'az sonra okuyacağınız satırların bir rengi, amblemi yada tarafı yoktur. bu coğrafyanın neresinde olursanız olun, hangi renklere gönül verirseniz verin, az sonra okuyacağınız satırlardan kendinize düşen bir pay bulacaksınız...'
bahsettiğimiz oyunu canlı takip edenler kesinlikle üçe ayrılmaktadır. maçı sadece takip eden seyirciler, sadece deşarj olma hedefinde olan holiganlar ve takımına yüzde yüz destek verirken, bir yandan da maçın kritiğini yapabilecek kadar maçı takip eden taraftarlar. işte bu yazı, bu seçenekler arasından üçüncü kategoriye girenlere bir saygı gösterisi olarak algılanabilir.
bu ülkede taraftar olmanın en güzel tarifini gene bir taraftar yapabilir. bu yüzden, taraftar olmanın nasıl bir şey olduğunu, bir taraftarın bir maç gününde başına gelenlerden yola çıkarak anlatmaya çalışacağım ...
taraftarın maç günlüğü
maçtan bir gün önce,saat 18:30
işten iki farklı duyguyu hissederek çıktım. birincisi, yarın bizim çocukları sahada canlı izleyeceğim için bende bir mutluluk duygusu hakimdi. ikincisi ise hanıma bir pazar gününde daha ortak bir şeyler yapamayacağımızı söyleyeceğimden dolayı içinde bulunduğum korku hissi idi. neyse ki, birincisi daha ağır basıyordu.
maçtan bir gün önce, saat 20:30
hanımı evden alıp güzel bir mekanda yemeğe çıkardım. kendimi, rus hükümetine rüşvet veren slav uyuşturucu kralı gibi hissetmeye başladım. allah sonumuzu hayretsin..
maçtan bir gün önce, saat 21:45
hanıma durumu açıkladım, anında yüzünde pis bir gülümseme oluştu. ' bekliyordum zaten, maçlardan bir gün önce hep buraya getirirsin..' deyip gülmeye devam etti. yalnız, bu cümleden sonraki sorusu, beni gerçekten derinden etkiledi:
hayatım tamam, zevklerine saygı duyuyorum ama, bana şunu bir açıkla: koca hafta eşşekler gibi çalıştıktan sonra, tek boş gününde seni 25 bin tane çam yarmasıyla zıplamaya iten motivasyon noktası nedir ? sessiz kaldım. sadece hepsinin çam yarması olmadığını düşündüm o an. bu düşüncemden hemen sonra da hasta olduğuma karar verdim.
maç günü, saat 9:30
neredeyse normal mesaiye gittiğim saatte kalktım bir pazar günü yine. hazırlanıp, bizim çocuklarla maçtan önce kahvaltı faslına gideceğiz. konuşacak o kadar çok şey var ki. lig karışmış durumda, ocak transfer sezonu yaklaşmış, orta sahaya takviye gerek. bu isim kim olabilir? bunlar hep, alkol alımı başlamadan konuşulması gereken hususlar. sanki sonuca vardığımızda bunu kulübe deklere etsek, bizim işaret ettiğimiz adam alınacakmış gibi..
maç günü, saat 11:00
bizim ekiple buluştuk, kahvaltı ediyoruz. kimse önündeki kahvaltıyla ilgilenmiyor. varsa yoksa maç kritiği, transfer dönemi yada yeni tribün besteleri..
maç günü, saat 13:00
maç önemli, bu maçın anısına bir forma yakışır tabi ki. kredi kartlarının maşallahı var, forma fiyatları altın paritesinde, ama kimin umrunda...
maç günü, saat 14:30
daha büyük bir güruhla buluşulup, bünyelere benzin alımı başladı. kahvaltıdan sonra ara verdiğimiz sohbet aynen devam etmekte. kimisi eskilerden bir maçı yad etmeke, kimisi de ezeli rakibe sallamakta. eğlence devam etmekte yani..
maç günü, saat 15:45
alkol tüketimi yoğun , büfenin önündeki sıra da çin seddi uzunluğuna yakın. bize, daha rahat alışveriş yapabileceğimiz bir büfe lazım. buraya ulaşmak için de bir araç tabi ki. o içilen gruptan daha önce hiç görmediğim, sadece üstündeki formaya aşina olduğum birinden bir öneri gelir: ' kardeşim, sen al arabayı çok acilse, gelirken bana da bir bira alırsan çok makbule geçer. ' düşünün ki, tek ortak noktası tuttukları futbol takımı olan iki insanın arasında böyle bir diyalog geçebiliyor. bir insan, sadece aynı renklere gönül verdiklerini bildiği için bir diğerine arabasını teslim etme güvenini duyabiliyor. bunun adı gerçekten başka bir şey...
maç günü, saat 17:00
saat 7'deki maç için sıraya girme vakti geldi. yollar tıkalı, kalabalık. nefes almakta zorlanıyoruz. bir yanda karaborsacılar kulak tırmalarcasına bağırmakta, bir yanda da çekirdek satan çocuklar insanı her tarafından çekiyor. gişede bedavacılar yalvaran bir ses tonuyla acitasyon peşinde. biletimin üstünde eğlence yazıyor ama, bu olanlar ne ola ki ?
