîm
    güneşi evime sokan kim

    asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
    buhtunnasır put yaptı
    ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
    güzeller bende kaldı
    ibrâhîm
    gönlümü put sanıp da kıran kim''

    asaf halet çelebi
  • 203
    http://www.youtube.com/watch?v=ySIBQw4onlI

    vazgeçtim senden...

    bu,
    yazdıgım son satırlar sana...
    artık, ne ismim, ne şiirlerim,
    ne gölgem,çıkmayacak karşına
    hiç bir yerden...

    hiç bir sey,
    beni hatırlatan hiç bir iz kalmayacak
    ne günden, ne geceden...
    bir yaş gibi siliyorum kendimi gözlerinden...

    duymayacaksın artık,
    ne ses ne nefes,
    ne sarkı, ne sitem
    velhasıl hiç bir şey kalmayacak maziden…

    bana ait ne varsa alıp
    yarali bir güvercin gibi,
    son bir çırpınışla
    uçacagım ellerinden…

    ne lodos fırtınalarım olacak artık
    seni rıhtımalara sürüyen,
    ne de, poyrazlarımda
    acı soğuğum kalacak iliklerine dek işleyen...

    hüzünlü eylüllerimi,
    kasvetli şubatlarımı,
    kararsız mayıslarımı
    ve çorak agustoslarımı alıp gidiyorum
    bu taşı toprağı,
    havasi, suyu sen olan şehirden....

    sokak çocuklarının kocaman kara gözlerine bakıp ta,
    uzanan avuçlarina bıraktığın bozuk para misali
    verdiğin sevgiyi dağıt şimdi
    kime istersen…

    derin bir nefes gibi içine çekip
    sonra bıraktığın ben,
    vaz geçtim senden...

    hadi şimdi git,nereye gidersen
    camlarda yol gözleyen telaşli bir anne gibi
    merak eden,
    ve seni senden çok düşünen ben,
    vaz geçtim senden...

    gidiyorum,
    bu havası, suyu,
    taşı, toprağı sen olan şehirden....
    vazgeçtim senden,
    vazgeçtim senden....
  • 204
    sen benim hiçbir şeyimsin

    sen benim hiçbir şeyimsin
    yazdıklarımdan çok daha az
    hiç kimse misin bilmem ki nesin
    lüzumundan fazla beyaz
    sen benim hiçbir şeyimsin
    varlığın yokluğun anlaşılmaz

    galiba eski liman üzerindesin
    nasıl karanlığıma bir yıldız olmak
    dudaklarınla cama çizdiğin
    en fazla sonbahar otellerinde
    üniversiteli bir kız uykusu bulmak
    yalnızlığı öldüresiye çirkin
    sabaha karşı öldüresiye korkak
    kulağı çabucak telefon zillerinde

    sen benim hiçbir şeyimsin
    hiçbir sevişmek yaşamışlığım
    henüz boş bir roman sahifesinde
    hiç kimse misin bilmem ki nesin
    ne çok çığlıkların silemediği
    zaten yok bir tren penceresinde

    sen benim hiçbir şeyimsin
    yabancı bir şarkı gibi yarım
    yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
    hiç kimse misin bilmem ki nesin
    uykumun arasında çağırdığım
    çocukluk sesimle ağlayarak

    sen benim hiçbir şeyimsin

    attila ilhan

    ahmet kaya'nın yorumuyla dinlenesi, bir şarkı versiyonu da vardır bu eserin.
  • 205
    istiklâl marşı

    korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
    sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
    o benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
    o benimdir, o benim milletimindir ancak!

    çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
    kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl?
    sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
    hakkıdır, hakk'a tapan milletimin istiklal.

    ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
    hangi çılgın bana zincir vuracakmış? şaşarım!
    kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
    yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

    garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
    benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
    ulusun, korkma! nasıl böyle bir imânı boğar,
    'medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

    arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
    siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
    doğacaktır sana va'dettiği günler hakk'ın,
    kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

    bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı!
    düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
    sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
    verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

    kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
    şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
    cânı, cânânı, bütün varımı alsın da hudâ,
    etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

    rûhumun senden ilahî, şudur ancak emeli:
    değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
    bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
    ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

    o zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
    her cerîhamdan, ilâhî, boşanıp kanlı yaşım;
    fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım;
    o zaman yükselerek arşa değer belki başım!

    dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
    olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
    ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
    hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
    hakkıdır, hakk'a tapan milletimin istiklâl!

    mehmet akif ersoy

    edit: allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırtmasın.
  • 206
    “`kuşlar toplanmış göçüyorlar
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`”

    aslında son olmadığını bile bile sonbahar demek ısrarla, gidişinin ardından bakakalacağımı, yeniden dönmenin mümkün olmadığını anlamam gerektiğini kabul etmeyişim bundan mı ? kuşlar toplanmış göçüyorlar, ve ben göç yollarında izini arıyorum , bir daha. kaçıncı gidişinin hüznü bu, ve daha once geri gelişlerinde hiç bir şey olmamış gibi yeniden aşık oluşlarım sana. bir düzenimiz yoktu bizim, kuşlara inat, v şeklinde göçerdi kuşlar, sen darmadağınık giderdin, beni bırakıp soru işareti yalnızlıklara.
    her dönüşünde yenilenişin için sevseydim seni, keşke yalnız bunun için sevseydim seni, kuşlar göçsün diye ilkbaharlara.

