217
faruk nafiz'in en sevdiğim 2 şiirinden biridir sanat ve gördüğüm kadarıyla paylaşılmış. arkadaş, şiir sevip de han duvarları'nı bilmeyen olmaz demiş, belli mi olur? bilmeyen varsa hizmet edelim biz de.
ne zaman şehirlerarası yolculuk yapsam, mola yerinde yalnız başına takıldığımda bu şiir gelir aklıma. edebiyat tarihimizdeki tüm şiirler silinecek, yalnızca 5 şiir kalacak deseler; kalmasını kesinlikle isteyeceğim bir şiirdir.
lisedeyken bunu ezberletmeyi bir ceza olarak önümüze sürdüklerinden hep bir soğuk bakardık hem han duvarları'na, hem de şiire. eğitim sistemimiz ne kadar yanlış, görüyoruz...
yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç sakladı
bir dakika araba yerinde durakladı
neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya,
ulukışla yolundan orta anadolu'ya
ilk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
arkada zincirlenen yüksek toros dağları,
önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
ellerim takılırken rüzgarların saçına
asıldı arabamız bir dağın yamacına,
her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
yalnız arabacının dudağında bir ıslık
bu ıslakla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
uykuya varmış gibi görünen yılan yollar.
başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
serpilmeye başladı bir rüzgâr ince ince,
son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi
yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi
gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine
yol, hep yol, daima yol... bitmiyor düzlük yine.
ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali
sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan
bozuk düzen taşların üstünde tıkırdayan
tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
bir sarsıntı... uyandım uzun süren uykudan;
geçiyordu araba yola benzer bir sudan
karşıda hisar gibi niğde yükseliyordu,
sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu;
agır agır önümden geçti deve kervanı,
bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı
gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı,
bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
göğüsler çekilerek nefesler daralıyor,
şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
heryüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı,
gitgide birer ayet gibi derinleştiler
yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler...
yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı
ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"on yıl ayrıyım kınadağı'ndan
baba ocağından yar kucağından
bir çiçek dermeden sevgi bağından
huduttan hududa atılmışım ben"
altında da bir tarih. sekiz mart otuz yedi...
gözüm imza yerinde başka ad görmedi
artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş!
ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
araya gitti diye içlenme baharına,
huduttan götürdüğün şan yetişir yarına!
ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk
soğuk bir mart sabahı... buz tutuyor her soluk
ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri
bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar
biz bu sonsuz yollarda varıyoz, gitgide,
iki dağ ortasında boğulan bir geçide
sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden
ardımda kalan yerler anlaşırken baharla
önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla
bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu
burada son fırtına son dalı kırıyordu
yaylımız tükenirken yolları aynı hızla
savrulmaya başladı karlar etrafımızda
karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
gönlümde can verirken köye varmak emeli
arabacı haykırdı "işte araplıbeli!"
tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
biz menzile vararak atları çektik hana.
bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş
çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor
kimi haydut kimi kurt masalı anlatıyor
gözlerime çökerken ağır uyku sisleri
çiçekliyor duvarı ocağın akisleri
bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor:
"gönlümü çekse de yarin hayali
asmaya kudretim yetmez cibali
yolcuyum bir kuru yaprak misali
rüzgarın önüne katılmışım ben"
sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı
güneşli bir havada yaylımız yola çıktı
bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde
uzun bir yolculuktan sonra incesu'daydık
bir han yorgun argın tatlı bir uykudaydık
gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım
başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
"garibim namıma kerem diyorlar
aslı'mı el almış haram diyorlar
hastayım derdime verem diyorlar
maraşlı şeyhoğlu satılmış'ım ben"
bir kitabe kokusu duyuluyor yazında
korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında
ey maraşlı şeyhoğlu, evliyalar adağı!
bahtına lanet olsun aşmadıysan bu dağı!
az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
post verenler yabanın hayduduna kurduna!
arabamız tutarken erciyes'in yolunu,
"hancı, dedim, bildin mi maraşlı şeyhoğlu'nu?"
gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
dedi:
"hana sağ indi ölü çıktı geçende!"
yaşaran gözlerimde her sey artık değişti
bizim garip şeyhoğlu buradan geçmemişti...
gönlümü maraşlı'nın yaktı kara haberi.
