• 42
    beyler. şu an eşek gibi sarhoşum. saat yediden beri bira, şarap, viski, nargile, ne bok varsa içtim. maçı bile unutmuşum aq orada burada sürtüyorum. zum kafayla bir de gördüm ki 4-1 kazanmışız... ulan tam bir allah'ın garip kuluna kaybettirdiği eşeğini tekrardan buldurması gibi... gecenin bir vakti ne göreyim, sivas'ı 4-1 yenmişiz, hatta melo, selçuk, sneijder falan gol atmış...

    vay aq ne güzel lan. sevindim be bilader. mutlu uyuyacağım anasını satayım...

    şarap marap iyiydi de giderayak iki duble viski zum etti. neyse ağalar, en azından allah'a şükür evime vardım size derdimi meramımı anlattım ya, ölsem de gam yemem. allah galatasaray'dan razı olsun be, 7/24 hayatımızda...

    olm sizi seviyorum lan. üzmeyin beni, konuşun her zaman buradayım. herkese hayırlı sabahlar.
  • 104
    sarhoş değilim. alkole bağlı bir mayhoşluk da yok. kısaca içmedim işte. aklım başımda. önümde bir bardak su var. böbreklerimde taş var benim. geçen yaz düşürdüm bir tane. çok canım yandı. artık bol bol su içmeye çalışıyorum. siz de için. yoksa ben gibi kıvranırsınız iki hafta. neyse lafı uzatmayalım. uzatmayalım da ne yazacağımı bilmiyorum pek aslında. burada bir sigara yakayım ben. dumanını ekrana üfleyelim. bu arada yazarken çalanları da ekleyeyim.

    https://www.youtube.com/watch?v=M2nTH5eszr0

    hayatım çok değişti benim. çok değişti derken, çok kere "çok" değişti. ani değişikliklerden, sürpriz kararlardan korkmadım hiç. o anki durumuma göre kafama ne estiyse yaptım. pişman olduklarım da oldu, olmadıklarım da. geçtiğimiz yıl, yani 2017'de başladığım yere dönmüş gibi hissettim. ki biraz da öyle oldu. ama başladığım yere dönen ben, başladığım yerdeki ben değildi. zaten değişim kaçınılmaz. her gün, her an değişiyoruz. iyi veya kötü mutlaka değişiyoruz. ben nasıl değiştiğimi bilmiyorum henüz. nedenini gayet iyi bildiğim bir boşluk var. ve aylardır dolduramadım. 32 yaşındayım ben sözlük. cahit sıtkı'nın dediği gibi yolun yarısına pek bişey kalmamış. gerçi cahit sıtkı'da yolun yarısı deyip 39 yaşında rahmetli olmuş ya, o ayrı bir konu. her neyse; önümde ne var pek bilmiyorum. daha doğrusu bakmıyorum. herhangi bir hedefim yok. herhangi bir amacım yok. sabahları zorla kalkıp işe gidiyorum. ama gerçekten zorla kalkıyorum bak, üç ayrı alarm kurup üçünü de en az bir defa erteliyorum. soluk soluğa yetişiyorum servise genelde. uyumayı da pek sevmiyorum aslında. ama uyuyunca geçiyor her şey. daha doğrusu hissetmiyorsun.

    https://www.youtube.com/watch?v=LieCp3_SOYk

    gerçi uyumadığım zamanlarda da pek bir şey hissedemiyorum artık. bol miktarda öfke, kırılmışlık, "ben bunu hak etmedim" duygusu. sakin bir adamdım ben. ani tepkiler vermezdim pek. şimdi afedersin ota boka kızıyorum. bir anda yükseliyorum gereksiz şeylere. 9 ay 7 gün oldu. bir çocuğun doğacağı bir süredir böyleyim ben. 3 gün sonra geçer mi bilmiyorum. tutuyorum kendimi. tutuyordum daha doğrusu. geçen perşembe akşamı iş yerinden bir kaç arkadaşımla dışarı çıktık. oturduk yiyip içip muhabbet ediyoruz, eğleniyoruz işte. söz döndü dolaştı uzak durmaya çalıştığım yerlere dokundu. tutmuştum ben kendimi oysa. güzel idare ediyordum. o ana kadar. insanların da keyfini kaçırdım. kalktım eve geldim. saklayacak bir şeyim yok evde. tek başına yaşıyorum. rahat böyle. o anda nasıl olmak istiyorsam öyle olabiliyorum. kitap okuyorum, oyun oynuyorum, film izliyorum, kaşınıyorsam bir şekilde, 9 ay 7 gündür arkamda duran bıçağı kurcalıyorum. biraz daha kanatıyorum belki sonunu bulurum diye. olmadı şimdiye kadar. ama saklamıştım herkesten. görmemişlerdi. cuma günü biraz sıkıntılı geçti. aynı odada çalıştığım insanları zor durumda bıraktım. "nasılsın" diye sormak istiyorlar ama soramıyorlar. farkındaydım. ki teşekkür ederim sormadıkları için. "iyiyim" diyebileceğim bir durumda değilim.

    https://www.youtube.com/watch?v=j-oUt3HV-SE

    eskişehirliyim ben. kendimi bildim bileli eskişehir'de yaşadım. 2013 yılına kadar. o an bir karar verdim ve her şeyimi arkamda bırakıp gittim. kendi kendime değil tabi. her şeyi arkamda bırakıp gidebileceğimi sandığım bir sebep için gittim. pişman da değilim. bugün öyle bir sebebim olsa yine giderim. zaten eskisi kadar çok şeye sahip değilim burada. o zaman işimi, ailemi, çevremi, arkadaşlarımı bırakıp gittim. döndüğümde sadece ailem ve bir kaç arkadaşım kalmış. hala şehir bile yabancı gelebiliyor. hala buraya ait değilmişim gibi hissediyorum. emanet gibiyim. bazı yerleri hatırlayamıyorum.