maç günü, saat 18:00
sonunda merdivenlerden tribünlere doğru ilerliyorum. maç günlerinin en çok sevdiğim anı, yeşil çimi ilk kez gördüğüm andır. içime bir rahatlık hakim olur, başka bir dünyaya girerim sanki.
açık tribünde olduğumuzdan kimse biletinin olduğu yere oturmaz tabi ki. biz de en güzel yeri bulmaya çalışırız. totemler yapılır, sezon içinde kaybedilen bir maçın izlendiği bölgeden uzak durulur, saçma taraftar topluluklarının göbeğine oturmaktan kaçınılır, neden bağırmıyorsunuz ulan ruhsuz köpekler ! diye bağırılmadan, takımı tam olarak desteklerken maçımızı da seyredebileceğimiz bir yer aranır. bulunur da genelde.
onca sıvı tüketiminden sonra boşaltım sistemimin emrettiği üzere bir tuvalet bulmak gerekmekte tabi ki. sıralardan çıkıp ana koridora geçmek, mayınlı arazide 5 kilometre canlı kalabilme muaffakiyetine ulaşmakla eşdeğer gözüküyor. tuvalete ulaşmakla da iş bitmiyor, olay, sıtma olmadan işlemi bitirip, tek parça halinde yerine dönebilmek. şu tuvalet görevinin bir bilgisayar oyununu yapsalar, world of warcraft'tan daha çok satmazsa şerefsizim. tam orta dünya hikayesi işte..
maç saati, 19:00
santrayla yaptığımız üçlü, yeri göğü inletti, başladık zıplamaya. hocanın gene yanlış tercihleri var ama artık kimin umrunda. sahada 11 asker, sonuna kadar savaşmalılar, savaşacaklar. biz de onların arkasındayız.
devre arası
ilk yarı baskılıyız, ancak gol bulamadık henüz. mideden st. antuan kilise çanı melodileri yükselmekte. yine aynı mayınlı arazi geçilip, köfteci ağabeyimize ulaşma zamanı gelmiş. yarım ekmek arasına koyulan 3 adet köftenin dünyanın hiçbir yerinde bu kadar pahalı olabilme ihtimali yok. daha ilginci, köfteci çılgın bir kampanyada. köftenin yanında bir de ayran verdiğini söylüyor. ayranı almazsak ne kadar ödemek gerektiğini soruyoruz, o da 'fiyat aynı gardaş, vallah değişmez' diyor. işte global ekonomi ve satış anlayışı bu olmalı !
maçın 2. yarısı
gol gelmedikçe sinirler geriliyor. rakip taraftarlar, boylarına poslarına bakmadan bizim tarafa geçmeye çalışıyorlar, benim sesim 70. dakika civarında hakemin ters bir kararı sebebiyle tamamen gidiyor. bir de üstüne 83. dakikada yan toptan bir gol yiyiyoruz. aman yarabbim, bu bir kabus olmalı..
maç sonu
bu futbolun adaleti yok arkadaş. o kadar baskı, yan top organizasyonu, ver-kaçlar, rakip kaleye bindirmeler falan derken, pis bir golle maçı kaybet. olacak iş değil. ses namına bende bir şey kalmamış, canlar sıkkın. stadtan bu öfkeli kalabalık arasında çıkmak ayrı bir sosyal sorun zaten.
eve dönüş
gelen bineceğim otobüsü görüyorum ufukta. otobüs, 2. dünya savaşı'ndan bir karenin içinde sanki. hitler, masum polonyalıları bir otobüsün içine tıkıştırmış, sabun yapmaya götürüyor. işte bu otobüse bineceğim eve dönmek için. bu trafikte, bu sabun yapılma seyahati en az bir buçuk saat sürer. yanımdaki arkadaşıma şunu fısıldıyorum: 'tamam abi, benim son maçımdır bu artık..' onun verdiği yanıt daha da vahim: haftaya ibb deplasmanındayız, olimpiyat'ta görüşürüz o zaman !
kendinden o kadar emin ki, kaç kere o cümleyi kurdum acaba ben. kaç defa , tamam artık bu son dedim, kaç defa yeter yahu, kocaman adam oldun artık dedim. kaç defa, şu güzel pazarı hanımla piknik yaparak geçirseydim ya, dedim. olmadı, hayatımda tek tutamadığım söz bu oldu sanırım..
maç günü, uykudan hemen önce
yorgunluktan öüyorum, normal bir mesai gününde bunun yarısı kadar yorulmuyorum herhalde. uyumaya hazırım, ancak kafamda şampiyonluk hesapları var. haftaya deplasmandayız, rakip içerde, onlar puan kaybetmez, ama 4 hafta sonra onlar bize gelecek, o maçı alırsak akar gideriz vs vs.. ancak uyumadan hemen önce, kafamda tek bir soru var. o soru , bana ait olmayan bir soru. dünya güzeli hanımın, maçtan bir gece önce bana sorduğu, yeryüzünün en mantıklı sorusu:
koca hafta eşşekler gibi çalıştıktan sonra, tek boş gününde seni 25 bin tane çam yarmasıyla zıplamaya iten motivasyon noktası nedir ?
http://bandieras.blogspot.com/.../taraftar-olmak.html