aradan yıllar geçti, işte o günden beri
ne zaman yolda bir han raslasam irkilirim,
çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim
ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar
dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!...
ne zaman şehirlerarası yolculuk yapsam, mola yerinde yalnız başına takıldığımda bu şiir gelir aklıma. edebiyat tarihimizdeki tüm şiirler silinecek, yalnızca 5 şiir kalacak deseler; kalmasını kesinlikle isteyeceğim bir şiirdir.
lisedeyken bunu ezberletmeyi bir ceza olarak önümüze sürdüklerinden hep bir soğuk bakardık hem han duvarları'na, hem de şiire. eğitim sistemimiz ne kadar yanlış, görüyoruz...
yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç sakladı
bir dakika araba yerinde durakladı
neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya,
ulukışla yolundan orta anadolu'ya
ilk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
arkada zincirlenen yüksek toros dağları,
önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
ellerim takılırken rüzgarların saçına
asıldı arabamız bir dağın yamacına,
her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
yalnız arabacının dudağında bir ıslık
bu ıslakla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
uykuya varmış gibi görünen yılan yollar.
başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
serpilmeye başladı bir rüzgâr ince ince,
son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi
yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi
gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine
yol, hep yol, daima yol... bitmiyor düzlük yine.
ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali
sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan
bozuk düzen taşların üstünde tıkırdayan
tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
bir sarsıntı... uyandım uzun süren uykudan;
geçiyordu araba yola benzer bir sudan
karşıda hisar gibi niğde yükseliyordu,
sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu;
agır agır önümden geçti deve kervanı,
bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı
gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı,
bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
göğüsler çekilerek nefesler daralıyor,
şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
heryüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı,
gitgide birer ayet gibi derinleştiler
yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler...
yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı
ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"on yıl ayrıyım kınadağı'ndan
baba ocağından yar kucağından
bir çiçek dermeden sevgi bağından
huduttan hududa atılmışım ben"
altında da bir tarih. sekiz mart otuz yedi...
gözüm imza yerinde başka ad görmedi
artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş!
ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
araya gitti diye içlenme baharına,
huduttan götürdüğün şan yetişir yarına!
ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk
soğuk bir mart sabahı... buz tutuyor her soluk
ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri
bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar
biz bu sonsuz yollarda varıyoz, gitgide,
iki dağ ortasında boğulan bir geçide
sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden
ardımda kalan yerler anlaşırken baharla
önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla
bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu
burada son fırtına son dalı kırıyordu
yaylımız tükenirken yolları aynı hızla
savrulmaya başladı karlar etrafımızda
karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
gönlümde can verirken köye varmak emeli
arabacı haykırdı "işte araplıbeli!"
tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
biz menzile vararak atları çektik hana.
bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş
çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor
kimi haydut kimi kurt masalı anlatıyor
gözlerime çökerken ağır uyku sisleri
çiçekliyor duvarı ocağın akisleri
bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor:
"gönlümü çekse de yarin hayali
asmaya kudretim yetmez cibali
yolcuyum bir kuru yaprak misali
rüzgarın önüne katılmışım ben"
sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı
güneşli bir havada yaylımız yola çıktı
bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde
uzun bir yolculuktan sonra incesu'daydık
bir han yorgun argın tatlı bir uykudaydık
gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım
başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
"garibim namıma kerem diyorlar
aslı'mı el almış haram diyorlar
hastayım derdime verem diyorlar
maraşlı şeyhoğlu satılmış'ım ben"
bir kitabe kokusu duyuluyor yazında
korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında
ey maraşlı şeyhoğlu, evliyalar adağı!
bahtına lanet olsun aşmadıysan bu dağı!
az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
post verenler yabanın hayduduna kurduna!
arabamız tutarken erciyes'in yolunu,
"hancı, dedim, bildin mi maraşlı şeyhoğlu'nu?"
gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
dedi:
"hana sağ indi ölü çıktı geçende!"
yaşaran gözlerimde her sey artık değişti
bizim garip şeyhoğlu buradan geçmemişti...
gönlümü maraşlı'nın yaktı kara haberi.
aradan yıllar geçti, işte o günden beri
ne zaman yolda bir han raslasam irkilirim,
çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim
ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar
dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!...