    https://www.youtube.com/watch?v=xtDnSkTjzIw

    yeni şeyler denemeye çalıştım. "artık yeni bir hayatım var, baştan başlıyorum ama yeni her şey" demeye çalıştım. henüz beceremedim. artık denemek de istemiyorum sanki. dedim ya değişiyoruz. değişmişim ben de. ama nasıl, hala bilmiyorum. hayatımda hep üzerine koyarak ilerlemeye çalıştım. bildiklerime, gördüklerime, okuduklarıma hep bir şeyler eklemeye çalıştım. daha düzgün bir insan olmaya, daha kendini bilen, daha geniş çerçeveden bakabilen, her durumda karşısındakini anlamaya-hak vermeye çalışan biri olmaya çalıştım. her şeyin altında bir sebep, bir gerekçe aradım. bunları öyle olması gerektiği için yapmaya çalışmadım. doğal olarak gelişti her şey açıkçası. yapay, üzerimde emanet duran hallerden, tavırlardan kaçınmaya çalıştım. başardığımı da sanıyorum. "ne kadar iyisin? gerçekten böyle mi düşünüyorsun? gerçekten bunları yaptın mı-yapar mısın?" ve benzeri soruları çok duydum. ama gerçekten böyle bir insan(d)ım ben. başkalarına ufacık da olsa bir şekilde bir katkım olduğu zaman iyi hissediyordum. şimdi yapamıyorum. içimden gelmiyor.

    https://www.youtube.com/watch?v=HDIBU25z6X4

    şarkı da tam yerine denk geldi sanki. bir sigara daha yakılır buna. her zaman insanlara inanmayı, güvenmeyi seçtim. kandırmak isterseniz çok kolay kandırabilirsiniz beni. daha doğrusu kandırabilirdiniz. şimdi güvenmiyorum kimseye. ne diyorduk? değişim. dedim ya değiştim ben de. nasıl olduğunu bilmiyorum. bildiklerim de var ama bu değişime dair. eksildi bir şeyler. belki hayatımdaki en önemli şeyler. güvenmiyorum artık kimseye. hayatıma kimseyi yanaştırmıyorum. denedim. onu da denedim. olmadı. işin aslı bundan sonra da olabileceğine ihtimal veremiyorum. neden veremiyorum? şimdi size anlatsam "hadi lan oradan, olmaz öyle şey!" diyeceğiniz şekilde kaybettim insanlara olan güvenimi. bu saatten sonra tekrar birine güvenmek imkansız görünüyor.

    https://www.youtube.com/watch?v=pfYU8hVQBaQ

    aslında çok isterdim. birine yüzümü dönüp tekrar her şeyi arkamda bırakıp gidebilmeyi. gitmek şart değil elbette. ama tekrar "bunu yapabilirim" diyecek birinin olmasını. ama oluru yok gibi geliyor bana.

    canımın çok yandığını hissediyorum sözlük. ismail abi sormuştu. şimdi ben de soruyorum ama cevabını veremiyorum. "bu acı geçiyor mu?" kötü bir şey yaşadım ben. hiç bir insanın yaşamasını istemeyeceğim, hiç kimsenin hak etmeyeceği bir şey. bana bunu yaşatanın bile yaşamasını istemeyeceğim kadar kötü bana göre. yok sanırım o kadar değil. istiyorum aslında bunu. benim canımın yandığından çok daha fazla canları yansın istiyorum. acı çektiklerini, süründüklerini görmek istiyorum.

    işin komik tarafı da bunları hissetmeye daha geç başlamış olmam. ne olduğunu net olarak anlayabilmem için ufak bir artçı şok daha yaşamam gerekiyormuş. ondan sonra tam olarak ne olduğunun farkına vardım.

    başıma hiç gelmedi bilmiyorum ama insan bıçaklandığında ilk başta acı hissetmezmiş. hatta fark etmezmiş bile bunu. bıçağı gördükten, kanını gördükten, yarasını gördükten sonra fark edermiş, ondan sonra hissetmeye başlarmış yarasının acısını. benim de o hesap sanırım.

    https://www.youtube.com/watch?v=24B8qOt7n_c

    hayatta daha büyük acılar vardır. eminim buna. çok daha kötü şeyler yaşayanlar, çok daha büyük acılar çekenler vardır. buna lafım yok. ama hiç kimse için "senin yaşadığın da bir şey mi?" diyemeyiz. richard linklater'ın before sunset filminde erkek karakterimiz jesse şöyle diyordu:

    "kendi hayatıma baktığımda, itiraf etmeliyim ki etrafında hiç silahlar ya da şiddet olmadı. ne siyasi bir entrika, ne de bir helikopter kazası oldu. ama kendi bakış açımdan hayatım acı doluydu."

    yani demem o ki; başkalarının daha büyük şeyler yaşaması, insanların yaşadıklarını küçültmüyor.

