• 127
    galatasaraylılık, küçükken oynanan evcilik oyunlarında hakan şükür'ün karısı olmak için kuzeninle kavga etmektir. koluna taktığın sarı-kırmızı iplerden yapılmış bilekliği ( o zamanlar galatasaray store filan yoktu varsa da biz bilmezdik) banyo yaparken annenin çıkar kızım ısrarlarına rağmen çıkarmamaktır. uefa kupasının anlamını dahi bilmeden deliler gibi kupa aldığımıza sevinmektir. sami yen de son sezon deyip birikmiş kredi kartı borcuna rağmen öğrenci halinle düşünmeden eski açıktan kombine almaktır. ve daha bir sürü güzel anlamı vardır bu duygunun...
  • 130
    öğrenci evinde bambaşkadır.

    * aynı anda 20-25 parçalı aslanla 37 ekran televizyonda maç izlemektir.
    * gol sevincinin akabinde, insanın kendisini evin olmadık yerlerinde bulmasıdır.
    * ders çalışırken durduk yere dile dolanan nevizade'ye yan odalardan eşlik gelmesidir.
    * dişinden tırnağından artıkdıklarınla evin baş köşesine yeni sezon parçalısını asmaktır.
    * sınav haftası, ev ahalisiyle mabed'e kaçmaktır.

    ayrıca;

    elde arslan formalar, store'dan çıkarken:

    - sigara var mı beyler?
    + yok vallahi.
    - 1,5 liram var, siz de verin birşeyler de şuradan alalım.
    + o da yok.
    - ayın kaçı bugün?
    + 10'u.
    - o zaman, sarıııı!
  • 133
    son yaşanan olaylar ışığında bir kez daha gündeme gelmesi gereken konudur galatasaraylılık.

    köklerini aldığı lisesi ve kültürüyle, kuruluş amacıyla ve geçmişiyle çok farklıdır galatasaray. galatasaray asalettir, ruhtur, kültürdür. geçmişten gelir ve geleceğe uzanır. geleceğe uzanabilmesi öncelikli hedeftir. sportif başarılar, yapılan sükseli transferler, 55.000 kişilik stad sadece aperatiftir, aslolan her zaman bu kültürü korumak ve gelecek nesillere bırakabilmektir.

    taraftar her daim başarı bekler, hep yenmek ister ezeli rakiplerini. bazılarınca her yol mübahtır bunun için, bazıları ise kendi çizgilerinden ödün vermezler. biz ikinci şık olduk hep geçmişte. hep galatasaraylı olarak kazandık başarılarımızı ve hep gerçek bir galatasaraylı gibi, ali sami yen gibi metin oktay gibi hareket etmeye çalıştık. bunun için hep kıskanıldık ve hep aşağıya çekilmeye çalıştık. başarılı olmak veya olmamak değildi mesele, mesele o kültüre sahip olabilmekti.

    osmanlının çöküş döneminde ayakta kalabilmek için verdiği kapitülasyonlar çöküş dönemini hızlandırmış ve içerde karışıklıklara neden olmuştur. kendi özüne dönmektense her zorda kalındığında bir şeyler feda edilmiş ve geçici pansumanlar yapılmıştır. ama uzun vadede bunlar osmanlıyı birarada tutan değerleri bitirmiş bu da çöküşe neden olmuştur.

    galatasaray şu anda bir yol ayrımında. ya popülist yönetimlerle kültürümüzden, ananelerimizden uzaklaşıp sıradanlaşacağız ya da köklerimize daha sıkı sarılıp geleceğimizi kurtaracağız.

    bu yapılan transferler, verilen beyanatlar, atılan adımlar sonuçlarıyla değil, şekilleri itibarıyla bize, galatasaraylılığa yakışmıyor. yitip gitmeden değerlerimiz, sahip çıkmamız gerek geçmişimize, galatasaraylılığımıza.