    “`hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`”

    öylesine bakıyorum odamızın penceresinden, dört duvarı odamız haline getiren, orayı benim kılan, beni değerli kılan bir şeydin çünkü. dar bir sokağın en başında işte evimiz, yan yana bir sürü apartman, yıllar geçtikçe sıkıştırıyor insanoğlu kendini, bahçelievler artık sadece semt adı büyük şehirlerde, bahçe diye bir şey kalmadı ki hiç. yolun iki yanında sıralanmış onlarca evden birinin penceresinden uzatıyorum başımı sokağa, görüşümün yettiğince bakıyorum ardından, yürüdüğün yolları ezberliyorum, çünkü şimdi hiç bir şeyim yok akıp giden sokaktan başka. birbirine paralel giden raylar gibiydik biz de anımsıyorum, kavuşma ihtimali başkalarının tekelinde, makasları acıtan. hep sana bakıp, hiç yol alamamanın özeti miydi bu sokak, şimdi akıp giden bu sokak, aynı ben gibi, aslında hep burada, ve hiç bir yere gittiği yok aslında.

    “`seni o kadar yakından görünce,
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`”

    oysa elim ayağım birbirine dolanmıştı, seni o kadar yakından görünce. oysa hep uzaktan uzağa , hep içim otura kalka izlerdim seni ben. bu kadar beyaz mıydın gerçekten, kaç kuğu boynunda, tenin ellerimin izi kalacak diye korktuğum, dudakların iki küçük kapı sonsuzluğa açılan, gözlerinden bahsetmeye kalbim dayanmaz, derinliğinde kaybolduğum zamanların ardından, seni o kadar yakından görünce, tarifi yok artık gerisinin.bir melekle uyumanın tarifiydi çünkü, beni aşan. içimi aşan , dalgalı saçların, yüzmeyi bilmeden, boğulmaktan korkmadan. seni yüzüyorum, yüzün gülmelerimin denizi. seni o kadar yakından görünce, ardından hep kamaşık artık gözlerim, keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

    “`hızla geçen otobüslerin ardından benzeşmek...
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`”

    birbirine benzeyenler evlenir derler , ben hep otoban kenarlarında bekliyorum işte bu yüzden. yüzümde nice rüzgar otobüslerin ardında kalan. oysa tek gidişti son biletin. dönüşü olmayan bir yolun peşpeşe kalmış iki otobüsüydük belki de, arkadaki çıkmadan, öndekinin kıpırdamasına imkan olmayan. bir sıcaklıkta terliyorduk kliması bozuk tüm otobüslerin, içerde hep bir halı kokusu, durulsun artık bir yerlerinde , mola versin hayat, bir yol kenarında inelim, benzeşelim yeniden birbirimize, belki evleniriz hem, belki oda yine odamız, ev yine yuvamız olur diye, yalnızca bunun için , keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

    "`senaryocu bayanla bir bankta oturuyoruz
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    bir çocuk parkındayım, hani daha önce bahsetmiştim ya, eşzamansız iki salıncağız ankara nın en çocuk parkında. bir bankta oturuyorum, elimde okumadığım, okuyamadığım bir kitap , adlandırılamayan. yanımda senaryocu olduğunu söyleyen bir bayan, hani ben yaşadıklarımızı anlatsam film olur derdim ya, o yüzden allah tarafından yollanmış bana, anlatayım diye yaşadıklarımızın ne imkansız şeyler olduğunu, oysa okuduğum kitap adlandırılamayan, yaşadıklarım anlatılamayan, anlatılamayacak şeyler galiba, sırf bu tesadüf için sevseydim seni. sensizliğim melodram , anlatmaya hevesim yok , yaşamaya hevesim yok aslında. herkes kendi filminde başrol değil, figüran aslında, biri yazsın hikayemi, şekillendirsin beni , acılarımı, sensizliği tariff etmeye benim gücüm yetmeyecek çünkü.

    "`iyi anlarında sesin kalınlaşıyor.
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    büyümeden once, yani ergen olmadan daha, telefonlarda kız sanılan bir oğlan çocuğuydum ben, her seferinde bir yenilmişlik duygusuyla kapatırdım telefonu, “teşekkürler hanımefendi” dendikten sonra . gururuma yediremez, sesimin değişeceği, kalınlaşacağı günleri beklerdim, bir umutla. zaman geçti ben büyüdüm, sesim kalınlaştı, kimse artık kadın sanmıyordu telefonlarda, ama biliyor musun çok özlüyorum o günleri, çocukluğumu, keşke yeniden dönebilsem o günlere , ama sen öyle misin, hep güzel bir ezgiyi söylermiş gibi sesin, iyi anlarında sesin kalınlaşıyor, yüksek sesle anlatıyorsun hatta , keyifli keyifli, keşke yalnız bunun için sevseydim seni. benim sesim kısık şimdi, kendim bile duymuyorum çoğu şeyi ardından.

    "`baktım yeri toparlıyor ayak izleri
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    çamurda pes oynardık hani küçükken, büyük çiviler küçük ellerimizde, birbirimizi hapsetmeye çalışırdık çizgilerin içine. şimdi baktım yeri toparlıyor ayak izleri, bastığın yerleri dolaşıyorum ardından, ayak izlerinde kaybediyorum seni. daha kıvamlı bir şey haline geliyor sensizliğim, pes oynamaya müsait, ben pes etmeye müsaitim. çamurdan heykeller yapıyor oysa insanlar, ben hep şekilsizim ardından. üstüme başıma sıçrıyor attığım her adımda oysa benim hayat, her kaldırım taşı kırık, her yıl yeniden yapılmasına inat, ve hep altında su hazır bekliyor sanki gözlerimin. çamurda bata çıka , ayak izlerinde kaybolmak, keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