    çok kafa şişirmiş olabilirim. özür diliyorum. buraya kadar gelenler için özet geçeyim:

    birinin peşinden her şeyimi bırakıp gittim. evlendim. her şeyimi verdim, vermeye çalıştım. boşandım. geri döndüm. hiç bir şeyim kalmadı. başladığım yerde eksilmiş olarak yeniden başlamaya çalışıyorum...
  • 244
    bir yeğenim oldu. 24 martta doğdu kerata, erkenden geldi. hem de az buz erken değil 19 mayıstı beklenen gün. :( sözlük ben bu ufaklığa tapıyorum. kusura bakmayın formatın içinden geçtim ama ; gece boyu ağlıyor bacaksız sesini bile duymuyorum ki ben ufacık ayak sesine uyanan adamım. hayatımda hissetmediğim bir şefkati hissediyorum hele bu piç kunduz gibi emziğini emerken öyle bir gülüyorum ki saatlerce izleyebilirim. hem ağabeyimin hem de yengemin eline sağlık rahmetli pederin ismini taşıyan bu ufaklık hayatımı güzelleştirdi. geldi geleli her şeye olumlu bakıyorum.
  • 225
    sevgili sözlük,

    bir garibim bu gece... uyku tutmadı, saat gece yarısını azıcık geçmek üzere... sabahleyin bir kere daha kız babası olacağımı öğrendim... gözümden bir damla yaş süzüldü, dişimi sıktım...

    3. evladımızın haberini ilk aldığımız gün eşimle evin farklı köşelerine çekilip boşluğa baktığımızı hatırlıyorum. bütün gece kabuslarla geçmişti... öyle ki, sabah olmadık bir yorgunlukla uyanmış, kendime gelmekte çok zorlanmıştım. fakat hanımla kahvaltı için masada buluştuğumuzda konuştuğumuz şey ‘ismini ne koymalıyız acaba?’ olmuştu... ‘keşke kız olsa!’ demiştim eşime, eşimse daha düne kadar pek bir ümitsizdi bundan. sağlıklı olsun da...

    şükür kapılarını her gün daha da aşındırdığım ömrümün bu diliminde ‘bölüm sonu canavarı ne zaman karşıma çıkacak acaba?’ diye içimden her geçirişim canavara yeni bir level atlatıyor sanırım... fakat buna da şükür...

    evet, maalesef kızımın doğumunda eşimin yanında olamayacağım... yeni doğan fotoğrafı bu sefer bensiz çekilecek... o tatlı heyecanı uzaktan yaşayacağım, ve o sigaralar belki de en derin nefeslerle tüketilecek bu sefer.

    evet mayhoşum sözlük... mutluluktan, üzüntüden, güçlü kalmak zorundalığından ve güçlü durmaktan mayhoşum... bu gece beni ancak centilmen bir jack teselli edebilirdi ya da yeni bir sayfadan size bakmak...

    esen kalın...
  • 186
    herkesin bir hikayesi var...

    https://twitter.com/...851406718513153?s=21

    bugün, şımarık zenginlerin hepsinin hayatlarının kararmasını diliyorum. bu hayat; tüm yoksul çocukların, okurken ve mezun olduktan sonra çalışmak zorunda olan ve belki de iş bulamayan tüm yaşıtlarımın, alın teriyle yaşamını sürdürmeye çalışan tüm abi ve ablalarımın hayatı olsun.

    “türkiye sudan ucuz yea, dolarla para kazanıyoruz bebeğim...” diyenler yaşıyor ya bu hayatı... kahpe felek... cebinden parasını alsan hiçbir şeyi kalmayacak insanlara “hanımefendi”, “beyefendi” çekmek zorunda olmak bugün ilk kez 25 yaşındayken bu kadar koydu be.

    yoksul bir ailem yok. zengin de değiller. orta sınıf bir ailenin emekçi bir oğluyum. gerçi orta sınıf nedir artık o bile meçhul de, neyse...

    verilen hizmet ve ya emek karşılığında bizi “satın almış” gibi davranan herhangi bir zenginin ölmesinden gram rahatsızlık duymam. “saygı”... kimin işine gelirse...

    bir turizm çalışanı olarak bir insanı tamımanın en güzel yollarından birinin restorandaki garsonla olan iletişimini görmek olduğunu düşünüyorum. yanınızdaki kişi garsona kötü davranıyorsa bombok insandır, bombok. net.

    a’dan z’ye neyse bir şeyler yazdık artık. aileden, dostlardan, cimbom’dan hatta sözlükten bile uzağız şu sıralar. böyle olması gerekiyor da...

    hayat işte, mutluluk diye bir şey yok... hüzünlü hayatın mutlu “anları” var...
  • 200
    zaman enteresan bir şey. daha önce bu başlığa ilk yazdığımda arada rahatsızlık vereceğimi söylemiştim. bakıyorum da üzerinden 4,5 ay geçmiş. günler, haftalar, aylar derken ömür denilen kısıtlı şeyi tüketiyoruz.

    bugün buraya gelme sebebim geçmiş mayhoşluklarımdan kaynaklı değil. aslında ironik bir durum söz konusu, olan şey neyse, az önce bile olsa, geçmişte olmuş oldu. fakat kimi mayhoşluklar üzerinden ne kadar vakit geçse de etkisini uzunca bir süre koruyabiliyor. ali sami yen'de seyrettiğim ilk maçta yaşadıklarım gibi. 1994 senesinde, bir çocuğun babasıyla yaşadığı en kıymetli anılarından biri, beni bugün bile heyecanlandırabiliyor.