    isimler önemli değildir. galatasaray bir his takımıdır. o ruhu günlük başarılar için kaybedersek, sokayım şampiyonluğuna, olmasakta olur. ben kupalarına değil, galatasaraylılığına vuruldum bu renklerin. bana o ruhu geri verin, başka ihsan istemez.
  • 136
    buradaki bütün arkadaşlarım gibi içime çok küçük yaşlarda işledi galatasaray sevdası. tabi bunda en büyük pay-allah razı olsun- babamındır. her akşam eve geldiğinde haliyle atlardık kucağına. bazı akşamlar, hayatında ağzına sigara sürmeyen babamın üstünde, normalde beni aşırı derecede rahatsız etmesi gereken boyutta sigara kokusu olurdu. ama rahatsız etmezdi... çünkü hiç umrumda olmazdı o koku. babam eve gelmiş, koku falan nereden gelecek aklıma? ne cebinden çıkaracağı çikolata gelirdi aklıma, ne de plastik kola şişesinden yaptığımız kumbaraya atacağı bir avuç bozuk para, ne de o koku... çok küçük yaşlarda umrumda olmayan bu koku, bir zaman sonra anlam kazanmaya başladı. bu galatasaray'ın kokusuydu çoğu zaman... ''sigara kokusu mu?'' - evet sigara kokusu! galatasaray için gittiğin kahvede üstüne siner bu koku. bu koku öyle bir koku ki, oğlun alır bu kokuyu, onun da içine siner... üstüne değil! içine...

    hayal meyal hatırladığım zamanlarda, içime işleyen tek şey bu koku değildi tabi. galibiyet sevinci ile eve geldiğinde, beni kucağına alıp, yüzüme sarı-kırmızı dünyasının sevinçlerini haykıran büyük galatasaraylı'nın hisleri de içime perçin olmuştu bu sevgi için. biraz daha büyüdüğümde daha fazla anlam kazanmaya başladı her şey. isimler duymaya, topçular tanımaya başladım. artık, bir kutsal gibi bahsedilen metin'i, kral tanju'yu, uğur'u, prekazi'yi, fatih'i, derwall'i tıpkı babam gibi hayatıma işler oldum. daha sonraki sürece daha aklıbaşında tanıklık etmeye başladım. daha da büyüdü içimdeki ateş. daha da... ve daha da...

    bir zaman sonra...
    annem ne kadar istemese de, benim gözyaşlarım galip çıktı sigara dumanı altında, bu duman ile sararmış duvarlar arasında, kahvenin ortasında çatırdayarak yanan sobanın bilemediğim bir noktasında takımımı izlemeye. o zaman anladım işte o kokunun bir nevi galatasaray'ın kokusu olduğunu. daha önce babamın üzrinden ödünç aldığım kokunun tam merkezindeydim, ve doyasıya çektim. galatasaray'ın galibiyeti ile çıktığımız o kahveden, babamın yol boyunca el ense şakalarına maruz kaldım. sonradan fark ettim ki, galibiyetin sevincine eklenen bir duygunun daha yansıması vardı babamın yüzünde. evde izlenilen maçlardan başka olarak ilk defa paylaşmıştık bu anı, ilk defa babamın o kahvede yaşadığı bir gol sevincinde yanındaki bendim. oğluydu...

    daha sonra...
    kahvedeki maçları izlemeye tek gitmeye başladım. tek gitme sebebim babamın çalışırken evin yakınındaki kahveye yetişmeyip başka yerde izlemesiydi... yanımda arkadaşlarım da oluyordu bu zamanlarda. babamı tanıyan kahvehane sahibi bana ayrıcalıklı davranarak içeri aldı ilk tek gidişimde. içeride beş dakika durabildim yalnızca. kahvehanenin sahibi tarafından cama gerilen yeşil masa örtüsünün, sigara ile yanmış boncuk kadar deliklerine denk gelen yerde gözünü cama yapıştıran arkadaşlarımın yanına çıktım. ben de kendime bir sigara yanığı buldum, ve soğuk cama gözümü yasladım. açılan kapıdan dışarıya çıkan ''siğdiiir'' * sesinin sahibi kahvehane sahibinin sert ifadesi, diğer çocuklar arasında beni görünce, ne ara dışarı çıktığımın cevapsızlığı ile karışmış ve beni içeriye çağıran bir ifadeye dönmüştü ki bu daveti geri çevirdim. o içeriye girdikten sonra, duruma alışkın olan bütün arkadaşlarım, boncuk kadar deliklerine geri döndüler. ve tabi ben de... sonra babamın olmadığı günlerdeki bütün maçlar böyle geçti. tabi belli bir zamana kadar.