    "`eşiklere oturmuş bir dolu insan
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    aynı sokağa bakan gecekondu evler vardı benim çocukluğumda, ilk gençliğimde. evlerinin önünde eşikler , eşiklerden sokağa doğru iki ya da üç merdiven. “ iki kişi oturduğumuz eşiğe kendi başıma zor sığıyorum bugün büyüdükçe insan yalnız mı kalıyor ne” demişti sunay akın bir şiirinde. oysa eşikler en güvenilir yerleridir evlerin, depremde durulması gereken yerdir , senden sonra nice depremler içimde. ağaçlarım sular altında kaldı, yıkıldım. oysa o güzel günlerden geriye, eşiklere oturmuş bir dolu insan aklımda, keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

    "fazıl hüsnü diyor ki, ne diyor fazıl hüsnü?..
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

    ne diyor fazıl hüsnü dağlarca , derelerce, ovalarca , ne diyor ; “uzun yaşamışsın derler bana,
    bilmezler seni uzun beklediğimi...” ne çok bekledim ben seni, eksikliğinde şehirler ilçe, ilçeler köy, köyler mezra. dağlarca, ovalarca, ne demişti üstad cemal süreya ; “yalnızlık , bir ovanın düz oluşu gibi bir şey” , ne kadar haklı değil mi? hüznü-fazıl sanatının en ince şairi, büyük üstad çok yaşasın daha. keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

    "`ortaoyunumuzun dekoru bir kağıt mendil
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    ortaoyunumuzun dekoru bir kağıt mendil ben nedense hep ibiş senin yanında, yakınında. bir nejat uygur oyununun sonu hüznünü oynamaktayım hala, ve bu final sahnesinden sonra bir kağıt mendil elinde, az sonra kendini tutamayıp ağlayacaksın, dekor da ziyan olacak, ben de. ama sen ağlama, bak herkes bir yerlerde gülmekte. ben "miğferine çiçek eken asker" olurum kimi, kimi "cibali karakolu"nun emekliliği gelmiş polisi. hani gülerken birden gelip hüznün boğazında düğümlendiği bir oyunun son perdesiyim.

    "`ve konsolun üstünde noksan bir gümüş kutu
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    ve konsolun üstünde noksan bir gümüş kutu, yüzük eksik içinde. yüzük eksik içimde, parmağında değil , kutuda değil, yüzük benim cehennemimin dibinde. al yansımalarıydı oysa hayatımın. alyansım kaç liraya almıştım, ne kadar az para vardı oysa cebimde. şimdi incesini alalım sonra kalınını alırız demiştim hani, sanki ne kadar kalın olursa bizi birbirimize o kadar iyi bağlayacaktı, olmadı. şimdi konsolun üstünde noksan bir gümüş kutu, yüzük kardeşliği filminde anlamsız gözyaşlarım. “yüzüğünden öperim” derdi cemal süreya karısı zuhal’e. keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

    "`uzaklardaydın, oracıkta öbür kıtada,
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    gözden uzak olan gönülden uzak olur sözünü doğrularcasına, hep korkmuştum gitmenden ama gitmiştin diye, şimdi bu yüzden başka kıtada olsan bile benim gözümde oracıkta, şuracıkta, yanımda ve dahi içimdesin hala. uzaklaşma , ne olursun bir kez olsun, atasözlerini yalanlarcasına. keşke yalnız bu ihtimal için sevseydim seni. zaten ne demişti üstad süreya , “afrika dediğin bir garip kıta, el bilir alem bilir ki şekli bozulmasın diye akdeniz’in hala eskisi gibi çizilir haritalarda” sen afrikadasın ama ben burada yerli beyazlar arasında.

    "`ikinci bir parıltı var senin bakışlarında
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    gözlerinde oturan çocuğun elindeki gümüş ayna o sanırım ikinci parıltı, sen gülerken, seninle beraber çiçeklerin gülmesi, yoksul halkların, keşke yalnız bunun için sevseydim seni. bir parıltı her zaman gözlerimi alan benden, kör eden, ama ışığından vazgeçemeyen kelebekler gibi kendisine çeken. ne diyor yine üstad süreya “taşı onunla yıkasalar üzerinde akik biter, bakışların ki” , akik taşından mıydı sana aldığım yüzük. bakışların hep bir iz içimde, yolumu kaybedince dönüp içime bakayım diye. bir bilsem ne var senin bakışlarında, elmas tozu desem, yahut pırlanta, sevmezsin gerçi öyle pahalı şeyleri, sanırım şeker kristalleri var bakışlarında.

    "`kehanet adlı kısacık bir şiir buldum
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    “lokman şair senin hayatın / yedi kırlangıcın hayatı kadar /altısını ardı ardına yaşadın /bir kırlangıcın daha var” demiş yine üstad süreya. bindokuzyüzdoksan yılına kadar yaşadı oysa, keşke hep yaşasaydı, hep yanıbaşımızda dursaydı, seni alsaydı mesela karşısına, benim seni ne kadar sevdiğimi bir de o anlatsaydı, türk şiirinin büyük şairi, gönlü her güzelle nişanlı şairi, çapkını. belki ikna ederdi , bilemiyorum şimdi. ama yaşamalıydı, yaşasaydı şimdi şairim diye ortalarda dolaşan pek çok isim olmayacaktı, dramatik fonlara arabesk şiirler okunmayacaktı televizyonlarda. “biliyorum bu şiirin sonu çiçek diye bitecek, çiçek” diye bir kısacık kehanet şiirini de ben bulmuştum, bir sahafta , eskimiş bir kitabın yaprakları arasında. keşke yalnız bunun için sevseydim seni..