    oğlum, ki 6 aydır evden çalışıyor olmanın dışında birlikte yaşadığımız karantinanın da 17. günündeyiz, bugün bana virüs bitince denize gidelim dedi. ben de artık sonbaharın geldiğini, denize ancak bir sonraki yaz gidebileceğimizi anlatınca o zaman maça gidelim dedi. demek ki oğlum için birlikte denize ve maça gidişlerimiz bambaşka heyecanlar taşıyor. insan kabaca bu naiflikte bir varlık olsa gerek... birlikte yapmaktan heyecan duyduğu şeyleri tekrar ve tekrar yaşamak isteyecek. bugün bana da biri soracak olsa, babamla uefa kupası finalini tekrar izlemek isterim...

    isteyişlerin, özlemlerin bir sonu gelmeyecek!.. çocuklarımın doğumuna heyecanlanışım, olur da görebilirsek, yerini torun heyecanına bırakacak belki de... ya da hayal kırıklıkları yerlerine yenisini koyacağımız birikintilerimiz olacak. haginin topugu'nun yazdığı arrigo sacchi dizisinde olanlar gibi... daha da uzatmadan asıl kayda geçirmek istediğime gelmeliyim sanırım.

    buradaki kimi ağabeylerim, kardeşlerim kimi anılarımdan haberdarlar. bu anılardan birisi, bu gece tekrar hissettiğim bir heyecanı, aslında yıllar evvelki bir tecrübeme bağladığımı düşündürdü. yazmak istedim, ne mayhoşluk (!) ama...

    2007 senesinde 19. yaşın sonlarında bir üniversite öğrencisi olarak gittiğim londra'da başıma bir dizi felaketler zinciri geldi. felaket dediğime bakmayın. tüm paramı londra'ya gidişimin 5. günü çaldırmıştım. kalacak yerimiz, işimiz ve sonunda bir paramız da kalmamıştı. telefon açıp para da isteyemeyecek bir durumdu benimkisi. öğretmen olan babam için oldukça lüks bir işe kalkışmışken üstüne tekrar para isteme gibi bir ihtimal pek hoş olmazdı... ne etmeli, ne yapmalı derken gündelik işlerle koyulduk yola. el ilanı dağıtmak, hamallık (?) yapmak derken 7. haftanın sonunda garson olarak kendimi bir restauranta atmıştım. 1 tane snickers çikolatayla geçirdiğim günlerin arkasından geldiğim noktada kendime ait bir odam, işim, yemeğim, her şeyim vardı. fakat oraya gelene kadar geçen 7 haftada çok söylendiğim, çok kızdığım, umudumu kaybettiğim çok anlar oldu. hepi topu 7 hafta sürdü bunlar. yaşarken 7 yıl gibi olan 7 hafta... günün sonunda tek parça olarak, kursunu tamamlamış, muzaffer bir komutan gibi yürüyen bir ben, ülke topraklarına geri döndü. altı üstü 4 ay kaldım londra'da... fakat dünyanın en başarılı adamı bendim... tottenham'a gidenler belki bilir, şömine restaurant'ta çalıştım orada. dükkan sahipleri mehmet abi ve zekiye abla benim hayatımda tanıdığım, kahraman olduklarından habersiz olan ilk kahramanlardı... umudumu neredeyse tamamen kaybettiğim anda karşıma çıkan bir karı, koca...

    bu gece dönüp baktığımda aslında bu hikayede kahraman olan tek kişi bendim. bunu anlıyorum... herkes kendi hikayesini kendisi yazar. bundan 4 - 5 ay kadar önce yine gecenin bu vakitlerinde kendine inancını kaybetmek üzere olan bir adamla konuştuk. hayata karşı mağlubiyetlerinden bahsediyordu... haklıydı, öfkeliydi... ama en çok da kırgındı... benim gibi...

    kendi tercih etmediğimiz, planlamadığımız yaşamlarımızı, bir şekilde kendimiz idare ediyoruz. o arkadaşımın bugün bunu anladığını düşünüyorum. zira mağlubiyetlerinin ona vadettiği şeylerin sadece yeni mağlubiyetler olmadığını tecrübe etti. insanlara güvenebilmenin hazzına vardı. belki de dünya bu kadar kötü bir yer değil dedi, kim bilir?.. ve en güzeli paylaşıldıkça büyüyen bir mutluluk peydah oldu, gözlere yaş oldu oturdu. omuzlara kıvanç olarak yerleşti... bir gurur doğurdu hatta, en çok da bugün gibilerini görebilme heyecanını en çok yaşayan kimseler için...

    kıymetli babası 1 ay önce konuştuğumuzda bana teşekkür etti, mahcup oldum. hayır efendim dedim, asıl ben size teşekkür ederim. yapabileceğine inandığı şeylerden vazgeçmeyen bir çocuk yetiştirdiğiniz için... şimdi güzel kardeşim, o gece ve ertesi günü çıkaralım hayatımızdan... ve sen yine babanla maça gitmeyi iste...

    seni çok seviyoruz...
  • 166
    bugün hayatımın en kötü günü. kuzenim daha 28 yaşında sevgilisinden ayrılmak istediği için sevgilisi tarafından kurşunlanarak öldürüldü. teyzemse yoğun bakımda. lütfen başlığımın altına bununla alakalı bir şey yazmayın. aynı zamanda sevdiğim, aşık olduğum kızın doğum günü. onun doğum gününde modu düşmesin diye hiçbir şey anlatmamıştım. o da zaten bugün tek kalıp son 1 yılı gözden geçirmek istediğini söylemişti. ben de ona en ihtiyaç duyduğum anda anlayışla karşılamıştım. daha 2 saat önce beni öpüp evden çıkmıştı. doğum gününü kutladım, cevap alamadım. duramadım evde dışarı içmeye çıktım. gördüğüm şeyse kız ve eski sevgilisinin gözden uzak bir yerde oturduğuydu. hayatıma dair kurduğum tek hayal de yıkıldı.
  • 207
    insan neyle yaşar?

