• 253
    çok değil daha 15-20 gün önce bu başlık altında yapılan bir tartışma vardı ve birçoğumuz ağzımız açık takip etmiş; platon'un devletinden bir tartışma okuyormuş hissine kapılmış; o gün oraya yazan, fikrini böylesine güzel bir şekilde beyan edenlere de sözlükteki tartışma seviyesini bu denli yukarı çektikleri için imrenmiş ve teşekkür etmiştik.

    sözlükteki yazarlardan, en azından başlığının altında bulunan o kaliteli tartışmaya saygı için başlığında saçma argümanlarla ve çocukça polemikler çıkarılmamasını rica ettiğim; uzun da olsa bir solukta okunan yazılar yazan, gerçekte de yazarlık yapan bir yazar arkadaşımız.
  • 257
    düşüncesi, fikri önemli değil, yazdıklarına onun kadar emek harcayan 3-5 yazara sahip sözlüğümüz. bu şartlarda fikrine tamamen karşı dursan bile önce durup emeğine saygı göstereceksin. kim olursan ol, eğer cevap vereceksen en az onun kadar emek harcayacaksın. şurada sözlüğü güzelleştiren, okunası, fikrini hem açık açık yazıp hem de okunur kılabilen 3-5 yazar varken saçma sapan düşüncelerini cümlelere değil de kelimelere dökerek yazarsan seni linç ederler, kimse de sesini çıkarmaz.

    sözlük her gün daha da okunmaz bir hal alıyor bilmem farkında mısınız? bence sözlük bilgi ve özgün tespit içeren bir yer olmalıyken "aslanım, kaplanım, fenerbahçe çok rererö, terim gelsin mancini gitsin, ünal çok yaşa" dan öteye gitmiyor. nerede o eski dünya futbolundan bilgiler veren, bana göre allah'ın unuttuğu ligler hakkında bir görüş beyan edecek kadar spor kültürü üst düzey olan yazarlar, nerede şimdiki "oo liverpoolsözlük oldu burası isterseniz çıkalım rahat olun"cular...

    nitekim sözlerimi şöyle tamamlamak istiyorum; extensor git arkadaşlarını çağır, adam eksik...
  • 259
    her entrysini, yazısını sıkılmadan, ilgiyle okuduğum belkide tek yazar.

    edit: vay a.q. anında ofsayt yağmuruna tutulmuşuz. siz ilgiyle okumuyo olabilirsiniz de okuyanlara bu ne nefret lan. ayrıca entryi dikkatle okursanız yazdıklarının hepsi %100 doğru, yazılarının doğruluğu tartışılmamalı, herkes ona biat etmeli falan demedim ben. sadece yazdıklarını ilgi çekici, kayda değer buluyorum ve sıkılmadan da okuyorum. öyle meselelere öyle farklı bakış açıları sunuyor ki bazen 'vay anasını haklı olabilir aslında' dedirtiyor bazen de 'e burda da biraz saçmalamış sanki' dedirtiyor. bi insanın yazılarını ilgiyle sıkılmadan okumak demek o insanın her dediğini doğru kabul etmek mi demek ya. ne ilginç kafalar var şu sözlükte arkadaş. hepi topu basit bi iyi niyet entrysi girelim dedik. neyse sen yazadur severek okuyoruz.
  • 261
    kupa finali maç yazısında semih için üçlü stoperin sağında oynadığını bek oynamadığını yorumcuların da bunu anlayamadığını yazmış. trabzon maç yazısında ise iki maçtır 4-4-1-1 formasyonuyla oynadığımızı çıkartabiliriz, rahat 4-5 yıldır kendisini çok ciddi takip eden biri olarak öz eleştiri tarzı bir kaç şey yazmasını beklerdim hatta yazıyı okumaya başlamadan semih'in pozisyonu için ne demiş diye meraklanmıştım.
  • 263
    (bkz: #1490699)

    futboldan anlayan ama filmden anlamayan yazar yüzüklerin efendisini hollywood filmleriyle kıyaslaması bunu gösterir.

    bir kitabın filme en iyi uyarlamasıdır yüzüklerin efendisi.

    tamamen yeni bir dünya yaratmış tolkien bunu sadece yüzüklerin efendisi serisini izleyip anlayamazsınız tabi ki.

    (bkz: silmarillion) diye bir şey var sanırım duymamış kendisi.

    yüzüklerin efendisinde ki tüm baş karakterlerin tarihi bellidir dedesinin dedesi bile bellidir soyu sopu bellidir boşluk yoktur hikayede. tüm taşlar yerine oturur elfler insanlar maialar cüceler hobitler ve daha sayamadığım bir çok ırk inanılmaz korur dengeyi tolkien. zamanı olursa kitapları okumasını tavsiye ederim.

    edit: beyler kavga varmış gibi konuşmayın la dm yoluyla da konuşuyoruz olayı gülücük mü koyalım buraya facebook gibi :)
  • 265
    (bkz: extensor/@james)

    uzgunum, extensor da soylediginde haksiz, james de.

    extensor'in begendigi filmler, icerik-metin filmleri. bicimi gozardi edip tek basina icerige bakarsaniz dunyanin en iyi sinemasi yesilcamdir onermesinde buyuk bir dogruluk payi olur. matrix'i 20 yil once cekseydi wachowski kardesler eminim o ozel efektler yerine baska cozumler bulacaklardi ve ortaya cikan seye daha fazla saygiyla yaklasabilirdi extensor da. matrix sinema tarihinde ozel efektleriyle degil, anlatimi, metni ve bicimiyle kilometre tasi olmus bir filmdir. film okullarinda ders kitabi gibi anlatilir.

    yuzuklerin efendisi tam bir hollywood filmidir. sinema tarihindeki yeri populer kulture kattiklarindan dolayidir. yonetmenin ozel imzasi bir cekim icermez, anlatimi daha once yapilmis filmlerden cok daha farkli degildir, sanatsal bir ozelligi yoktur. bu ayrimi soyle anlatmaya calisayim. avrupalilar bir ara sinemayi ikiye ayirip aciklamaya baslamisti: film ve movie. art-house, author sinemasi, cinematographer sinemasi vs vs film diye adlandirilirken, box-office sinemasi, hollywood, produksiyon sirketleri sinemasi movie olarak adlandiriliyordu. yuzuklerin efendisi bir movie. matrix de bir movie, aksini soyleyemez kimse. ancak matrix sinemaya populer kulture katkisinin disinda bir seyler sunabilirken yuzuklerin efendisinin sundugu kitabin sundugundan farkli bir sey degildi.

    lotr'in en iyi kitap uyarlamasi olmasi izafi bir durum. ondan cok daha iyi kitap uyarlamasi en az 10 film sayabilirim. tabi bu benim gorusum olur, ayni lotr'in en iyi kitap uyarlamasi denmesi gibi.

    "tamamen yeni bir dünya yaratmış tolkien bunu sadece yüzüklerin efendisi serisini izleyip anlayamazsınız tabi ki.
    (bkz: silmarillion) diye bir şey var sanırım duymamış kendisi.
    yüzüklerin efendisinde ki tüm baş karakterlerin tarihi bellidir dedesinin dedesi bile bellidir soyu sopu bellidir boşluk yoktur hikayede. tüm taşlar yerine oturur elfler insanlar maialar cüceler hobitler ve daha sayamadığım bir çok ırk inanılmaz korur dengeyi tolkien. zamanı olursa kitapları okumasını tavsiye ederim." burasi tamamen kitapla ilgili, filmle degil.

    film gorsel ve isitsel bir malzeme oldugu icin kisiye gore begenilmesi fazlaca degiskendir. zevkler tabi ki tartisilmaz ancak isin sanat kismina girip, sinema degil, ya da film degil demek icin onun arkasini iyi doldurmak ve bilmek gerekir. lotr sinema sanatinin konusturuldugu bir film degildir. basarili bir produksiyon filmidir. matrix'in de sinema tarihindeki yeri american beauty'den cok daha onemlidir. ayrica american beauty kendisinden bir sene once cikmis "happiness" filminin farkli bir versiyonu gibidir. sanatsal ve oyunculuk anlaminda happiness daha karanlik ve daha vurucu bir filmdir. american beauty, happiness'e gore fazla hollywood'dur.