    "`yürüyoruz bütünlemeye kalmış bir sessizlikte
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    bütünlemeye almış bir sessizlik, finali geçememiş yani, finale yakışmayan bir sonuç almış bizim takım, yenilmişiz, tek isteğim beraber/e kalmamızdı oysa. yeter not alamamış bir sensizlik bu, her yerim sağır, hep bir senfoni kafamda, oda orkestrasının yalnızlık senfonisi bir bakıma. yürüyoruz, son kez aynı yolu bir arada yürüyüşümüz belki de, elini tutmaya cesaretim yok, başın hep önde, oysa benim ömrümün en dik kafalı kızıydın sen, isyancı, gözlerinde şimşeklerle yeşiller yanan. yürüyoruz, az sonra sonuna geleceğiz ilişki denen şeyin, aklım geri gitmekte.

    "`iki çay söylemiştik orda, biri açık,
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    ilişkimizin ilk kafeteryası, oysa sen çay içmezdin değil mi, ilk buluşmamız, ben iki çay deyince hani, yeni olmanın heyecanıyla , biri açık demiştin, o çay bir saat önünde beklemişti hani. sonradan öğreneceğim çay , kahve , kola içmediğini, ancak meyve suyu , varsa şeftali veya kayısı. benim gibi bir çaykolik için ne gam oysa, ama sonradan alıştık birbirimize, ben her çayla bir sigara içerdim hani, sen sigara içmek için çayı bahane ettiğimi söyler dururdun boyuna, şimdi sigarayı bıraktım, çay sürekli soğuyor her getirilişinde masama. “çay bardağı biçiminde yontulsun mezar taşım/ ve hayattan tek bir yudum dahi alamayacağım için/ üzerine bir de yatay kaşık konsun” demişti sunay akın bundan yıllar önce, sanırım makilerde.
    şekeri eksik artık içtiklerimin.

    "`uzaklara bir bakışın vardı kafeteryada
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    yine aynı kafeteryada elini tutmuştum işte ilk kez , uzaklara bir bakışın vardı, sanki afrika dibimizdeydi, çok yakındı amerika, senin baktığın yere benim gözüm yetmezdi, ömrüm yoluna sürgün, ben hep sürgün, umudu senden yana, ben elini tutuyordum oysa, senin bakılın uzaklara, ellerin elimde olduğu halde. sen bir bakınca , tüm acı çeken çocukları kucaklıyor muydun boyuna. içime bakıyorsun sanki , herkesin ortasında, şimdi ve her zaman söylediğim gibi, tavukkarası yalnızlığım. kırık kibritler ardından otomatlarda.

    "`bir şey var, ancak makilerin orda söyleyebilirim,
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    akdeniz’e inmeliyim, bir şey var, ancak makilerin orada söyleyebilirim çünkü, çünkü “bir an önce görülsün diye akdeniz , toroslarda ağaçlar hep çocuk kalır demişti sunay akın makiler için. hatta üstad süreya, bir önsöz yazmıştı şiirin bu yeni delikanlısına, trabzonlusuna, altmış iki doğumlu , ve ondan da tavşan yapma niyetli araştırmacısına. üstad sunay’ın elinden tuttu ben ise senin. cemal süreya öldü, sevda sözleri içimde asılı kaldı. makilerin orada haykırmalıyım, duysun diye akdeniz, vazgeçemediğimi senden sonra.

    "`an ki fıskiyesi sonsuzluğun
    keşke yalnız bunun için sevseydim seni`"

    an ki fıskiyesi sonsuzluğun, yokluğun, burada anmadan edemeyeceğim cemal süreya’nın en iyi arkadaşı, ve kendi ağzından üstad süreya’nın “türkiye’nin en büyük şairi” ahmed arifi..“yokluğun , cehennemin öbür adıdır, üşüyorum kapama gözlerini”.

    üşüyorum, cemal süreya öldüğünde on üç yaşındaydım,
    üşüyorum elini tuttuğumda sahi kaç yaşındaydım,
    üşüyorum bu sonsuzluğun fıskiyesinin altında.

    keşke yalnız bunun için sevseydim seni

    özgür ballı
  • 207
    akrep gibisin kardeşim,
    korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
    serçe gibisin kardeşim,
    serçenin telaşı içindesin.
    midye gibisin kardeşim,
    midye gibi kapalı, rahat.
    ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
    bir değil,
    beş değil,
    yüz milyonlarlasın maalesef.
    koyun gibisin kardeşim,
    gocuklu celep kaldırınca sopasını
    sürüye katılıverirsin hemen
    ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye.
    dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
    hani şu derya içre olup
    deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
    ve bu dünyada, bu zulüm
    senin sayende.
    ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer
    ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
    kabahat senin,
    - demeye de dilim varmıyor ama -
    kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

    nazım hikmet ran.
    http://www.youtube.com/watch?v=6N2nHOAnfSA
  • 208
    bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların
    bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur
    bunlar da saçların işte akşamdan çözülü
    bak bu sensin çocuğum enine boyuna
    bu da yatak olduğuna göre altımızdaki
    sabahlara kadar koynumda yatmışsın
    bak bende yalan yok vallahi billahi
    sen o kadar güzelsin ki artık o kadar olur

    işe bak sen gözlerin de burda
    gözlerinin ucu da burda yaşamaya alışık
    iyi ki burda yoksa ben ne yapardım
    bak çocuğum kolların işte çıplak işte
    bak gizlisi saklısı kalmadı günümüzün
    gözlerin sabahın sekizinde bana açık
    ne günah işlediysek yarı yarıya

    sen asıl bunlara bak bunlar dudakların
    bunların konuşması olur öpülmesi olur
    seni usulca öpmüştüm ilk öptüğümde
    vapurdaydık vapur kıyıya gidiyordu
    üç kulaç öteden istanbul gidiyordu
    uzanmış seni usulca öpmüştüm
    hemen yanımızdan balıklar gidiyordu.