    lev tolstoy'un üzerine kitap da yazdığı bir soru bu. vazgeçilmezlerimiz nelerdir? bir yerde sadece fiziksel olarak yer tutmak, var olmak manasına gelir mi? damarlarımızda dolaşan sıvı olmadan yaşayamayacağımızı söyleyenler, düşündüklerimizi haykırmak noktasına gelesiye kadar içimizde tutabildiğimiz halde, haykıramayışlarımızın ömrü ne kadar kısaltabileceğini hesapladı mı? ya da içimize döküp haykıramadıklarımızı haykırdığımızda ömürden ne gider?.. "`ömür ömür dediğin nedir ki gülüm? ben senin için yaşamayı göze almışım!`" tiradıyla ilk gençlik geçirmiş insanların elde ettikleri entelektüel birikimleri bugün onları nerelere sürüklemiştir?..

    tekrar imkanım olsa öğrencilik yıllarıma dönüp rahmetli ömer lütfü mete ve durmuş hocaoğlu'na bunları sormayı çok isterdim... yeterince konuşamadığımız ya da tartışamadığımız kimi gerçekliklerin, on yıllar boyu arkamızdan gelip yakaladıklarında, omuzlarımızdan tutup bizleri yere çalabileceğini hesap etmedik. ve hep daha başka yerlere, zamanlara yelken açıyoruz dediğimizde, yeni kasa adı altında satılmaya çalışılan oysa yalnızca makyajlanmış olan bir arabayı alıyormuşuz hissine kapılacağımızı...

    içi boş tartışmalardan kafayı kaldırıp doğru düzgün ileriye bakamamışız be sözlük... bakmayın, "imkan olsa bir başkadır'dan daha güzel anlatırım ben bu hikayeyi!" demek kolay, fakat yapılan işi anlamaya çalışmak zor... bir hocam tuhaf zamanları yaşıyoruz demişti, anlamamıştım. ismini vermek istemiyorum, fakat bugün o hocamla tekrar bir araya gelebilsek (çok mümkün değil) tuhaf olan zaman daha da tuhaflaşıyor derdi muhtemelen.

    (burada okur çok üstü kapalı gidiyor bu anlatı diyebilir, ama duvarın da mayhoşluk duvarı olduğu atlanmamalı. burada hep bir flu olma durumu vardır, mayhoşluk bir türkiye halidir anlayacağınız.)

    başa dönecek olursak... gerçekten neyle yaşar insan?..

    en kıymet verdiğiniz şeylerin bir bir elinizden alındığı şu pandemi sürecinde sanırım artık seyahat ile yaşamadığımızı, sosyal medyanın ne kadar da yavan kaldığını, filmlerin, kitapların neredeyse birbirinin birer tekrarı olduğunu, hele hele dijital meşgalenin insanı gerçeklikten biteviye kopardığını gördük sanırım. yani en azından öyle olduğunu düşünüyorum...

    sonrasında düşünür, yazar ve çizer taifesinin de elinden tutmak istiyor insan. artık elle tutulabilir ne yanı varsa, eni konu onlarla konuşmak istiyor. kendi tecrübem tabi, sizi bilemem... tam bunun peşine düşecekken kıymetli bir dostumun şöyle bir sözüne denk geldim: `bu ülkenin kıymetini bilmek lazım. dünyanın başka hiçbir yerinde roman okuyarak aydın olunmaz.`

    sadece roman okuyarak kendini aydın sanan bir kitlenin var olduğu gerçekliği, romanların düşün ve sosyal akış birikiminin birer yansıması olarak entelektüel yapıt teşkil ettiği, dolayısıyla bir aydınlanma vesilesi sayılabilirliği gerçekliğiyle birbirine çarpıyor... bu biraz efor oyunu'na karşı pozisyon oyunu gibi bir şey olmalı...

    her durumda ortaya fikri alıyoruz... ona göre hareket ediyoruz... hatta kimisi tamamen ona göre dizayn edebiliyor hayatını (bana göre değil)...

    peki tüm bunlardan soyunduğumuzda, fikirlerimizden, sevdiğimiz kıyafetlerden, takılardan...

    arda kalan neyse bizi hayatta o tutuyor, onla yaşıyoruz sanırım.

    anne baba gibi, evlat gibi, dost gibi, sevgili gibi...

    sadece 'sevgi'li şeyler...

    bu kadar sorgulamanın sonunda varacağım sonucun bu olacağını düşünmemiştim, inanın...

    yanlış yerde miyim?
  • 184
    babam gibi bir baba olmak isterim be sözlük. hayatıma dair bir şeyler yapabilmek için son yıllarda annem, babam ve kardeşimden uzak kalıyorum. bir zaman sonra böyle olmak zorunda kalmayacağını umuyorum.

    kim bilir, belki bir gün bir şeyler daha düzenli, daha tatlı ve turuncuya çalan tok ve tatlı bir sarı kıvamında olur...

    he hayatımdan şikayetçi olduğun anlamına gelmesin. burada çok daha büyük sorunlarla uğraşanlar var hayatlarında. hepimizin hayatları arzuladığımız gibi olur umarım.
  • 269
    sözlük öpüyorum hepinizi.