    sinemayi anlamak istiyorsaniz neden sinemacilarin "citizen kane"i sinemanin gelebilecegi en ust nokta saydigini anlamaya calisin. bunu cozdugunuzde bir filmin sinemasal degerini olcmeniz daha kolaylasacaktir.
  • 267
    konu hakkındaki yorumum:

    -bu neoluor?
    +gs sözlük film kulübü
    -çok iyi de oldu çok güzel iyi oldu taam mı? şimdi meselam film olayını çok karıştırdılar. ha aralarında bi fark kaldı; o farknan çok güzel oldu. meselam herkesin hayatına kimse karışamaz. ha nasıl karışamaz? ben bu şekkil filmi izlerim bu bağyan şu şekkil filmi izler, şı şu şekil fimi izler. ha hiç kimse kimseye karışmaya hakkı yok. özgürlüğü bidir. haa film gurban olduğum hollywood'dan gelebilir amma lakin ki öyle değildir. eyyorlamam bu kadar :(((((((
  • 268
    muhtemelen imdb top 250 listesini çok fazla önemseyen bir yazar kardeşimiz. sinemadan çok anladığını iddia ediyor. buna rağmen matrix gibi bir filmi jason statham filmleriyle kıyaslıyor. bence sinemadan anladığını zannediyor sadece. imdb top 250'den film seçmekle sinema uzmanı olunmaz. ha bu arada seven (veya se7en) de salt bir hollywood gişe filmidir. imdb top 250'de olması onu bir sanat şaheseri yapmaz. burada biraz kavram karmaşası yaşanmış bence.
  • 270
    muhtemelen izlediği filmeri ''gerçeklik'' ekseninde yorumlayan ve izleyene net bir mesaj verebilen filmleri seven bir yazar. benim kafadan aslında. bugün özelden sohbet ettiğimizde ayrıca iyi bir western tutkunu olduğunu da anladım. kendisi gibi ben de matrix, yüzüklerin efendisi gibi bol ve gereksiz aksiyon olan ve toplumsal bir mesaj kaygısını ikinci plana iten filmlerden çok fazla haz etmiyorum. zaten bu filmlere kötü diyen de yok. sadece zevk meselesi.
  • 271
    (bkz: extensor/@paredros) fer'i müdahil olarak ekleme yapmak istiyodum ama çok yorgunum sadece o son cümlede citizen kane'i gördüm ve anılarım canlandı. bahçeşehir fotoğraf ve video bölümü yetenek sınavları sonrası girdiğim mülakatta iletişim yerine sinema ağırlıklı konuştuğumdan mülakatı yapan bölüm başkanı sormuştu: "imkanın olsa hangi filmi çekmek isterdin?" diye. ufak bir nefes alıp hınzır bi gülümsemeyle "citizen kane" demiştim. milyon dolarlık cevaptı ama portfolyom yeterli gelmediği için %50 burs alabilmiştim, o da kurtarmamıştı haliyle. neyse diyeceğim şeyi örneklerle açıklayayım.

    şu 1: ben iskandinav sinemasının post-modern travmatik sorunlara eğilen filmlerine hayranım. ama bir yandan da bilim kurgu diye ölüyorum. bilim kurgu da değil aslında daha spesifik olarak uzay operası görmek istiyorum. spock'la enseye şaplak göte parmak atılganda takılayım istiyorum. ne bileyim ftl motoru bozukken starbuck'la ambrosia'sına triad oynayayım falan istiyorum. o dünyaların içine girmek istiyorum. ama mesela battlestar galactica'nın filler episode'larının kötülüğü beni uzaklaştırıyor diziden (lotr örneğine dönersek bay frodo'nun o ergen kız tripleri buna eşdeğerdir). işte o filler episode'lar hollywood oluyor. içeriği doldurmak için bir sürü "tribüne oynayan sergen" koyuyorlar yapımlarına. ama yapacak bir şey de yok. o sergenler olmadan kimse lucescu'yu istemezdi muhtemelen. çünkü çoğunluk sergeni istiyor ama ben arkasındaki dehayı görmek istiyorum. gişede kaybeden olmayı kabulleniyorum yani sorun değil. (nerelerden nerelere geldim ben neler oluyor? çok yorgunum ya)

    toparlayayım.

    şu 2: futbolda sacchi'nin milan'ı neyse sinemada orson welles'in citizen kane'i odur. futbolda real madrid neyse sinemada hollywood odur. her daim kazanmaya oynar, tribünde en çok kazanan odur. büyüklüğü tartışılmaz ama 100 milyon euro sinemada da çöpe gidebilir futbolda da. daha az bütçeye daha güzel futbollar ve filmler mümkün olabilir. (olm ne laf çaktım. madridistalar affeylesin tebrik ederim bir katalan olarak heheh)

    diyeceklerim bu kadar. yazar burada ne anlatmaya çalıştı kendisi de pek anlamamış olabilir ama sıkmayın canınızı. lotr drinking game oynayın. frodo her ergenlik yaptığında bir shot bira (ya da başka bir şey) legolas her uzaklara baktığında bir shot, gandalf her gandalflık/bilmişlik yaptığında bir shot. yarım saatte eğlenmeye başlarsınız filmi tamamlayamadan çok eğlendiğinizi düşünerek sızarsınız. denedik işe yarıyor.

    hadi bu da kıyağım olsun:
    https://static.squarespace.com/...lotrdiring362012.jpg

    edit: şimdi farkettim sadece bu sondaki resmi paylaşıp işin içinden çıkabilirmişim aslında.
  • 272
    (bkz: extensor/#1490925)

    filmleri kategorilendirmede biraz sknti var. guguk kusu, olu ozanlar dernegi, it's a wonderful life, treasure of the sierra madre..bunlarin hepsi icerik-metin filmleri. belli ki sen bu filmleri seviyorsun. bir filmde agir bilim kurgu, surrealizm, veya film gercekligi*** olmasi onlari daha az degerli kilmaz. sinemada iyi veya kotu bunlarin kendi icindeki degerlendirmelerle ortaya cikabilir. matrix icindeki anlatilan hikaye, olu ozanlar dernegindekinden cok daha muhimdir. olu ozanlar dernegi herkesin icinde yasayip dillendirebildigi sorunlari anlatip bir katarsis yaratir. bu aslinda kolay olandir. matrix ise felsefi ogretilerle, kutsal kitap gondermelerini birlestirip bir soylemde bulunur. su sahneyi hatirlamakta fayda var: neo, kahine gittiginde kahin kendisine vazoyu dert etme der. neo hangi vazo derken doner ve vazoyu dusurp kirar. nasil bilebildigini sorar kahine, kahin de: asil dusunmen gereken sana hicbir sey soylemeseydim o vazoya ne olacagi. sadece bu sahnede bahsedilen ogretiyle bile bir kitap yazabilirsiniz. kisacasi bazi filmler size bir dusunceyi verir (olu ozanlar dernegi gibi) bazilari o dusunce yapilarini verip sizden dusunmenizi ister (matrix gibi)
    jason statham filmleri konusunda ayni fikirdeyiz. eglencelik, disposal filmlerdir.

    simdi rear window'u ayirmam gerekir. cunku saydigin diger filmler metin-icerik filmleri olsa da rear window bir author filmidir. hitchcock'un neden muhtesem bir yonetmen oldugunu anlamak icin izlenebilecek filmlerden biridir rear window. basli basina bir alt tur olusturmustur rear window'la. bunun disinda elindeki teknolojiyle harika bir atmosfer yaratip, gormedigimiz bir dusmandan ve olaydan korkmamizi saglamistir.