    (bkz: cemal süreya)
    (bkz: güzelleme)
  • 209
    önce bir ellerin vardı yaşnızlığımla benim aramda
    sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar
    sonra yüzün onun ardından gözlerin dudakların
    sonra her şey çıkıp geldi

    bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde
    sen çıkardın utancını duvara astın
    ben masanın üstüne kodum kuralları
    her şey işte böyle oldu önce

    (bkz: cemal süreya)
    (bkz: önceleyin)
  • 210
    öncelikle şiir gibi edebiyat sanatının en nadide parçalarından birinin, arapçada "büyü" anlamına gelecek kadar etkili bir sanat dalının kendine şair yakıştırması yapmış bilimum insan tarafından içinin boşaltıldığını ve boşaltılmaya devam edildiğini söylemek isterim. o yüzden çok adetim değildir şiir okumak ya da yazmak. zorlama, süslü ifadeler, yapış yapış aşk tasvirleri, kalıplara sıkışık bir düzen, konu çeşitliliğinin olmayışı gibi bir çok etken beni bu türden oldukça uzaklaştırdı. ama bana derseniz ki "şiir dünyasının en delikanlı adamı kimdir?" diye... o zaman diyebileceğim tek kişi var :

    --- alıntı ---
    ilim ilim bilmektir
    ilim ilim bilmektir
    ilim kendin bilmektir
    sen kendini bilmezsin
    ya nice okumaktır
    okumaktan murat ne
    kişi hak'kı bilmektir
    çün okudun bilmezsin
    ha bir kuru emektir
    okudum bildim deme
    çok taat kıldım deme
    eğer hak bilmez isen
    abes yere yelmektir
    dört kitabın ma'nisi
    bellidir bir elifte
    sen elifi bilmezsin
    bu nice okumaktır
    yiğirmi dokuz hece
    okursun uçtan uca
    sen elif dersin hoca
    ma'nisi ne demektir
    yunus emre der hoca
    gerekse bin var hacca
    hepisinden iyice
    bir gönüle girmektir

    yunus emre

    --- alıntı ---

    yunus emre... o yılışık aşk tasvirlerini allah aşkını anlatmaya çevirmiş, duygusal yönü kadar didaktik yönü de gelişmiş, dörtlük ve hece gibi belli kalıpların dışına çıkamasa da halkın içinden halka en samimi ve dolu dolu o yazmış bana göre. iyi ki de yapmış. bu güzel sanat dalından beni tamamen uzaklaştırmadığın için teşekkürler yunus emre, nurlar içinde yat...
  • 213
    4 ocak 2014 gece yarısı itibariyle galatasaray sözlük yazarlarının şiir kulübünde paylaştığı şiirler yanında sayısıyla şu şairlere ait:

    nazım hikmet ran 16
    cemal süreya 12
    attila ilhan 8
    necip fazıl kısakürek 5
    turgut uyar 5
    onur ünlü* 4
    ismet özel 4
    neyzen tevfik 3
    özdemir asaf 3
    mehmet akif ersoy 3
    orhan veli kanık 3
    hüseyin nihal atsız 3
    can yücel 3
    faruk nafiz çamlıbel 2
    sabahattin ali 2
    oktay rıfat horozcu 2
    ilhan berk 2
    sezai karakoç 2
    serdar seren 2
    metin altıok 2
    birhan keskin 2
    william shakespeare 2
    edward estlin cummings 1
    ömer hayyam 1
    nilgün marmara 1
    behçet aysan 1
    ibrahim tenekeci 1
    taha ayar 1
    kemal sayar 1
    yahya kemal 1
    ismail ma'şûki 1
    aziz nesin 1
    füruğ ferruhzad 1
    armağan altay 1
    yusuf hayaloğlu 1
    ahmet telli 1
    mehmet salih san 1
    hatice aydoğdu 1
    ümit yaşar oğuzcan 1
    mihri hatun 1
    ülkü tamer 1
    dolunay aker 1
    bedri rahmi eyüboğlu 1
    nevzat çelik 1
    ahmet hamdi tanpınar 1
    kazak abdal 1
    adnan yücel 1
    ertuğrul sönmez 1
    necati siyahkan 1
    selçuk şen 1
    ceyhun yılmaz 1
    mahzuni şerif 1
    arkadaş zekai özger 1
    cahit sıtkı tarancı 1
    behçet necatigil 1
    aşık sefai 1
    alaeddin özdenören 1
    zülfü livaneli 1
    küçük iskender 1
    cahit zarifoğlu 1
    murathan mungan 1
    edip cansever 1
    cem karaca 1
    mevlana celaleddin rumi 1
    ömer seyfettin 1
    şükrü erbaş 1
    ahmet haşim 1
    güldane dal 1
    bertolt brecht 1
    neşet ertaş 1
    nihat behram 1
    asaf halet çelebi 1
    ceyda görk 1
    özgür ballı 1
    yunus emre 1
    ali şir nevai 1

    her dürüst gazeteci gibi istatistiği oluştururken kullandığım yolları ve çıkarımlarımı belirteyim:
    * sadece bir mısra da olsa şiirinden örnek verilmiş şairler dikkate alındı.
    * bir şiir o şairin olasa da sadece özdeşleştiği için de olsa o şairin hesabına yazıldı. (be hey dürzü)
    * aynı şiirin bir bölümü ya da tamamı farklı anlamlar ifade edebileceğinden ayrı ayrı değerlendirildi ancak tıpa tıp aynı şiirler değerlendirmeye bir kez alınd. (istiklal marşı üç kere, beklenen iki kere paylaşılmış)
    * sözlükteki imajım paylaştığım bir necip fazıl bir de atsız şiiriyle büyük doğucu, muhafazakar, türkçü karışımı.
    * cemal süreya'nın neredeyse hiçbir şiiri tamamen paylaşılmamış, kendisi dize dize konmuş. adam kartpostal şairi olmuş.
    * dağlarca, dıranas, arif nihat asya, ahmed arif, ziya gökalp, ece ayhan, külebi vb. birçok büyük şairin hiçbir şiir örneği paylaşılmamış.