    galatasaray’ı kötü oynadığında eleştirdiğiniz için öpüyorum.

    transferde çok para harcadağında geri dönüşü olmaz belki diye kendinizi bu kadar düşünmediğiniz için hepinizi öpüyorum.

    yıldız muhabettinde resmi hesaptan çok siz gider yaptığınız için öpüyorum hepinizi.

    daha neler var yazmak istediğim kafam güzel :)

    sizi seviyorum.
  • 177
    az önce cuma'dan çıktım, bugüne kadar ağzıma içki de koymadım.

    hiç sarhoş olmadım diyemem... klişe bir tabirle içmeden yaşanan sarhoşlukları bir kaç kez yaşadım...

    ilk aşk, ilk acı, ilk kayıp, ilk iş, kadıköy'de şampiyonluk, evlilik, ilk babalık, tekrar babalık... derken bunca birikmiş ama aktarılmamış mayhoşluğu, ara ara da olsa, yazmak istedim.

    ilk gençlik sonralarıydı, ekşide takılırdım. orada da yazmayı denedim, çekindim. samimi gelmiyordu. sonraları bir fanzin çıkardık, oraya yazdım... öyküler, şiirler... sonra dergi çıkardık; röportaj yaptım, saçmaladım falan... bir ara radyoya gece programı bile denedik... olmadı tabi...

    günün birinde yer altından notları okudum, gecikmiş bir buluşmaydı. sonra, dedim ya ilk gençlik sonrası, zamanında bir görev olarak addettiğim kimi okumaları tekrar yapmaya başladım. raskolnikov'un beni öldürmeye kastetmesi burada gerçekleşir. etrafıma bakınma, tiksinme, memnuniyetsizlik başladı. histerik bir durumdaydım, aldatılmıştım, örselenmiş, buruşturulmuş, oynanmış... o haldeyken dostoyevski'den, kitaplardan, filmlerden hatta kalem ve kağıttan uzak durmaya karar verdim. tarkovski işine bak kardeşim!.. yüksek lisans yapıyordum, bıraktım... sosyolojiyi, ekonomiyi, toplumu... marx'ı, weber'i, topçu'yu allah'a havale ettim...

    bu dönemde daha çok dinledim, yeni sesler aradım, yeni tarzlar. zenci gırtlağına bayıldığımı farkettim. aslında bunu farkedişim zenci gırtlaklı beyaz bir kızla olmuştu, sene 2007'ydi. rehab diyordu ve onun bu deyişini duyuşumdan 5 yıl kadar sonra tümceyi anladım, üzüldüm... valerie'yi akustik dinlemek ölmeden önce son arzular listesine girebilir dedim...

    okuyucu ilk gençlik sonrası ne ola diye sorabilir ki haklıdır da... ilk gençlik denilen şey bence, yaptıklarının kişiyi büyüttüğü fakat kişinin bunu farkedemediği bir dönem olmalı. hatta sanırım tolstoy da böyle tabir ediyor, ben de buna katılıyorum. yani kabaca incinmen gerekirken incinmediğin, okul çıkışında kavga ettiğin, diklendiğin, yürüyüşünün değiştiği, kabuğunu kırdığın, dışarda başka başka hayatların olduğunu farkettiğin bir dönem. muhtemelen hepimizin bu dönemi benzerdir... haytalıklar, bugün komik ama o gün çok ciddi olan yaşanmışlıklar...

    bugün 3 ay evde oturup düşündükten sonra tekrar okumaya başladım, izlemeye... daha az dinliyorum, daha seçiciyim o konuda... hatalarımın muhasebesini yapıyorum, keşkelerimi düşünüyorum... çok kıymetli benim için...

    arkadaşlarımla oturup arada birbirimize sorarız, iyi galatasaraylıyız biz ama neden çok maça gitmedik abi diye. oysa ben ali sami yen'le '94 yılında tanışmışım, evden kaçıp maça gitmişim, karaborsadan bilet kovalamışım... neden tam da hür olduğunda bir düzene oturmadı bu gidişler... hatta pivot santrfor'a sordum bir keresinde neden trübündesin diye... benim kendimce cevaplarım var... seviyoruz, çok seviyoruz... ama şehirli bir sahil balıkçısının, ki bir ara kuleli'de onların arasındaydım, tüm bir gün, gece hatta hafta sonu balığa düşmesi ile benim tribüne gelmem aynı sebeple...

    kendimizle kalabildiğimiz, kendimiz olabildiğimiz yerde olmayı arıyoruz...

    bu başlığı yer yer böyle rahatsız ederim, mayhoş arkadaşlar kusuruma bakmasınlar...

    sağlıkla kalın.
  • 175
    sevdiğimiz insanlarla bir zamandan sonra yollarımızın tamamen ayrılmasının en trajik yanı nedir?

    eve, işte, sokakta, tatilde, barda...
    ikinizden başka kimsenin tanıklık etmediği efsane anları kendinize ve ya üçüncü birine anlatmaya başlarsınız. hikaye ilerler, siz tabiki gülümsüyorsunuzdur. ardından şu olur; hikayede geçen en kritik espriyi ya da oturduğunuz sandalyenin rengini ya da alelade kaldığınız otelin adını, gününü, tarihini ya da bilinmese hiç de önemli olmayacak bir ayrıntıyı hatırlayamazsınız. işte o ayrıntıyı hatırlayabilecek bir kişi daha var evrende, ama yok da.
  • 183
    çok garip bir ülkede yaşıyoruz.