    12 angry men de metin filmidir ancak onda da harika bir yonetmenlik ornegi soz konusudur. tek bir mekanda boylesine basarili bir katarsis yaratmak ustalik isi. bunun da disinda, yapildigi yil itibari ile sinemaya bambaska bir bakis acisi katmistir.

    simdi gelelim asil konuya. bahsettigin filmlerin hepsi katarsis yaratan ve usta isi filmler. peki ya katarsis yaratma cabasina girmeden, bazen 4.duvari yikan, bazen brechtien bir oyunculukla yabancilastiran filmler? iste asil anlatim ustaligi orada baslar. cunku guguk kusu harika bir film olsa da klasik bir dramasi vardir, hazmetmesi kolaydir. guzel demesi de kolaydir. ama bunuel'in agir surreal gondermeleriyle dolu bir filmini kolay hazmedemezsin, ve bu agir sanatsal isi basarabilmek bambaska bir yetenek ister. en son fassbinder'in world on wire filmini izledim. muhtesem bir bilim kurgu hikayesi, az bir butceyle ve yok denecek kadar az teknolojiyle kusursuz anlatilmis. konuyu destekleyen harika brechtien denebilecek oyunculuklar var. (sonucta fassbinder tiyatrocu). anlattigi hikaye ozdeslestirmeye musait degil diye boylesine harika bir filme kotu mu demek gerekiyor? tabi ki hayir.

    kisacasi ozdeslestirmeye musait usta isi filmler iyidir hostur ancak sirf bilim kurgu diye, surrealiste diye, film gercekligi var diye diger filmleri kotu film kategorisine alamayiz. tabi ki disposal filmlerden bahsetmiyorum.

    eger gercekten sanatsal, sinemaya degisim katmis filmleri izlemek isterseniz godard'i, fellini'yi, fritz lang'i, kurosawa'yi, bunuel'i, orson welles'i izleyin. hatta vaktiniz varsa potemkin zirhlisindan baslayin. hatta ve hatta gercekten sinemanin her seyini gorup, ozumsemek istiyorsaniz abstract sinemaya da bir goz atin.

    chuck palahniuk en sevdigim yazarlardandir, her kitabi sizi icine alir, hepsi kulttur ve bittiginde guzel bir tat birakir. ve hmm evet gercekten bu boyle diyip bazi seyleri sorgulatir, belki gozunuzu acar.
    julio coltazar ise sizi, icine girmeniz icin mucadele etmeye davet eder. sizi olabildigince zorlar, cevabi asla direkt vermez, ac oku, dusun - bul der. bitirdiginizde nerede oldugunuzu sasirirsiniz. agzinizda bir tat birakmaz cunku agziniz artik kulaginizin oldugu yerdedir. size bastan sona hayatinizi sorgulatir ve sizi oldugunuzdan daha zeki biri olmaya zorlar.
    bir de twilight gibi, olasiliksiz gibi cerezlik kitaplar var. zaten konumuz asla onlar olmadi.

    sinema asla disposal filmlerle ilgili olmadi. o parayla ilgili. gercek sinemaya girersek onu anlamak ve anlatmak icin once icerik ve bicim diye ikiye ayirmamiz gerekir. sonra turlerine gore degerlendirip konumlandirmaliyiz. sadece icerikle sinemadan bahsedilmez, bicim de en az icerik kadar onemlidir.

    ***film gercekligi: bunu su sekilde aciklayabilirim sanirim. aksiyon filmlerinde bir araba karsidan gelen veya ayni yondeki bir arabay hizlica carptiginda yan bir sekilde yerden havalanir. bu gercek hayatta olacak bir sonuc degildir, bu film gercekligidir. nasil ki hayali bir aks cizgisi vardir ekranda ve bu bir kanun gibi yapilmaya calisir, bu araba sahnesi de film gercekligi olarak boyle cekilir. aks cizgisinin gecilmeme sebebi ise, gectiginizde seyirci filmin hangi yone aktigini karistirir, akli karisir. film gercekligi, konvansiyonel filmlerde kabul gormus filmlerin kendi fizik kurallaridir.

    sinan icin not: daha once burada bir gonderme yaparak anmistim, godard'in weekend'ini izle. bitirdiginde yaz bana dusuncelerini:)
  • 273
    sadece jason statham filmleri ile the matrix'i aynı kefede (izle-unut) değerlendirmesi üzerine :

    --- alıntı ---
    matrix sadece bir film değil, aynı zamanda doğu mistisizmiyle yoğurulmuş batı felsefe, teoloji ve edebiyatının bir gövde gösterisi; uzak doğu dövüş sanatları ve silahlı kovalamacalarla çeşnilendirilmiş görselliğiyle gözümüze, edebi ve felsefi boyutuyla zihnimize hitap eden ''zekeriya sofrası'' misali bir ziyafet.
    matrix'i bu kadar ilgi çekici yapan, birçok farklı perspektiften -sinematografik, edebi, felsefi, dini vs.- değerlendirilmeye müsait oluşu aslında. yani matrix, derinliğini kullanılan sinema tekniklerinden ziyade edebi tenkitlere borçlu. malesef türkçe karşılığı olmayan tekniklerin başında edebiyat ve eleştiri literatürüne ünlü ingiliz şairi t.s. eliot tarafından kazandırılan ''objective correlative'' geliyor. bu teknikle yazar, (burada senarist ve yönetmen oluyor) okuyucuda (izleyicide) oluşmasını arzu ettiği belli duygu, düşünce veya çağrı-şımların uyanmasını, o duygu, düşünce ya da çağrışımı doğrudan doğruya beyan etmeden bir takım nesneler, durum veya olaylar zinciri kullanarak sağlamaya çalışır. kullanılan diğer bir teknik de ''allusion'', yani dolaylı yoldan yapılan atıflar, göndermeler. her iki tekniğin de hedefi kolektif bilinçaltına yani ortak tarihi, sosyolojik ve kültürel geçmişe sahip kitlelerdir. dolayısıyla matrix'te yapılan atıfları/göndermeleri anlamak için batı edebiyatı, felsefesi, mitoloji ve teolojisi ve hatta doğu mistisizmi hakkında yeterince malumat sahibi olmak gerekiyor.

    yapılan eleştriler ve yorumlara gelecek olursak; ilk olarak filmdeki bazı isimlerin içerdiği anlamlar üzerinde durmak gerekiyor galiba. filme adını veren matrix'in sözlük anlamı; bir düzlem üzerinde sıralanmış bir dizi sayı, figür veya işarettir. filmde matrix'in bilgisayar ekranındaki görünüşü de sözlük anlamına uygun olarak kurgulanmış, insan zihinlerinin tutsak alınıp köleleştirildiği sanal dünyaya latince rahim anlamına gelen matrix adının verilmesi yerinde olmuş. zira insanın kendini en güvenli ve rahat hissetiği ortam, içinde sürekli uyuyup dış dünyanın gerçeklerinden soyutlandığı tek mekan rahim olduğu, filmde ise insanlar suni bir rahim olan tüplerin içinde yetiştirilmekte ve bu insanlardan yapay zeka için enerji elde edilmektedir. gördüğü rüyayı kahinlere yorumlatmak istemesiyle tevrat'a konu olan babil kralı nabukadnezar, filmde düşsel/sanal dünyaya karşı verilen savaşın mobil kalesine, bir hoverkrafta is-mini vermiş. hoverkraftın modelinin numarası olan mark 3 no: 11 ise, incil'in, markus bölümünün, 3. babı'nın, 11. mısraına tekabül ediyor.
    (mark 3:11): ''murdar ruhlar onu gördükleri zaman önün-de yere kapandılar ve sen tanrı'nın oğlusun diyerek haykırdılar..''