    entry'i, sözlükte ilgi görüyor oluşuna sevindiğim ismet özel'in dizeleriyle sonlandırayım:

    --- alıntı ---

    yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?
    yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?
    -yaşama!
    -ya bileydim?
    yazar: mıydım
    hiç: şiir.

    --- alıntı ---
  • 214
    hiç murathan mungan paylaşılmamış oluşuna şaşırdığım kulüp.

    uzun yolları da göze alabilenlere gelsin.

    (bkz: uzun yolları da göze alabilen bir dostluk)

    ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk,
    arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz?
    akşamüstünün bir saatinde,
    yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz,
    omzumuza dolanan bir kolun,
    başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun,
    belimizi kavrayan bir elin,
    uzun yollara dayanıklı aşkların sahibi karşımıza çıktığında
    tanıyabiliyor muyuz onu, değerini biliyor,
    biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz?

    yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp
    kendimizi hep ilerde
    birgün karşılacağımızı sandığımız bir başkasına
    bir yenisine ertelerken
    hayat yanımızdan geçip gidiyor mu?

    karşımıza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına
    sürerken bir gün
    geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?
    hayat her zaman cömert davranmaz bize,
    tersine çoğu kez zalimdir.
    her zaman aynı fırsatları sunmaz,
    toyluk zamanlarını ödetir.
    hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların,
    eskitmeden yıprattığımız dostlukların,
    savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla
    yapayalnız kalırız bir gün

    bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz,
    ya da olanlar olması gerekenler değildir.
    yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz,
    gün gelir hayatımızdan kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir...

    kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki
    olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak.
    bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün' geçmişte kalmıştır oysa;
    hani şu karşıdan karşıya geçerken trafik ışıklarında rastladığımız ,
    omzumuzun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip
    'nasıl olsa ileride bir gün tekrar karşıama çıkar'
    dediğinizdir.

    oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir o;
    boş yere bu sokaklarda aranırsınız...

    edit: murathan mungan daha önce paylaşılmış olup tamamen benim yanlış okumamdan kaynaklı bir uydurma söz konusu olmuş. uyaran arkadaşlara teşekkür ediyorum.
  • 216
    (bkz: #1626478) o zaman şu listeye bir de aşık gülabi ekleyelim. bizim oralardan* çıkan en güzel şeylerden(u: nasıl en güzel olmasın eşşek diyicem şimdi :(), modern çağın halk ozanı... kalem seni parça parça kırarım demiş ne güzel demiş:

    neyin var da bugün niye yazmıyon?
    kalem seni parça parça kırarım
    heç mi benim hallarımı sormuyon?
    kalem seni parça parça kırarım.

    mutluluk okuyan ozan da sensin
    kader çizgisini bozan da sensin
    koç yiğide idam yazan da sensin
    kalem seni parça parça kırarım.

    kötülük yazdıran yüce ilahsın
    cahilin başında sahte külahsın
    yobazın elinde korkunç silahsın
    kalem seni parça parça kırarım.

    bir çizginle nice yuva yıktırdın
    örgenimi özcanımdan bıktırdın
    kimisini hapislere tıktırdın
    kalem seni parça parça kırarım.
  • 217
    faruk nafiz'in en sevdiğim 2 şiirinden biridir sanat ve gördüğüm kadarıyla paylaşılmış. arkadaş, şiir sevip de han duvarları'nı bilmeyen olmaz demiş, belli mi olur? bilmeyen varsa hizmet edelim biz de.
    ne zaman şehirlerarası yolculuk yapsam, mola yerinde yalnız başına takıldığımda bu şiir gelir aklıma. edebiyat tarihimizdeki tüm şiirler silinecek, yalnızca 5 şiir kalacak deseler; kalmasını kesinlikle isteyeceğim bir şiirdir.
    lisedeyken bunu ezberletmeyi bir ceza olarak önümüze sürdüklerinden hep bir soğuk bakardık hem han duvarları'na, hem de şiire. eğitim sistemimiz ne kadar yanlış, görüyoruz...

    yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç sakladı
    bir dakika araba yerinde durakladı
    neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
    gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
    gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya,
    ulukışla yolundan orta anadolu'ya
    ilk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
    yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
    gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
    arkada zincirlenen yüksek toros dağları,
    önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
    sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...

    ellerim takılırken rüzgarların saçına
    asıldı arabamız bir dağın yamacına,
    her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
    yalnız arabacının dudağında bir ıslık
    bu ıslakla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
    uykuya varmış gibi görünen yılan yollar.
    başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
    gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
    serpilmeye başladı bir rüzgâr ince ince,
    son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
    nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi
    yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi
    gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine
    yol, hep yol, daima yol... bitmiyor düzlük yine.
    ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali
    sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
    arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan
    bozuk düzen taşların üstünde tıkırdayan
    tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
    uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
    kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
    uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.