    büyür gibi olduk...
    artık maçlara arkadaşlarımla gidebiliyordum. cebimizdeki bozuk ve maç için yetersiz paraları verip, kahvehane sahibinin arkadaşlarıma yöneltmediği ''siğdiir''i, ''kabul''sayıyor ve maçları o boncuk kadar deliklerimizi, bizden ufaklara devrederek içeride seyrediyorduk. o sigara dumanını babam yokken de içime çekmeye başlamıştım yani. hala daha sigara içemeyen biri olmam enteresan gelir maç izlediğim o arkadaşlarıma. hepsi içmeye başladılar bir zaman sonra. ama ben sigara dumanını değil, galatasaray'ı çekiyordum içime. bana duman değil, galatasaray bağımlılık yaptı. onlar da benim kadar galatasaraylı arkadaşlar, ama onlar sigarayı ayrı, galatasaray'ı ayrı çekiyorlardı sadece. ben harmanlayıp, adını ''galatasaray'' koyduğum şeyi çektim daima.

    biraz daha büyüdük...
    maçlara tam para vermeye, arada çayımızı söyleyip maç izlemeye başladık. kahvehane sahibi veli abi'nin isimlerimizle hitap etmeye başladığı zamanlar geldik. bütün arkaşlarıma ortak bir kelime ile ''siğdiir'' diye seslenen veli abi, artık hepsine ayrı ayrı, hüviyetlerindeki isimlerini kullanmaya başladı. artık ''siğdiir'' kendisi ile şakalaşacak boyuta gelen gençlere savurduğu bir hoş kelam idi. artık gollerimize, kahvenin ortasında, yayıla yayıla, bağıra bağıra seviniyorduk. hem de sıcacık ortamda...

    tam olduk en sonunda...
    babamın maçları kaçırmadığı bir iş düzenine sahip olmasından sonra, hemen hemen hiçbir maçı kaçırmaz olduk. kaçırmaz olduk derken, beraber izlemeyi kaçırmaz olduk. zaten kaçırmıyorduk... ben her maçı babamla izlemek zorundaymışım gibi hissettim hep, hala da öyledir. bütün maçları beraber izliyor, kahveden eve gelene kadar ya küfürler ediyoruz beraber ya da sevinç kahkahaları atıyoruz. bu dönemin, hatta kahvede maç izleme kültürümüzün sonu da bir fenerbahçe maçına denk gelir. kadıköy'de 2-1 kaybettiğimiz bir fener maçında, hakem hatasıyla sinirden kendimizden geçmiştik babamla. o bir ediyordu, ben iki ekliyordum arkasına. kahvede çıt yok, herkes bizi dinliyor. fenerli eniştem golün sevincini unutup beni sakinleştirmek için uğraşırken, babamı biriyle tartışırken gördüm, kanın beynime sıçramasını tam anlamıyla yaşadım, döndüm ve aynı sessizliğin içinde adamın sesini maç sonuna kadar kesecek küfürü bastım, üzerine yürürken, eniştemin on dakika sakinleştirmeye çalıştığı ben, babamın ağzından çıkan iki kelime ile yerime oturdum. ''otur yerine!'' çok uzun sürmedi zaten oradan çıkışımız. o günden sonra babamın dışarıda maç izlemesini istemediğimden eve taşıdık maç zevkimizi. ve kapattık veli abi'nin kahvesindekii yerimizi.

    bunca sene zarfında stattaki yerlerimizi de aldık ara ara. ilk maça gittiğimde dokuz yaşında idim. daha sonra da gitmeye çalıştık elimizden geldiğince. öyle iki kişi, her maça gitmek zordu biraz. fazlası lükse kaçıyordu açıkcası. ama ne sami yen'den mahrum bıraktı babam beni, ne tükürük köftesinden, ne mecidiyeköy'ü saran kokusundan ne de galatasaray'dan... kendisi aşıladığı bu sevdadan uzaklaşmamam için ne gerekiyorsa yaptı. ve artık fırsat buldukça ben götürüyorum kendisini maçlara. büyük bir zevk bu... sanki onun bana aşıladığı galatasaray sevdasının, nasıl aşılandığının stajını yapıyorum yanında. sanki evladıma bu aşkı nasıl aşılayacağımı öğretiyor bana. daha çok maçlara gitmeyi umuyorum onunla.