    zion incil'de, dünyanın yok edilmesinden sonra tanrı'nın kuracağı krallık olarak geçiyor. filmde ise zaten mahvedilmiş dünyada matrix'ten kurtarılan insanların yaşayacağı tek şehir, insanlığın kurtuluşunu sağlayacak kişiyi bulmaya kendini adayan ve potansiyel mesih'i düş dünyasından uyandırıp, gerçekler dünyasına davet eden karaktere yunan mitolojisinde uyku tanrısı hipnos'un oğlu olan morpheus ismi verilmiş. ve tüm bunların tesadüf olduğunu düşünmek bu anlamda biraz saçma sanki. hristiyan teolojisinde baba-oğul-kutsal ruh'tan oluşan teslis, yani trinity, filmde asi-zevce-koruyucu şeklinde bir kadın kimliğiyle karşımıza çıkıyor. filmde morpheus'un baba, neo'nun oğul, trinity'nin de kutsal ruh olduğu bir teslisin varlığından da sözedilebilir bu anlamda. cypher, şeytan'ın isimlerinden lucifer'e, bir gönderme. adem'in kendisinden üs-tün olmasını kabullenemeyerek isyan eden şeytan gibi, cypher da neo'nun seçilmiş kişi olma olasılığını kabul et-meyip karşı safa geçiyor. (john milton'ın kayıp cennetinde, şeytan kendini oğul, isa'ya, hatta tanrı'ya üstün gördüğü için isyan eder). morpheus ve neo'ya ihanet etmesi göz önünde bulundu-rulursa, cypher'ın isa'ya ihanet eden havari judas'ı temsil ettiği de söylenebilir hatta. öte yandan cypher sıfır, hiç, önemsiz kimse veya şey ve şifre gibi anlamlan olan ''cipher'' kelimesinin bozulmuş hali de olabilir. thomas anderson ismi gördüklerinin dışında her şeyden kuşkulanan isa'nın havarilerinden st. thomas'a gönderme yapıyor. ayrıca anderson, insanoğlu anlamına gelen ve isa için kullanılan bir tabir. thomas'ın bilgisayarla ilgili illegal, korsan işler yaparken kullandığı ismi neo, basit bir oyun olan anagram ile yani harflerin yer değişimiyle one'a dönüşüyor. the one ise, hristiyan teolojisinde ''seçilmiş kul'' manasına gelmekte. nitekim neo, kendisini tanıyıp keşfettikten sonra bir mesih haline geliyor. sonsuz anlamına gelen ''eon'' ise, neo''nun diğer anagramı. edebi eserlere yapılan göndermeleri filmi kare kare inceleyip satır aralarını okuya-rak anlamak mümkün. bu inceleme film karelerinin kronolojik sıralaması gözetilmeden rastgele bir sıralamayla yapılmıştır.
    kontrolsüz sanayileşme, dengesiz kapitalist yayılım, birinci ve ikinci dünya savaşları ve hızlı teknolojik gelişim edebiyatta anti-ütopik/distopik gelecek kurgulan şeklinde yeni bir janrın oluşmasına neden olmuştur. matrix'in de görsel bir anti-ütopya olduğu söylenebilir. anti-ütopik dünya düzeni konusunun işlendiği en iyi ve en ünlü örneklerden biri olan george orwell’in 1984'ünde olduğu gibi, matrix'te de insanların hayatının görünmez bir iarede tarafından denetlenip yönlendirilmesi, kökleştirilmesi söz konusu.

    1984'te, ''big brother'' (büyük ağabey) adıyla zihinlerde somutlaşan bu irade, matrix'te insanların kendi elleriyle yarattığı ama kontrollerinden çıkan siberteknoloji halinde ortaya çıkıyor. 1984'te insanlar, ekranlar (screens) muhbirler ve düşünce polisleriyle denetim altına alınırlarken, matrix'te durum daha vahim. çünkü insanlar zaten zihnen ekranın içindeler, yani hayatları sanal ortamda farkettirilmeden manipüle ediliyor. ayrıca 1984 'ün düşünce polislerinden de beter sanal ortamın sağladığı ultra-doğaüstü güce sahip ajanlar da söz konusu. 1984'te rejim karşıtı winston smith'in sorgulandığı o ünlü 101 nolu odaya benzer bir yerde, yine potansiyel asi neo'nun sorgulanması da ayrı bir paralellik. neo'nun apartman daire numarasının da 101 olması böyle bir gönderme olasılığını güçlendirir nitelikte. cypher'ın, ajan smith'le pazarlık yaptığı sahnede ''bilgisizlik mutluluktur'' demesi ise, 1984'teki ''bilgisizlik kuvvettir'' sloganını hatırlatı-yor.

    görünmeyen, ne olduğu bilinmeyen iktidar teması, 1984'te olduğu kadar, kafka'nın şato ve dava romanlarında da işlenir. matrix'te ''gerçeğin çölü'' (desert of the real) şeklinde takdim edilen çorak topraklar, waste land'de hayat yerine ölüm veren topraklar olarak sunuluyor. eliot, çizdiği anti-ütopik dünya portresinde gerçeğin bir avuç dolusu toz ve gölgeden ibaret olduğunu; gölgenin de ilüzyondan başka birşey olmadığını ifade eder. matrix'te ise, bilgisayar ortamında yaratılan sanal dünyanın gerisinde gerçeğin kasvetli çölü uzanmaktadır. neo'nun ajanlara karşı mücadeleye hazırlandığı eğitim programında günlük iş koşuşturmasındaki insanların gösterildiği sahne (kırmızılı kadının da yer aldığı sahne) işyerlerine yetişme çabasıyla soluk soluğa, birbirlerinin yüzüne bakmadan, gözleri kendi ayaklarına kilitlenmiş şekilde koşuşturan insanların betimlendiği waste land'in, ''unreal city'' (gerçekdışı şehir) adlı bölümüyle benzerlik taşımakta. matrix'te de, çorak ülke'de de sistem içinde kendilerine biçilen role kanalize olarak robotlaşan, hem kendilerine, hem birbirlerine, hem de gerçeklere karşı yabancılaşan bi-reylere atıfta bulunulmakta-dır.

    neo'nun bilgisayarından gelen mesajla uyandırıldığı bölüm aslında filmin özeti gibidir. bu bölümde neo'nun bir hacker olduğunu, birşeylerin ters gittiğini hissettiğini ve bunu araştırdığını, özellikle morpheus adlı anarşistin yaptıklarıyla ilgili haberleri internetten takip ettiğini öğreniriz. aslında neo'nun bilgisayar sistemini ele geçirdiğini düşünmesi ironik bir durum ortaya çıkarıyor. çünkü o, bilgisayarlara hükmettiğini zannederken, matrix denen bilgisayar tabanlı bir sanal dünyada hayatına hükmedildiğinin farkında değildir. (karakterin içinde bulunduğu durumun farkında olmaması). bilgisayar başında uyuyakalan neo'ya filmin anahtar kelimelerinden ''uyan'' mesajı gelir, sonra da gerçek yüzüne vurulur. yani matrix'in ona sahip olduğu. derken kapı çalınır ve neo gelen müşterilerine kapı açmakla kalmaz, aynı zamanda kendi algı kapılarından ilki de açılır. neo'nun müşterileriyle arasında geçen konuşma filmin devamında neler olacağına dair ipuçlarıyla doludur (ingilizce tabiriyle bu kısım filmin foreshadwing'i). mesela choi, neo'ya ''kurtarıcımsın'' diyerek onun filmin ilerisinde mesih pozisyonuna yükseleceğinin işaretini verir. yakalanması halinde neo'yu ele vermeyeceğini kastederek söylediği ''bu asla olmadı. sen yoksun'' sözleri de neo'nun sanal dünyadaki fizikî/bedeni yokluğunu vur-gulamakta.

    choi, neo'yu dans kulübüne davet ederken onun fişten çekilmeye (unplug) ihtiyacı olduğunu söyleyerek yine tiyo verir; çünkü choi, neo'nun uçmaya, rahatlamaya olan gereksinimi kastederken aslında onun ileride kelimenin tam manasıyla zihnini matrix'e, bedenini ise suni rahime bağlayan fişlerden çekileceğini haber vermiş olur. filmin çıkış noktası olan düş ile gerçek arasındaki ayrım da ilk kez bu konuşma esnasında olur. neo müşterisine ''uyanıkken rüya görüp görmediğinden emin olamadığını hissettin mi hiç ?'' diye sorar. choi ise, bu hissi meskalin olarak tanımlayarak içinde bulundukları ironik durumu vurgular, çünkü zaten bütün hayatları bir halisinasyondan ibarettir ve bunun nedeni kesinlikle meskalin değildir. aldous huxley'in yerlilerin meskalin alıp düş ile gerçek arasındaki sınırı aşmalarım bizzat kendisi de tecrübe ederek anlattığı algı kapıları isimli eserine ilk defa bu sırada göndermeler yapılıyor. ka-pı simgesi bundan sonra birkaç defa kullanılıyor. mesela morpheus neo'ya iki kez şöyle der: ''ben yalnızca sana kapıyı gösterebilirim ama kapıdan kendin geçmek zorundasın''. insanların doğal yollardan doğmayıp suni bir şekilde yetiştirilmesi fikri de, huxley'in yeni dünya'sında insanların laboratuvarlarda üretilmesinden alınmış gibi. yine filmin bu bölümünde bilgisayardan gelen ''beyaz tav-şanı takip et!'' direktifi ile ali-ce harikalar diyarında'ya göndermeler yapılmaya başlar. neo kapısına gelen müşterilerinden birinin -dujour'un- omuzunda gördüğü beyaz tavşanın peşine takılarak gerçeklere açılan bir deliğin içine atlamış olur. filmde yapılan en bariz gönderme de bu zaten.