    bir sarsıntı... uyandım uzun süren uykudan;
    geçiyordu araba yola benzer bir sudan
    karşıda hisar gibi niğde yükseliyordu,
    sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu;
    agır agır önümden geçti deve kervanı,
    bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
    alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
    atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
    bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
    toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
    bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı
    gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı,
    bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
    göğüsler çekilerek nefesler daralıyor,
    şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
    heryüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı,
    gitgide birer ayet gibi derinleştiler
    yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler...
    yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
    üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
    fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
    aygın baygın maniler, açık saçık resimler...

    uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
    kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
    birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
    bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı
    ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
    raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;

    "on yıl ayrıyım kınadağı'ndan
    baba ocağından yar kucağından
    bir çiçek dermeden sevgi bağından
    huduttan hududa atılmışım ben"

    altında da bir tarih. sekiz mart otuz yedi...
    gözüm imza yerinde başka ad görmedi
    artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş!
    ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
    araya gitti diye içlenme baharına,
    huduttan götürdüğün şan yetişir yarına!

    ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk
    soğuk bir mart sabahı... buz tutuyor her soluk
    ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
    arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri
    bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
    höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
    yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
    bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar
    biz bu sonsuz yollarda varıyoz, gitgide,
    iki dağ ortasında boğulan bir geçide
    sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
    geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden
    ardımda kalan yerler anlaşırken baharla
    önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla
    bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu
    burada son fırtına son dalı kırıyordu
    yaylımız tükenirken yolları aynı hızla
    savrulmaya başladı karlar etrafımızda
    karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
    kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
    gönlümde can verirken köye varmak emeli
    arabacı haykırdı "işte araplıbeli!"
    tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
    biz menzile vararak atları çektik hana.

    bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
    kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş
    çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor
    kimi haydut kimi kurt masalı anlatıyor
    gözlerime çökerken ağır uyku sisleri
    çiçekliyor duvarı ocağın akisleri
    bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
    kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor:

    "gönlümü çekse de yarin hayali
    asmaya kudretim yetmez cibali
    yolcuyum bir kuru yaprak misali
    rüzgarın önüne katılmışım ben"

    sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı
    güneşli bir havada yaylımız yola çıktı
    bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
    ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde
    uzun bir yolculuktan sonra incesu'daydık
    bir han yorgun argın tatlı bir uykudaydık
    gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım
    başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!

    "garibim namıma kerem diyorlar
    aslı'mı el almış haram diyorlar
    hastayım derdime verem diyorlar
    maraşlı şeyhoğlu satılmış'ım ben"

    bir kitabe kokusu duyuluyor yazında
    korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında
    ey maraşlı şeyhoğlu, evliyalar adağı!
    bahtına lanet olsun aşmadıysan bu dağı!
    az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
    post verenler yabanın hayduduna kurduna!

    arabamız tutarken erciyes'in yolunu,
    "hancı, dedim, bildin mi maraşlı şeyhoğlu'nu?"
    gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
    dedi:
    "hana sağ indi ölü çıktı geçende!"

    yaşaran gözlerimde her sey artık değişti
    bizim garip şeyhoğlu buradan geçmemişti...
    gönlümü maraşlı'nın yaktı kara haberi.

    aradan yıllar geçti, işte o günden beri
    ne zaman yolda bir han raslasam irkilirim,
    çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim
    ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar
    dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
    ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
    ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!...
  • 219
    bakışlarındaki dinginliği gel göğsüme sor
    taçsız kral şutu misali,delip geçiyor yüreğimin ağlarını.

    ne zaman aklıma gelsen
    hagi'yi görüyorum elinde kupayla
    drogba parçalıyı geçiriyor omuzlarına
    sneijder karların üzerine atıyor kendini
    büyük hakan havada 5 saniye asılı kalıyor
    kewell koridor yapıyor sol kanadımı
    fonda çocukluk aşkımsın çalıyor.

    yüzün popescu'nun penaltısı,
    yüzün jardel'in altın golü,
    yüzün mondragon'un gözyaşı,
    yüzün gerets'in kanı.
  • 220
    biraz değiştim,
    her şey kadar, herkes kadar, sen kadar…
    değiştim,
    unutamadığım sözlerinin arasında sıkışıyorum,
    bir yanım kendimi kolluyor bir yanım seni
    ben benimle savaşıyorum,
    seninle değil!
    sonucu kılıcı kuşananından belli olan bir savaşın
    ne kazanabileni ne de kaybedeniyim,
    sorun değil!

    elbet alışırım,
    biraz alıştım,
    her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
    alıştım,
    varlığını istemediğim tüm eksik yanlarıma,
    ve çokluğunu da yokluğunu da istemediğim bu iki arada bir derede duyguya alışıyorum,
    bir yanım bırak diyor bir yanım –ma,
    kesin değil!

    henüz tanıştım,
    her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
    tanıdığımı sandığım bana daha da yakınım artık,
    duvarlara anlatırken öğrendiklerim kendi hakkımda,
    ve aynalara ağlarken gördüklerim kendi tarafımda…
    bir yanım memnun oldum diyor, bir yanım tanıyamadım daha,
    samimi değil!

    bir hayli kırıldım,
    her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
    canıma batan her halin felç gibi indi bedenime,
    gözlerimden tut da ciğerime kadar kırgınım!
    aslında ne sana, ne olanlara…
    kendime kırgınım…
    maziye hiç değil, an’a kırgınım.
    anlatamadığım, anlayamadığım masalların bana yaptıklarına,
    dinlediğim şarkılarda bana seni anlatan şarkıcılara,
    beni anlamadığın kelimelerin bana her şeyi anlatıyor gibi geliyor oluşlarına…
    bir hayli kırgınım…
    beni ben kırdım oysa,
    iyi değil!