    şimdi dönüp bakıyorum bunca seneye, ve düşünüyorum ''galatasaraylıklık benim için nedir?''diye.

    galatasaraylılık;
    babamın eve getirdiği sigara kokusu...
    o sigaranın masa örtüsünde açtığı boncuk kadar bir delik...
    o delikten gözün gördüğü iki renk...
    o renklere evsahipliği yapan bir mabed...
    o mabedden türk telekom arena'ya ve belki de oradan nicelerine uzanan, yaşadığım müthiş bir hikaye...

    babamla el ele...
  • 145
    asaletin bize yeter

    şahane bir şarkının belki de anlamlı sözüdür.
    başarılar gelir, geçer / asaletin bize yeter. galatasaraylı en çok bunla övünürdü. bu ülkedeki en büyük başarıları da bize galatasaray yaşatmıştı, benim gibi eskileri 14 yıl şampiyonluk için bekleten de galatasaray’dı. 14 yıl boyunca burnumuzdan gelmişti, hem de nasıl. şampiyon olamamak bir sorundu elbette ama bir çok sezonda şampiyonluğa oynayamamak çok daha büyük bir sorundu takdir edersiniz ki. kızdık ama asaletimizle övündük hep çocukluğumuzda.
    şaibelere, çirkinliklere, rezaletlere bulaşmamıştık. yıllarca bununla övündük. biz fenerbahçe değiliz dedik. biz para gücüyle kulübün adresini, takımın renklerini bilmeyen adamların kara paralarını akladıkları kulüp değiliz dedik. yanlış anlaşılmasın galatasaray hala böyle değil, hala para babalarının başkanlığı pek mümkün değil. en azından para babası olsalar da galatasaray’ı bilmeyen birinin başkan olması hala mümkün değil, hiç değilse, çok şükür. asaletimiz var hala.

    iş sadece para meselesi değil. bazen taraftarın sabrı taşardı, tesisleri de basardı, futbolculara küfür de ederdi, dövmeye de kalkardı. ama dirayetli yöneticiler ve amigolar (eski dilde tribün lideri) sayesinde mevzular çok büyümezdi. mesela deplasmanda taraftarı korurdu yöneticiler. illa ki taraftarı satmışlıkları da vardır ama azdır. en azından başbakanı protesto edenleri kamerayla tespit edeceğiz diyecek kadar küçülmemişlerdi. bir asalet vardı.

    akla hayale gelmeyecek yenilgiler de aldık. hiç birinde futbolcumuzu floya’da dövmedik. bir asaletimiz vardı.

    hep galatasaray lisesi gibi bir okuldan çıkan bir kulüp olmanın ayrıcalık olduğunu düşündük. hatta bu sebeple diğerlerinin aşağılamak için kullandığı “aristokrat kulüp” imajından gurur duyduk. birbirine saygılı, olmasa bile ayağa düşmeyen, şimdi olduğu gibi herkesin bilmediği çekişmelerin yaşandığı bir kulüptük. son 3-5 yıla kadar “kol kırılır, yen içinde” sözünün göz önünde canlanan en önemli temsilcisiydi galatasaray.elbette zamanın şartları bazı toplantıların tv’lerden canlı yayınlanmasını de gerektiriyor, bunda sorun yok. ama hala devam eden kapalı kapılar arkasında kalması gereken toplantılarla ilgili her detayın herkesçe bilinmesi de gerekmez. artık en gizli kalması gerekenler bile an be an tv’de. sızmazdı eskiden bunlar. asaletimiz vardı.

    kulüp içinde restleşmeler olmaz mıydı? hem de nasıl. ama başkan birinin istifasını istediğinde gerçekleşirdi. şimdi kimse takmıyor. eskiden bir asaletimiz vardı.

    endüstri devrimi yapılalı çok olmuş ama henüz futbola bulaşmamışken, annemizin, ninemizin ördüğü atkılarla maça giderdik. lisanslı ürün yoktu. taraftardık biz, henüz müşteri değildik. galatasaray takımı hep sarı-kırmızıydı, belki bazen beyaz forma giyerdi. siyah giymek yasaktı, hakemler siyah giyerdi, kara gömlekli adam diye yazılar çıkardı haklarında, ama her daim ibneydiler. müşteri olmayınca bize en fazla “taraftar bağırmıyor” derlerdi. turuncu, mor, pembe forma alsın, deniz şortunu, donunu, pijamasını bile resmi mağazadan alsın, 10 liralık ürüne 50 lira versin demezdi kimse. bunlara para harcamadık diye kimse bizi aşağılamazdı. çok eski yıllarda, bundan 30 sene önce, hasnun galip’in köşesindeki mağazadan bir şeyler almıştım, dandik bir naylon torba ile vermişlerdi. o torbayı bile yıllarca saklamıştım. şimdiki modern statlar yoktu, ali sami yen bile moderndir, unutmayalım. inönü’nün kapalısında 1 tane tuvalet vardı. eğer rakibin bölümündeyse tuvalet, varın başınıza gelecekleri siz düşünün. inönü’nün yeni açık’ta bir tünelle inerdiniz tuvalete. işık yok, yerler su ama su değil, ok? paçaları sıyırıp, kibriti çakar öyle inerdiniz. paçalarımız ıslanırdı belki ama asaletimiz vardı.