    morpheus, neo ile tanıştığında neo'nun içinde bulunduğu durumun psika-nalizini de alice harikalar diyarında benzetmesiyle yapar.
    morpheus: - gerçek olduğundan emin olduğun bir rüya gördün mü hiç neo? ya o rüyadan hiç uyanamazsan ne olur ? o zaman gerçek ve düş dünyalarının arasındaki farkı nasıl anlarsın ?
    bu retotik sorular jorge louis borges'in, olağanüstü masallar adlı kitabında anlattığı bin menkıbeyi çağrıştırmakta. çinli bir bilge rüyasında kelebek olduğunu görür, ama uyandıktan sonra rüyasında kelebek olan bir adam mı, yoksa kendini adam olarak düşleyen bir kelebek mi olduğundan emin olamaz. filmde ise herkes birbirinin rüyasında yaşamaktadır, çünkü matrix kollektif bir rüyadan başka bir şey değildir. ajanlar onu yakalamaya geldikleri zaman neo'nun çalıştığı ofis birden labirente, neo ise kendi yaptığı labirente tutsak edilen mitolojik kahraman dedalus'a dönüşür. labirentten kaçarken babasının sözünden çıkıp güneşe çok yaklaşan icarus'un balmumundan kanatlarının erime-siyle denize düşüp olması gibi neo da, morpheus'un verdiği direktifleri tam olarak yerine getiremediğinden labirentten kurtulamaz ve ajanların eline geçer.

    neo ile kahin arasında geçen konuşma da ipuçları içermektedir. kahin neo'ya, ''o'' olduğunu üstü kapalı bir şekilde söyleraslında. konuşmaları sırasında kahin, ''beklediğimden daha sevimlisin, kuşkusuz o (trinity) senden hoşlanıyor'' der. neo ise ''kim ?'' diye sorarak trinity'nin ona âşık olduğunun farkında olmadığını gösterir. daha önce trinity'nin seçilmiş kişiye aşık olacağı kehanetinde bulunan kahin'in, neo'nun ''o'' olduğunu bildiği de ortadadır. kahin neo'ya ''o'' olup olmadığı konusunda ne düşündüğünü sorar; neo ise bilmediğini söyler. bunun üzerine kahin latince, ''kendini bil'' yazan levhayı göstererek ve ''o'' olmanın aşık olmak gibi bir şey olduğunu, bunu içten içe, baştan ayağa bilebileceğini belirterek neo'nun henüz kendisini tanımadığını ve ancak kendini tanıyıp keşfettikten sonra ''o'' olabileceğini ima etmiş olur. kahin, neo'nun bir şey olduğuna kendisini ikna edebilecek bir şey, bir kanıt beklediğini söyler. burada samuel beckett'in, godot'yu beklerken (vaiting for godot) adlı oyununa gönderme yapıldığı söylenebilir. neo da içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmak için ilahi birşey beklemektedir sanki. godot'yu beklerken'de godot tanrıdır ve asla gelmez. ama filmde godot teslisin bir parçasını, kutsal ruhu temsil eden trinity'dir ve filmin sonunda gelip neo'yu ölümden kurtarmakla kalmaz, ayrıca ''o'' olduğunun ayrımına varmasını, algı kapılarının sonuna kadar açılmasını sağlar. burada trinity, dramada olayın dışındaki bir gücün bütün güçlükleri çözmesi, kahramanı çıkmazdan kurtarması demek olan ''deus ex machina'' görevi görüyor. böylelikle hristiyan teolojisindeki isa'nın yeniden dirilerek (rection) insanlığı kurtarmaya geleceği (second coming) inancına paralellik çizilmiş ve kahin'in, neo'nun ''belki diğer hayatında'' one olabileceği kehaneti de doğrulanmış olmakta.

    morpheus yakalandıktan sonra ajan smith ile aralarında geçen, daha çok ajan smith'in monologu şeklindeki konuşma darwin'in ünlü eseri origin of specise/türlerin kökeni'nde savunduğu çevresine en uyumlu olan türlerin varlıklarım devam ettirebile-ceğine dair teorisi (survival of the fittest) 'ni çürütür nitelik-te. ajan smith'e göre insanlar memeli değillerdir, çünkü diğer memeliler gibi belirli bir habitatları yoktur ve doğayla uyum sağlamak yerine sürekli çevre değiştirip kaynak tüketirler ve bu yolla varlıklarını sürdürürler. yine bu konuşmasında ajan smith insanların bir tür veba, kanser, virüs olduklarını belirterek yahudileri yok edilmesi gereken haşere olarak gören hatta bunun için kimyasal zehirli gazlar üreten nazi zihniyetini çağrıştırıyor. neo, kırmızı hapı aldıktan sonra cypher'in ona ''kemerlerini bağla dorothy, çünkü kansas arkanda kalacak'' dediği sahnede, wizard of oz/oz büyücüsü'ne ilk gönderme yapılıyor. daha sonra filmin sonlarına doğru, ajanlarla neo arasındaki kovalamaca sırasında tekrar gönderme yapılıyor. fantastik, düşsel bir dünyaya gelen küçük kızın öz büyücüsü'nden yegâane isteği evine, gerçekler dünyasına dönmektir. aynı şekilde neo da telefonla bağlantı kurduğu tank'e ''bay büyücü'' (mr. wizard) diye seslenerek onu sanal ortamdan kurtarmasını ister. filmi janr bakımından tekno-modern bir destan olarak nitelendirebiliriz, çünkü epik geleneğin birçok özelliğini taşımakta.

    filmde hemen her destanın demirbaş karakterlerinden bilge kişiyi morpheus, kahini orta yaşlı bir bayan, kahramanı ise neo temsil ediyor. her destanda olduğu gibi filmde de yaşadığı olaylar ve tecrübeler sonucu şahsiyeti gelişen kahraman birşeylerin ayrımına varıyor (anagnorisis), çoğunluğun menfaati için kendini feda edip doğaüstü güçlere karşı savaşıyor. destanlarda olaylar engin bir coğrafyada geçer ve bu şekilde evrensel bir kimliğe bürünür. filmde de olayların geçtiği yer spesifik değil, böylelikle anlatılan sadece bir ulusun değil tüm insanlığın başına gelenler olarak yansıtılmış. destanların temel motiflerinden ''arayış'' (quest) teması filmde gerçeği ve kendini arayış şeklinde işleniyor. destanlarda görülen yolculuk (journey) motifi ise filmde reel ile sanal dünyalar arasında gidip gelme biçiminde kullanılmış. homeros'un odysseia'sında yapılan yolculuklar, aslında kahramanın iç dünyasına doğru yapılır ve bu yolculuklar ile yaşanan her olayın neticesinde kahraman biraz daha kendini keşfeder. aynı şekilde filmin de içsel bir yolculuk hikayesi olduğu söylenilebilir. filmin işlediği temalarsa muhtelif. temalar genel olarak neo'nun çevresinde gelişen olaylar ekseninde veriliyor. software firmasında çalışan thomas anderson, insanların kendilerine ve çevrelerine karşı yabancılaşması (alienation) ve gerçeklere kar-şı körleşmesi temalarının somutlaşmış hali. nitekim neo'nun yeniden doğduktan sonra, morpheus'a gözlerinin neden acıdığını sorması ve morpheus'un ona gözlerini daha önce hiç kullanmadığını söylemesi bunu gösteriyor.