    galiba yoruldum,
    her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
    kendime kalbimi kanıtlamaktan,
    ve kanıtladığıma kendimi inandırmaktan,
    ve dahası kocaman bir sahada tek başına koşmaktan yoruldum!
    aslında ne pişmanım ne de pes ediyorum,
    sadece beni kaybettikçe seni kaybediyorum,
    şu kalp denen, beni bana sorgulatıyor artık,
    ki seni sorgulamamasını nasıl beklerim,
    toprağa bakan yanım senden zaten ayrı,
    sana bakan yanımsa toprakla aynı,
    ne yaparsan yap gördüğünün seni görmesini bekleyemezsin,
    gözlerim yorgun, dudaklarım hissiz,
    dokunulmadan geçen yıllar bana ağır,
    sarılmadan geçip giden uğurlamaların kavuşmaları hep beklentisiz,
    söyleyemediklerini söylesen de şimdi, sesine aşina yanım onca sessizlikten sonra artık sağır!
    isteyerek değil!

    çok çalıştım,
    paylaştığımız hayatımızda bıraktığın onca üstü kapalı “git” izine,
    beni yerle bir eden kendince açık olan her tepkine,
    ve bence bana tanımadığım bir adamı göstermene rağmen,
    gitmek için, bitmek için, sana huzur vermek için çok çalıştım,
    daha önce de gitmiştim, kendi isteğimle!
    anladım ki daha önce sevmemiştim,
    çok çalıştım inan,
    değişen yanımın aslında hep aynı olduğunu göstermeye,
    her defasında daha da tozlaşan canımı kırmadan korumaya,
    ve alışmaya kendime, bu göz gözü görmez dumanlı halime,
    çok alışmaya çalıştım hem de,
    tanıştım seninle doğan yanımla da ölen yanımla da,
    birini yaşattım, yaşatıyorum da hala ama diğerinin ölmesine engel olamıyorum da!
    yorulmak dinlenmekle geçmiyor,
    an be an çöküyor insanın içindeki güç,
    işığı sönüyor, beyaza dönüyor rengi gitgide, hissizleşiyor,
    ne yormak istedim seni ne de yormak kendimi,
    çok çalıştım,
    gitmeye de kalmaya da,
    ikisi de aynı acı,
    kolay değil!

    çisel onat
  • 222
    lisede makara olsun diye okulun panosuna astığımız bir şiir vardı. üstünden 7-8 sene geçmiş ama hala aklımda. şiirden önce hikayesini de verdim ki yanlış anlaşılma olmasın *

    --- alıntı ---

    aşağıdaki şiir, edebiyat tarihimizin saygın şahsiyetlerinden sümbülzade vehbi efendi’nin müstesna bir eseridir. şiirin hikayesi ise şöyle: bir gün padişah vehbi efendi’yi yanına çağırır ve: “bana öyle bir şiir yaz ki bir mısrasını okuyunca içimden seni öldürmek, bir sonrakini okuyunca ise ödüllendirmek gelsin” der. ve işte sonuç aşağıda:

    azm-u hamam edelim, sürtüştürem ben sana,

    kese ile sabunu, rahat etsin cism-u can.

    * * *

    lal-u şarap içurem ve ıslatıp geçirem,

    parmağına yüzüğü, hatem-i zer drahsan.

    * * *

    eğil eğil sokayım, iki tutam az mıdır?

    lale ile sümbülü kakülüne nevcivan.

    * * *

    diz çökerek önüne ılık ılık akıtam,

    bir gümüş ibrik ile destine ab-i revan.

    * * *

    salınarak giderken arkandan ben sokayım,

    ard eteğin beline, olmasın çamur aman.

    * * *

    kulaklarından tutam, dibine kadar sokam,

    sahtiyenden çizmeyi, olasın yola revan.

    * * *

    öyle bir sokayım ki, kalmasın dışarda hiç,

    düşmanın bağrına, hançerimi nagehan.

    * * *

    eğer arzu edersen, ben ağzına vereyim,

    yeter ki sen kulundan lokum iste her zaman.

    * * *

    herkese vermektesin, bir de bana versene,

    avuç avuç altını, olsun kulun şaduman.

    * * *

    sen her zaman gelesin, ben vehbi’ye veresin,

    esselamun aleyküm ve aleykümselam.

    --- alıntı ---
  • 223
    timur, şiraz'ı fethedince adet olduğu üzere halk vergiye bağlanmış ve hâfız da bu durumdan nasibini almıştı. maddî durumu iyi olmayan hâfız, üzerine düşen en az bir vergiyi bile kaldırabilecek durumda değildi. bu sebeple hâlini arz etmek için timur'un sarayına gitti. âlim ve sanatkârlara ilgisiyle bilinen timur, durumunu anlatan hâfız'a onun şiiriyle karşılık verdi:

    "eğer o şirazlı türk gönlümüzü esir alırsa
    yanağındaki siyah ben için semerkand ve buhara'yı bağışlarım"

    kendi mısralarını timur'un ağzından duyan hâfız, biraz da şaşırmış hâlde bakarken timur kendisine şu soruyu sordu:
    "yârinin bir beni için semerkand ve buhara'yı veren insan nasıl olur da fakir olur?"
    hâfız şöyle cevap verdi:
    "biz aşk yolunda bu kadar cömert olduğumuz için böyle fakir düştük hünkârım."
    bu cevap timur'un çok hoşuna gitmiş ve hâfız'dan vergiyi kaldırmış.
App Store'dan indirin Google Play'den alın