    iktidar artık her istediğini yapıyor, muhalefet de sırf tayyip bizi yerin dibine sokmasın diye ses seda çıkarmıyor ve hatta belli bir düzeyde olumluyor yapılanları.

    muhalefetin yaptığı çok ilginç. tayyip tüm partileri bir akparti yapacak galiba.

    bir de türkiye gerçeği var tabii, sen vatandaşın büyük kısmının nefretisin, sana ölseler de oy vermeyecekler, böyle ilkelerinden taviz vererek başarı mümkün mü acaba? belki 31 martta belli bir başarı elde edildi fazlaca siyasete girilmeden. 2023'te de olur mu bu?

    peki bu gerçekten başarı mı? benliğinden vazgeçip, hedeflerini unutursan bir şey başarmış olur musun?

    yargılanacaklar falan deniyor, ibb genel sekreterliğine zamanında bayağı laf edilen bir kişi getirilmiş.

    ya da bu siyasetçilerin hepsi aynı bok mu?

    ülke boka batmış, hiç de çıkmayacak. siyasetçiler ve aileleri zenginlik, lüks, şatafat içinde yüzüyor, biz de kendimizi kandırıyoruz galiba.

    bu entry sözlükle çok alâkalı değil esasen, fakat mayhoş bir durum bence. ağlama değil çünkü artık uyuşmuş bir hâl söz konusu, ne olsa kabulleniyoruz, hiçbir şeye gücümüz yetmiyor, takatimiz kalmamış, geleceğimiz belirsiz.

    mutsuzum ve galiba devam eden yıllar da böyle sürecek, çok da takmıyorum bunu, dediğim gibi bir mayhoşluk, uyuşukluk var.
  • 217
    çok boş birisiyim be sözlük.

    cidden hiçbir yeteneğim yok, abartacağım biraz ama mazur görün; ne kitap okurum ne film izlerim ne bir sosyal aktivitede bulunurum ne bir yerde bir şeylere fayda sağlarım. bu sene inşallah üni bitecek ve ciddi ciddi sadece bir arkadaşım var okuldan, binlerce öğrenci var sırf bizim fakültede. yapmayı planladığım meslek için sosyal ilişkiler çok önemli ama benim çevrem falan da hiç yok, aslında asosyal biri değildim ama nasıl olduysa ünide ortam olarak dikiş tutturamadım.

    yabancı dil bilmiyorum, kendi başıma öğrenmeyi denedim ama bir yerden sonra sıktı hem de tek başına zor oluyor. yl yapar mıyım diye düşünüyordum, ales'tir, yökdil'dir, mezuniyet puanı ve bilim sınavı vs gene boş ver dedim. araştırma görevlisi olmak için elli kişi başvuruyor, ona indirip bir kişi seçiyorlar e imkansız gibi bir şey bu.

    sadece yl desen e hâlâ öğrencisin, okul istanbul'da, ev başka yerde gene bir sürü masraf olacak, sıkıntılı iş yani. burs falan aslında bir şeyler ayarlanır da akademi olmasını isterdim ama ne yaparsın. hem dil de sıkıntı, ingilizce bilgim a2 falan haydi zorlasan b2, ne yapabilirim ki? ales'i haydi yaptık diyelim, dil harbiden sıkıntı.

    geçen gündem olmuştu ya akit yazarı kadın bu dil barajını ya fetöcü ya da batıcı demişti ya, hayin fedöcüler sizi.*

    bir de şu var, istediğim alanda ingilizce ne denli yeterli olur o da muamma. almanca gerek mesela ama onu nerden öğreneyim bu yaşta. daha ingilizce bilmiyorum.

    geçen yaz bilgisayar topladım, o kadar para verdim ama birkaç ay fifa oynadım sadece, oyun da oynamıyorum. filme oturunca sıkılıyorum, kitap okumak istiyorum ama o da sıkıyor. futbolu da izlemiyor gibiyim. önceden de odun gibi yaşıyordum ama şu an çığır açtım.

    yalnızlığım zaten öteden beri beni yalnız bırakmıyor, bak laf oyunlarına bak, demek ki yalnız değilmişim.* günde yüz kelime konuşuyor muyum merak ediyorum. okul açıkken okulda tanış olduğum bir allah'ım kulu olmadığı için akşam yurt arkadaşlarımla konuşmaya başlarken sesim boğuk çıkıyordu başta, kaç saattir tek kelam etmediğim için.

    psikologlar çok para istiyorlar, okulun vardı ona gittim sağ olsun bir şeyler konuştuk ettik 4-5 hafta, istediğim için psikiyatra da gönderdi, psikiyatr sen hele devam et oraya, acelemiz yok dedi. ben sosyal fobi olduğunu zannediyorum ama tabii ki bu yalnızca bir zan, ben psikiyatr mıyım sanki.

    valla ömrümün sonuna kadar yemeği falan verseler herhalde aylak aylak yaşarım.

    başta dediğim gibi harbiden boş ve vasıfsız biriyim, hayırlı olsun.*
  • 287
    selamlar sözlük.

    en son 1 ay önce entry girmişim, bu süre zarfında hayatımda birçok şey değişti. mesela, 3 yıl aradan sonra tekrardan amerika birleşik devletleri'nde yaşayan sözlük yazarlarına katıldım. bunu yaparken kariyerimi * etkileyecek kararlar vermek durumunda kaldım.

    türkiye’de yaşadığım süre zarfında farklı illerde ikamet eden sözlük yazarları ile tanıştım, kimisi ile tribünde kimisi ile farklı mekanlarda galatasaray maçları izledim, birlikte sevindim, birlikte üzüldüm. pandemi döneminde skype, clubhouse vb. platformlarda saatlerce kafa patlattık, galatasaray’ı konuştuk. bazıları ile daha samimi olduk, birbirimizi abi-kardeş olarak görüyoruz, ve hatta ailecek görüşüyoruz.