    neo'nun eğitiminden filmin final sahnelerine kadar geçen bölüm boyunca, sokrates'in ''kendini bil!'' (know thyself!) deyişiyle belirtilen, kişinin kendisini keşfi ve ne olduğunun farkına varması (realization) temaları işleniyor. neo'nun insanlığı kurtarma misyonu da ayrı bir tema. insanların ulaştıkları teknolojik seviyenin verdiği gururla sarhoş oldukları bir anda başlarına gelenler ise mitolojik ve dini hikâyelerin temel temalarından olan tufan temasından başka birşey değil. varolan otoriteye karşı başkaldır-ma, anarşi teması da filmin bütününde işleniyor. neo'nun kırmızı hapı aldıktan sonra kaşsız, saçsız dev bir bebek görünümü ve saflığında bir tüpten doğması ve sulara batıp çıkarak bir nevi vaftiz töreninden geçmesi ise ruhun geçmişteki günahlarından arınması, rejenerasyon ve yeniden doğum gibi temaları veriyor. aslında bu yeniden doğum sadece zihnin bedene dönüşü şeklinde, çünkü kurtarılmış insanlar, yani zion ve nebuchadnezzar'da yaşayan insanlar haricindeki bütün diğerleri gibi, neo da varolduğu günden beri zaten o tüpün içindedir; bedeni yapay zekânın enerji elde etmesi için bir pil vazifesi görmekte, zihni ise yapay zekanın düzenlediği sanal dünya programındadır. kırmızı hap sayesinde neo'nun zihni bedenine geri döner. yani, suni rahimdeki uykusun-dan uyanır. uyanma (awakening) kendi başına filmin temel temalarından birisi. filmin anahtar kelimeleri uyan! (wake up) ve ayağa kalk! (get up!) ile doğrudan; neo ile kahin konuşurlarken çalan duke ellington’a ait, ''i’m beginning to see the ligth'' (işığı görmeye başlıyorum) adlı parçayla dolaylı olarak belirtilen uyanma teması aydınlanma, gafletten uyanma, yakaza (açık gözle düş görme) halinden kurtulma, kalp gözünün açılması şeklinde açıklayabileceğimiz bir tema. seçim yapma teması ise yine film boyunca işlenen temalardan.

    neo'nun kapısına gelen müşterilerinin adları choi ve dujour, fransızca ''günün seçimi'' demek. neo film boyunca seçim yap-mak zorunda kalıyor: patronu mr. rhineheart, neo'ya seçim yapma zamanının geldiğini söyler. ajanlar onu yakalamaya geldiklerinde neo ya morpheus'un söylediği yolu ya da diğer çıkışı kullanmak zorundadır. sorgusu sırasında ajanlar neo'ya iki seçenek sunarlar; ya ajanların yararına çalışacak veya işlediği suçların cezasını çekecektir. neo arabayla morpheus'a götürülürken switch ''ya bizim yolumuz ya da otoyol!'' diyerek başka bir seçim sunar. kırmızı hap-mavi hap seçimi ise neo'nun hayatında dönüm noktası (reversal of fortune/turning point) olur. eği-timi sırasında morpheus, neo'ya ''bizden biri değilsen onlardan birisindir'' diyerek yeni bir seçim sunar. kahine gittiğinde neo, kendi hayatı ile morpheus'unki arasında bir seçim yapmak zorunda olduğunu öğrenir. neo metroda ajanın ölmediğini gördüğünde cypher'ın tavsiye ettiği gibi kaçmak yerine mücadeleyi seçer.

    filmin verdiği mesajlar kişiden kişiye farklı algılanabilir ama genel olarak bir mesajın varlığından sözedilebilir: morpheus, neo'ya matrix'in hakikatlere karşı gözlerimizi körleştiren bir dünya olduğunu söyler. hakikat ise herkesin koklanamayan, tadılamayan veya dokunulamayan bir hücreye, yani zihinlerinin hapsedildiği bir hücreye doğduklarıdır. gerçekten de hepimiz zihinlerimizi önyargılar, batıl inançlar, korkular, kuşkular, yersiz prensipler, kısıtlayıcı toplumsal kurallar ve bunun gibi fazla dünyevi olan kavramlarla oluşturulmuş bir hücreye hapsederiz; dünyevi şeyler bizi gerçeklere karşı körleştirir, algı kapılarımız kapanır. ingiliz şair william blake'e göre de, ''algı kapılarımız açılsa herşeyi olduğu gibi görebilirdik..'' ya da nietzsche'nin dediği gibi, ''her insan eşi olmayan biricik mucizedir.'' yani her insan ayrı bir neo'dur. inanılmaz olana inanarak, kendimizi keşfederek, içimizdeki o'nu bularak, algı kapılarımızı açarak zihnimizi bu hücreden kurtarıp serbest bırakmamız mümkün olabilir.

    filmi edebi yönden ilginç yapan aşina olduğumuz şeyleri alışılmadık ve garip hale getirmesi, ters-yüz etmesi (defamiliarization). örneğin, alice harikalar diyarında'da kahraman alice'tir yani bir kız çocuğudur. filmde ise genç bir erkek haline çevirilmiş. kutsal ruh, baba ve oğul'dan oluşan ve eril bir kimlik taşıyan teslis, trinity, bir bayan olarak vücuda geçirilmiş. öz büyücüsü'nün dorothy'si de, neo tarafından temsil ediliyor. smith ismi 1984'te kitabın kahramanı, sistem mağduruna verilirken; filmde sistemin devamını, yürümesini sağlayan ajana ve-rilmiş. filmin finalinde ise neo uyuyan güzele dönüşürken, trinity de ona hayat öpücüğü veren prens haline gelmiş.

    matrix, çağrıştırdığı felsefi akımlar bakımından da oldukça zengin bir menüye sahip. filmin, platon'un idealar kuramı'nı ters-yüz ettiği gö-rülüyor. platon'a göre bizler, duyularla algılanan fenomenler dünyasında yaşarız ve bu dünyadaki herşey idealar dünyasındaki gerçek ve mükemmel olanın kötü bir taklidi, yansımasından başka bir şey değildir. diğer bir deyişle fenomenler dünyası matrix gibi bir çeşit sanal dünyadır. ancak, platon'un kuramında herşeyin mükemmel aslı idealar dünyasındadır ve duyular/fenomenler dünyasındakiler bayağı yansımalar, taklitlerdir. buna karşılık matrix'te gerçekler dünyası kasvetli, ürkütücü ve acılı; sanal dünya ise göz boyayıcıdır. yine platonit felsefeye göre idealar dünyasını ancak aklımız yoluyla kavrayabiliriz, matrix'e ise morpheus ve ekibi beyinlerinden fişlenerek akıl yoluyla sanal olana, ''matrix''e ulaşırlar.
    matrix'te, platon'un hocası sokrates'e de doğrudan bir gönderme yapılıyor. neo'nun seçilmiş kişi olup olmadığını öğrenmek için gittiği kahinin mutfak kapısında yazılı ''kendini bil'' ibaresi sokrat öğretisinin özü, filmin de dayandığı temellerden birisi. sokrates'e göre, bilgide önemli olan evreni bilmek değil, kendimizi bilmek tanımak ve bu yolla erdemli olmaktır. filmde, sokratik diyalektik'in de kullanıldığı söylenilebilir. morpheus neo'ya sürekli retorik sorular sorarak onun zihnini serbest bırakmasını, algı kapılarının açılmasını sağlamaya çalışır.

    - kadere inanır mısın neo ?
    - gerçek olduğundundan emin olduğun bir rüya gördün mü hiç neo? ya o rüyadan hiç uyanamazsan ne olur? o zaman gerçek ve düş dünyalarının arasındaki farkı nasıl anlarsın?
    - gerçek nedir ? gerçeği nasıl tanımlarsın ?
    - seni yenmeyi başardım? burada (bilgisayar programında) senden güçlü veya hızlı olmamın kaslarımla bir ilgisi olduğuna inanıyor musun? şu an soluduğunun hava olduğunu mu zannediyorsun ?

    neo-platonist felsefede doğru-yu, gerçeği bulma, kişinin dünyevi uykusun-dan uyanıp vecd ile üst bir bilince (superconsciousness) varmasıyla mümkündür. bu ruhun yukarıya, bir'e yükselişidir. neo'nun filmin sonunda üstbilince erişip havaya yükselmesi hem neo-platonist felsefedeki hem de hristiyan öğretisindeki ruhun yükselmesi (ascending) olarak yorumlanabilir.
    birbiriyle çelişen ve uyumlu olan birçok ayrı görüşten oluşan eski hint felsefesinin temelinde ilimde verilmeye çalışılan mesaj yatar. kendimiz ve çevremizdekiler hakkında bildiklerimiz yanlış veya yetersizdir. bunu aşabilmemiz için ya aldatıcı yanların büyük gücünden (maya) kurtulmamız, ya da dış görünüşlerin arkasındaki büyük tanrısal oyunu farkederek bu oyunun içine dalmamız gerekir. thomas, matrix'te yaşarken diğer insanların da, kendisinin de köle olarak doğduklarından habersizdir. neo gerçek dünyaya gelip, kendisini tanımaya başlayarak ve zihnini korku, kuşku ve inançsızlıktan kurtarıp serbest bırakarak bilgi zanettiği yanlışları aşar. sanal olanın gerisindeki gerçekliği kavrayarak matrix denen büyük tanrısal oyunun içine beyninden fişlenip zihin yoluyla girer. sahip olunan bilgilerin doğruluğundan, duyularla algılanan varlıkların gerçekliğinden kuşku duyma septik felsefenin temelidir. mouse, yenilen yiyeceklerin tadının doğruluk ve kesinliğinden tat alma duyusunu kullanmakla emin olunamayacağını belirterek septik bir tavır sergiler. kuşkuyu amaç değil, araç olarak kullanmasıyla septik'lerden ayrılan deskartes, düşünce yoluyla kendisine yönelip kendi gerçekliğini kanıksayarak, kartezyen felsefesinin özü haline gelen ''düşünüyorum, öyleyse varım'' sonucuna varmıştı. neo'yu rahatsız eden, uykularını kaçıran, yalnızlığa iten ve gecelerini bilgisayarının başında geçirmesine sebep olan, beyindeki bir kıymık gibi onu delirten de gerçeklikten duyduğu kuşkudur ve düşünce vasıtasıyla çıktığı içsel yolculuk neticesinde kendi gerçekliğine ulaşır.