    taraftar grubu diye bir şey yoktu. en fazla amigolar vardı. abi derdik onlara. tirbünde kayıtsız, şartsız dedikleri olurdu. 15 dakika durmadan cim bom bom çekilecek dediler mi yapılırdı, saat tutarlardı. aksatanın var haline. korkardık ama severdik. yönetimin güdümünde olduklarını görmemiştim. onlar da forma giymezdi, ben de giymezdim, kimse giymezdi. dedim ya, endüstri futbola bulaşmamıştı. abiler de alengirli işlere bulaşmazdı. asaletleri vardı.

    ne kadar büyük futbolcu olursa olsunlar, paraları yere atan adamlar, parayı problem yapan adamlar kulüpten gönderilirdi. aylarca para alamayan futbolcular aslanlar gibi sahada oynardı. tesislerdeki görevlilerin maaşlarını takımın abileri, hocası ceplerinden öder, bu bile aylar sonra ortaya çıkardı.

    elbette bahsettiklerimin çoğu çok eski zamanlarda, türkiye’nin dünyaya kapalı olduğu, tv’lerin siyah-beyaz olduğu dönemlere ait. ama işlerin kötü gittiği günlerde ortaya çıkar asil misin, değil misin? galatasaray için işlerin kötü gittiği dönemlerle paraleldir. benim çocukluğum ve ilk gençliğim (haşmet babaoğlu tarzı oldu lan, ilk gençliğim, vay anasını).
    yoksa uefa’yı alırken, süper kupa’yı alırken, avrupa’da turları geçerken herkes asil. bir sorun etrafınızdaki başka takım tutanlar avrupa’ya o dönemde gittiklerinde galatasaray’la gurur duymuşlar mı duymamışlar mı, galatasaray’la hava atmışlar mı? 4 sene üst üste şampiyon olurken herkes asil, tribünler bomboş ama. izleyin hagi’nin oynadığı eski lig maçlarını ne dediğimi anlayacaksınız.
    iyi günde asilce, gururla tebrikleri kabul etmek kolaydır. kötü günde göreceğim ben asalet bizde mi, değil mi?

    bu işler, “siktirin gidin” demekle oluyorsa, ben hep yanlış anlamışım galatasaraylılığı demek ki. yaşlılığıma verin.
  • 146
    galatasaraylılık nedir?
    ilk gittiğim maçta öğrendim ben. o sahanın çimlerini ilk gördüğümdeki nefesimi tutamayaşım, yutkunamayaşım, bana öğretti her şeyi kendiliğinden. kupa maçıydı. elenmiştik, olsun. biz zaten karşılıksız sevmemiş miydik? "uğruna canımızı bile veririz, biz aşığız, aşkın da tarifi yoktur" diyecek kadar, gözümüzü karartmamış mıydık biz?
    şimdi ise kombinem var, hem de yepyeni gıcır gıcır bir stattan. gel gör ki, bizi gene yukarıdaki sorularla sınayan bir takım var ortada. olsun, biz karşılıksız sevdik sözlük, karşılıksız.
  • 147
    galatasaraylılığın ne demek olduğunu değil de ne demek olmadığını,daha sık gördüğümüz günler geçiriyoruz.diğer takımların taraftarlarından duyduğumuz alaycı sözlerden ziyade kendi taraftarlarımızdan işittiklerimiz yaralıyor bizi.
    lanet okuyorlar;artık takip bile etmiyorum çok sıkıldım,en iyisi beşiktaşlı olmak diyorlar.
    kıt bilgileriyle,bir fenerbahçeli ile sidik yarıştırmaya kalktıklarında utanmadan hemen uefa kupası kozunu kullanıyorlar ama o kupanın müzemizde olmasında büyük bir payı olan,kendi değerimize,gheorghe hagi'imize ana avrat düz gidiyorlar.
    cevap vermek istiyorum,anlatmak istiyorum,sen zaten galatasaray'lı değilsin,*cidden başka bir takımı tut demek istiyorum ama içim almıyor.
App Store'dan indirin Google Play'den alın