    6 şubat 2023 depremini yaşadık ve daha önce hiç tanışmadığım childofbodom’un ve eşinin enkaz altından sağ kurtarıldıkları haberini okumak umuduyla defalarca başlığını kontrol ettim.

    aileme, arkadaşlarıma, galatasaray’a 8000 km uzakta olmak hiç kolay değil. ama bazen şartlar bunu gerektiriyor.

    neyse, çok uzattım. hayat gerçekten çok kısa renktaşlar. kendinizi üzmeyin, kimsenin de sizi üzmesine izin vermeyin. inanın, cesur olun, çalışın çabalayın, inandığınız şeylerin peşini bırakmayın. *

    bugün benim doğum günüm * * ve entryi yollamak üzere iken spotify “this is teoman” playlistimde “paramparça” çalmaya başladı.

    iyiki varsınız. iyiki galatasaray var!

    şerefinize.
  • 248
    saat 16:48 ve ben buraya düştüm. evet iş yerindeyim ve kafam güzel.

    dünden rezerve ettiğim toplantı odasına öğlen girdiğimde yoğun çamaşır suyu kokuyordu. iş yerinin en sevdiğim, en kafa insanlarından olan temizlik görevlisi hanıma (o olmasa gerçekten çekilmez bir yer olurdu burası) neden toplantı öncesi odaya çamaşır suyu bastın, bizden kurtulmak mı istiyorsun dedim. * güldü, sizden önce dışarıdan işletmeye gelen birileri çalışıyordu, size oda hijyenik kalsın istedim dedi. peki dedim, toplantıyı yaptık.

    yarım saat kadar önce ise fabrikaya ilaçlama firması geldi ve ofisleri ilaçladılar. zararı var mıdır, çıkayım mı dedim. hayır dediler. çalışmaya devam ettim. benim nazik, yıpranmış, örselenmiş beynimin bu kadar etkileneceğini bilemediler.

    şu an bulutların üzerinde gibiyim ama bir yandan da sanki savaş ay gibi varili yakmışım sokakta, dumanlar tütüyor. levent oran ile feminist bir kadın tartışıyor. az önce ilk aşkımın silüeti belirdi gözümde. hafif bulanık görüyorum. boynunda 1994 yılında hediye ettiğim galatasaray kolyesi var. evlenmesine rağmen çıkarmamış. behzat ç. gibi küçüklüğümle sohbet ettim az. yaşlılığımı da aradım ama bulamadım. ya genç öldüm ya da hiç yaşlanmıyorum. zaman farklı ilerliyor ya da ilerlemiyor, zaman sapması var. wish you were here çalıyor kafamda ve dolayısıyla eternal sunshine of the spotless mind'daki kumsalda yatıyorum. emin değilim orası başka bir kumsal da olabilir. serçe yaklaşıyor yanıma bir tane. bunu kafamdan atmak istiyorum ve şarkıya karşı koymaya çalışıyorum ama reflekslerim çok zayıf. anestezi almış gibiyim. beynimde filler s..işiyor. git diyorum, gitttt. kafamdan atmayı başardığım an bu kez orhan gencebay'dan aklım takıldı çalmaya başlıyor. güzel gözlerine aklım takıldı diyor şarkıda. tüm güzel gözler, film şeridi gibi geçiyor zihnimden. ölüyor muyum? onu sonlandırmak istiyorum, ferdi tayfur'dan sanma ki yaşıyorum başlıyor. az önce sesler karıştı sanki. where is my mind girdi devreye ve devrelerim hepten yandı sanırım. bir yanık kokusu geliyor burnuma. yanan kablolarımın kokusu. miyelin kılıf mıydı o? endoplazmik retikulum ne işe yarardı? proteinlerin sindirimi midede başlar. büyükçe balıkların olduğu bir denizde yüzüyorum ama balıkları ben görmüyorum. ısıracaklarını düşünmüyorum ama ısıracakları söyleniyor. korkmuyorum. hey çalıyor ve taksi ilerliyor new york'ta güzel bir caddede. barney stinson ile robin scherbatsky öpüşmeye başladı. brad pitt (dünyanın en karizma adamı) legends of the fall'daki sahneyle bire bir aynı 7-8 tane at ile geçiyor fabrikanın bahçesinden. ooo kafamız çoook güzellll. asmalı, tünel, pera, beyoğlu aşık sana. cimbombom anlasanaaaa...
  • 176
    https://youtu.be/oQctDufFouk

    az evvel rahmetli kemal sunal'ın yoksul filmini 55. kez izledim. han'da çalan girişteki şarkıydı bu. bizim tribünlerde de kült bir besteye dönüşmüştür hatta 87 şampiyonluğu zamanı. o günlerden beri söylenir.

    olm o değil de 80'ler arabesk nasıl bir girdap, nasıl bir dipsiz kuyudur lan? kapıldın mı içinden çıkamıyorsun amk :(
App Store'dan indirin Google Play'den alın