    filmde, sokrates'in öğrencilerinin oluşturduğu bir felsefi akımın, kynik'lerin (kelbiler) etkileri de görülüyor. kynikler de, kendini bilmenin bir erdem ve elde edilebilecek en doğru bilgi olduğuna inanırlar. ayrıca kynikler gerçek mutluluğu kişinin içindeki bağımsızlık ve özgürlük isteğinde aramak gerektiğini savunurlar. filmin baş karakterlerini matrix'e karşımaya itenin bu istek olduğunu söyleyebiliriz. ferdlerin mutlak özgürlüğünü yerleşmiş iktidarın/otoritenin ortadan kaldırılmasıyla elde edebileceğini savunan anarşist ideoloji filmin çıkış noktalarından birisi. neo, henüz kurtarılmadan önce bilgisayarla ilgili kuralları ihlal ederek anarşist yanını sergiler. matrix'in kurallarının nasıl alt-üst edileceğini ve kırılacağını öğretmek ise neo'nun eğitiminin amacıdır. insanları baskı ve kaba kuvvetle değil, gerçek yanılsamasının verdiği haz ile elinde tutmayı ve sömürmeyi başaran yapay zekâ'ya karşı morpheus ve şürekasının vadedebilecekleri gül bahçesi değil, sadece özgürlüktür. ilk yüz yüze görüşmelerinde neo, morpheus'a kadere inanmadığını, çünkü hayatının kendi kontrolünde olmadığı düşüncesinin onu rahatsız ettiğini söyler. halbuki bütün hayatı yapay zeka tarafından idare edilmiş, kontrol altında tutulmuştur (irony of situation). neo özgürlüğü seçer, ama diğerleri için bu seçimi yapmak kolay değildir. her ne kadar gerçek gibi görünse de, alışkın olunan dünya görünüş ve düzenine benzese de matrix insan özgürlüğünü kısıtlayan bir sistemdir, kontroldür. gerçek dünya ise kasvetli ve çetindir. bu durumda insanlar ye ne pahasına olursa olsun anarşizme göre insanlık onuru demek olan hürriyetlerini seçecek ve kurtarılmaya hevesli olacak, ya da matrix'in onlara sunduğu ilüzyonu sömürülme ve köleleştirme pahasına kabul edeceklerdir. bu seçimin zorluğunu bilen morpheus, neo'ya çoğu insanın sisteme umutsuzca bağımlılıklarından ötürü onlara karşı koyacağı, matrix'i korumaya çalışacakları uyarısında bulunur.

    anarşizm ile büyük benzerlik gösteren hatta bu yüzden çoğu kere eşanlamda kullanılan nihilizm'e göre de varolan sosyal, politik, dini, vs. kurumların ortadan kaldırılması gereklidir. matrix'teki tüm bu kurumlar bir kandırmacanın parçasıdırlar; dolayısıyla yok edilmelidirler. neo'nun, choi'ya satacağı kaçak bilgisayar disklerini jean baudrillard'ın taklit ve hayaller (simulacra and semidation) adlı eserinin nihilizim hakkında olan bölümüne (on nihilism) saklaması bir tesadüf olmasa gerek. neo, filmin sonunda yaptığı telefon konuşmasında kuralsız, kontrolsüz, hudut veya sınırlamaların olmadığı, nihilistik dünya özlemini dile getirir.

    matrix'te, darwin'in evrim kuramının çarpıtılıp değişik bir bakış açısıyla yeniden değerlendirildiğinden daha önce bahsetmiştik. öyle görünü-yor ki, film darwin'in evrim teorisinden ziyade, nietzsche'nin evrim üzerine görüşlerini benimsemiş. nietzsche, doğal seleksiyonun neticesinde yani zayıf olanların elenmesiyle, isan türünün sonunda üst-insan soyu (race of supermen) meydana getireceğine inanıyordu. nietzsche'ye göre bu soy sadece fiziksel açıdan değil, aynı zamanda karakterlerinin sağlamlığı, ahlaki değerleri ve erdemleriyle de üstün olacaktır. nietzsche, asilce savaşacak kadar güç ve cesaretten yoksun, ahlaki zaafları olan, pasif ve hedonist insanların elenmesinden yanaydı. yapay zeka ile asiller arasında yapılan mücadele filmin doğal seleksiyonudur. bu mücadele sonucu gerçeklerin ağırlığını kaldırabilecek güçte erdemli ve onurlu insanlar varlıklarını sürdürecek; sanal dünyaya bağımlı olan zayıf karakterdeki insanlar ise elenecektir. neo, nietzsche'nin üst-insan kalıbına uygun olarak hem fiziksel yönden kusursuz, hem erdemli, hem de üst-insana has özel yeteneklere sahiptir. filmin sonunda, süpermen gibi göklere uçması da bunu gösteriyor zaten.

    filmin varoluşçu felsefeden de izler taşıdığı söylenebilir. varoluşçu/egzitansiyalist fel-sefe de bireyin kayıtsız şartsız özgürlüğünü amaçlar. varoluşçulara göre varolma özden önce gelir. yani insan kendi özünü kendi belirler; bir korkağı korkak, bir kahramanı kahraman yapan kendileridir. insan kendi tasarısıdır. kişi özünü yaratmak için içindeki potansiyeli fark etmeli ve ortaya çıkarmalıdır. neo, uzun bir süredir suni rahim içinde bedenen, sanal dünyada ise zihnen varolmasına karşın özünü gerçek dünyaya geldikten sonra bulur. nitekim kahin'e giderlerken neo bir restoranı göstererek orada yemek yediğini, oranın güzel makarna yaptığını, daha bir sürü bu tip gerçekte hiç olmamış hatıraları olduğunu söyler ve bunun anlamını sorar. trinity ise cevaben, ''matrix sana kim olduğunu söyleyemez'' der. çünkü matrix'te, kişilerin hayatları istenildiği şekilde manipüle edilebilmesine rağmen, kişinin özü ancak kendi tasarısıdır ve buna yapay zeka bile müdahale edememektedir. henri bergson ismiyle özdeşleşmiş olan sezgicilik'in de filmin yararlandığı felsefi akımlar arasında olduğunu görebiliriz. henri bergson'a göre sezgi gerçeği bilme yetisi, bilgi ise kendi bilincine varma içgüdüsüdür. bu yüzden kahin seçilmiş kişi olmanın aşık olmak gibi içgüdüsel bir bilgi olduğunu belirtir. filmde yine bergson'a ait olan zamanın göreceliliği kuramından da yararlanılmış. bergson'a göre zaman, insanların yarattığı bir kavramdır. zamanı takvim, saat gibi yollarla ölçmek veya sınırlamak boş bir çabadır ve her birey zamanı kendine göre algılamaktadır. gerçekten de zamanı bu şekilde ölçmek yanıltıcı olabiliyor. mesela 2000 yılına gireceğimizi düşünürken aslında eski roma takvimine göre 2753, musevi takvimine göre 5760, evrensel takvime göre 290.091.200.500.000.000 yılına gireceğiz. morpehus, neo'ya ''1999 senesi olduğuna inanıyorsun, fakat aslında 2199'a yakın bir tarihteyiz. hangi senede olduğumuzu söyleyemem, çünkü açıkçası bilmiyoruz'' der.

    filmi ilginç yapan taraflarından birisi de post-modernist yaklaşımlar taşıması. modernistlere göre hayat kaotiktir, ama düzenin sağlanabilmesi mümkündür. postmodernistler ise düzenin geri kazanılabileceğine inanmazlar. neo ve ekibi mevcut sanal düzenin yıkılıp yeni bir düzen kurulacağı umudunu taşımakla birlikte, yeni düzenin asla yapay zekanın egemenliğinden öncekine benzemeyeceğini, sanal düzenden daha zor, çekilmez ve kaotik olacağını bilmektedirler. bu bakımdan filmin post-modernizme daha yakın olduğu muhakkak. öte yandan film, post-modernizmin temel sorusu olan gerçeği de sorgulamaktadır. filmin başlarında neo'nun evinde gördüğümüz jean baudrilard'ın düş ile gerçeğin değerlendirmesini yaptığı kitabı, simulacra and semulation'ın da ortaya koyduğu gibi post-modernizmde imajlar, ikonlar ve simgeler temsil ettikleri gerçeklerden daha fazla önem kazanmıştır. hatta temsil ettikleri gerçek-lik artık varolmamaktadır. matrix'in kendisi imaj, ikon ve yansımalardan ibarettir ve artık temsil ettiği dünyanın yerinde kasvetli bir çöl uzanmaktadır. post-modernizm tüketici toplumu da sorgular. ancak filmde insanlar birşeyler tükettiklerini zannederlerken aslında kendileri bir tüketim maddesi, enerji elde edilen piller haline gelmişlerdir. post-modernizm hayatın bir kolaj olduğunu iddia eder. buna benzer bir şekilde film de çeşitli edebi, felsefi akımlar ve eserlerden oluşturulmuş bir kolaj niteliği taşımakta.

    film edebi ve felsefi açıdan bu kadar yoğun olmasına rağmen bir takım zaaflara da sahip. söz gelimi cypher'ın, operatör tank'ın yardımı ve kendisini fişleyecek birisi olmadan nasıl matrix'e geçip ajan smith ile pazarlığa oturduğu; bunu başarsa bile pazarlık sırasında nasıl olup da nebuchadnezzar tayfasından birinin dikkatini çekmediği bir muamma. morpheus'un yardımına gelen trinity ve neo'nun açtığı yaylım ateşinde nasıl vurulmadığı da ayrı bir merak konusu. asansörün patladığı sahnede, daha önce trinity ve neo'nun mahvettiği kolonlar ise sapasağlam görünüyor. filmin en önemli paradoksu ise zion hakkında. zion kurtarılmış insanların yaşadığı, gerçek dünyada yer alan bir şehirse nasıl bir bilgisayar giriş kodu oluyor ?

    filmin sorguladığı meselelere gelince. filmin, temel meselelerinden birisi kişinin kendisini kalıplaşmış düşünce ve önyargılardan kurtarması, zihnini serbest bırakması. nitekim neo mücadelesi sırasında zihnini serbest bıraktığı ölçüde başarılı oluyor. filmin irdelediği diğer bir konu akıl ve ruh ayrımı. bilimde ruhun varlığı (parapsikoloji gibi bilimselliği tartışılır dallar dışında) kabul edilmezken, mistik alanlarda ruhun akıldan üstün tutulduğu görülür. filmde seçimin akıldan yana kullanıldığını söyleyebiliriz.
    doğu mistisizminde ruhun bedenden ayrılıp, beden olmaksızın hareket edebildiği varsayımı, filmde aklın bedenden ayrılıp matrix'e gitmesi şeklinde ortaya çıkıyor. neo, morpheus'a sanal ortamda ölürse, gerçekte de ölüp ölmeyeceğini sordu-ğunda morpheus ona, bedenin akıl/zihin olmadan yaşayamayacağını söyler. buradan da filmin akıl ve ruhu ''akıl/zihin'' adı altında bir tuttuğu çıkarılabilir.

    filmde akıl yoluyla fiziksel güçlükleri aşabilme olasılığı üzerinde fazlasıyla durulması toy gençlerin rağbet ettikleri % 100 düşünce gücü, pozitif düşünce gibi isimlerle piyasaya çıkan kitapları çağrıştırıyor. filmin vurguladığı en önemli çelişki ise düş ile gerçek arasındaki ayrım. matrix hoş olanı, duyulara hitab eden güzellikleri, kanıksadığımız realiteleri kurtulunması gereken bir aldatmaca ve ilüzyon; acı verici olanıysa aklı selim insanların seçmesi gereken gerçekler olarak yansıtmış. ajan smith'in de kastettiği gibi, biz insanlar müspet olanın ardında menfilik arayan türde mahluklarız. bizler için mutlak mutluluk ancak hayal, acı ise salt gerçektir. ilk yapılan ütopik matrix'in değiştirilip acı ve olumsuzluklarla çeşnilendirilerek tekrar yazılmasının nedeni de budur. mavi rengin sakinleştirici, teskin edici; kırmızı rengin kışkırtıcı bir renk olduğu göz önüne alınmış olsa gerek, düş ile gerçek arasında yapılacak seçim kırmızı ve mavi hap seçimi olarak sunulmuş. bu seçim aşaması tıpkı robert frost’un, ''the road not taken'' (gidilmeyen yol) adlı şiirindeki seçimi gibi. frost iki ayrılan yol sapağında daha az kullanılmış olan yolu seçer:
    ''koruluktan, yol ikiye ayrıldı, ve ben daha az kullanılmış olan yola saptım. ve bu bütün farkı yarattı.''

    neo da, mavi hapı alarak bildiği yola gitmektense, kırmızı hapı seçerek daha önce çok az insanın geçmiş olduğu yola girer. zaten trinity ve arkadaşları onu arabalarına aldıkları zaman da aynı seçimi yapar. switch alternatifleri netlikle ortaya koyar: ''bizim yolumuz ya da otoyol!'' burada kullanılan otoyol benzetmesi, ac/dc''ye ait ''highway to hell'' (cehenne-me giden otoyol) isimli parçaya bir gönderme gibidir. trinity'nin de dediği gibi otoyolun nereye gittiği bellidir ve öteki yol denenmeye değerdir. nitekim neo da, seçimini bilmediği yoldan yana kullanır. morpheus'un belirttiğine göre kahin'in işlevi, sadece neo'ya doğru yolu bulmasında rehberlik etmektir.
    peki doğru yol nedir ? ''tao'' insanların içsel dinginlik ve uyuma ulaşması için takip etmesi gereken en doğru yol demektir. hristiyan öğretisinde ise biri cennete, öteki cehenneme giden iki yol vardır. morpheus, neo'ya yolu bilmekle yolu yürümenin farklı olduğunu söyler. ama asıl farkı yaratan bilmediğimiz yolda yürümek olsa gerek.

    --- alıntı ---

    lotr'a hiç girmek dahi istemiyorum :( elfçe makale yazabilirim.
  • 274
    star wars, star trek ve 2001 space odyssey filmleri hakkında ki görüşlerini merak ettiğim yazar. bunlarda hollywood pazarlaması olması gerek görsel efekt falan. ancak 2001 space odyssey 1968 yılında çekildi görsel efektlerle birlikte. star wars, star trek'i ise söylemeye gerek dahi duymuyorum. bunlarda 1999'dan önce çekilmiş görsel efekt olan filmler( yılına göre inanılmaz efektler). kendisi galiba görsel efekt olan filmleri pek sevmiyor ancak görsel efekt 1999 da gelmedi daha öncede vardı. yüzüklerin efendisi filmi sadece görsel efekt olarak değil nerdeyse diğer her dalda en başarılı film olmuştu bunuda hatırlatmak isterim kendisine.

    birde örnek verdiği filmlerin arasına başka görsel efekt olmayan bir dünya kült sinemanın en önemli filmlerini ekleyebilirim. ancak gelin görün ki aynı saydığı yönetmenlik başarısı, senaryo başarısı gibi bir dünya başarısı olan efsanevi daha çok görsel efekt filmde sayabilirim. filmin baştan sona görsel efekt ile dolu olmasıyla görsel efekt kullanımının olmasını ayırması gereken yazar bence.
App Store'dan indirin Google Play'den alın