insan neyle yaşar?
lev tolstoy'un üzerine kitap da yazdığı bir soru bu. vazgeçilmezlerimiz nelerdir? bir yerde sadece fiziksel olarak yer tutmak, var olmak manasına gelir mi? damarlarımızda dolaşan sıvı olmadan yaşayamayacağımızı söyleyenler, düşündüklerimizi haykırmak noktasına gelesiye kadar içimizde tutabildiğimiz halde, haykıramayışlarımızın ömrü ne kadar kısaltabileceğini hesapladı mı? ya da içimize döküp haykıramadıklarımızı haykırdığımızda ömürden ne gider?.. "`ömür ömür dediğin nedir ki gülüm? ben senin için yaşamayı göze almışım!`" tiradıyla ilk gençlik geçirmiş insanların elde ettikleri entelektüel birikimleri bugün onları nerelere sürüklemiştir?..
tekrar imkanım olsa öğrencilik yıllarıma dönüp rahmetli
ömer lütfü mete ve
durmuş hocaoğlu'na bunları sormayı çok isterdim... yeterince konuşamadığımız ya da tartışamadığımız kimi gerçekliklerin, on yıllar boyu arkamızdan gelip yakaladıklarında, omuzlarımızdan tutup bizleri yere çalabileceğini hesap etmedik. ve hep daha başka yerlere, zamanlara yelken açıyoruz dediğimizde, yeni kasa adı altında satılmaya çalışılan oysa yalnızca makyajlanmış olan bir arabayı alıyormuşuz hissine kapılacağımızı...
içi boş tartışmalardan kafayı kaldırıp doğru düzgün ileriye bakamamışız be sözlük... bakmayın, "imkan olsa
bir başkadır'dan daha güzel anlatırım ben bu hikayeyi!" demek kolay, fakat yapılan işi anlamaya çalışmak zor... bir hocam tuhaf zamanları yaşıyoruz demişti, anlamamıştım. ismini vermek istemiyorum, fakat bugün o hocamla tekrar bir araya gelebilsek (çok mümkün değil) tuhaf olan zaman daha da tuhaflaşıyor derdi muhtemelen.
(burada okur çok üstü kapalı gidiyor bu anlatı diyebilir, ama duvarın da mayhoşluk duvarı olduğu atlanmamalı. burada hep bir flu olma durumu vardır, mayhoşluk bir türkiye halidir anlayacağınız.)
başa dönecek olursak... gerçekten neyle yaşar insan?..
en kıymet verdiğiniz şeylerin bir bir elinizden alındığı şu pandemi sürecinde sanırım artık seyahat ile yaşamadığımızı, sosyal medyanın ne kadar da yavan kaldığını, filmlerin, kitapların neredeyse birbirinin birer tekrarı olduğunu, hele hele dijital meşgalenin insanı gerçeklikten biteviye kopardığını gördük sanırım. yani en azından öyle olduğunu düşünüyorum...
sonrasında düşünür, yazar ve çizer taifesinin de elinden tutmak istiyor insan. artık elle tutulabilir ne yanı varsa, eni konu onlarla konuşmak istiyor. kendi tecrübem tabi, sizi bilemem... tam bunun peşine düşecekken kıymetli bir dostumun şöyle bir sözüne denk geldim: `bu ülkenin kıymetini bilmek lazım. dünyanın başka hiçbir yerinde roman okuyarak aydın olunmaz.`
sadece roman okuyarak kendini aydın sanan bir kitlenin var olduğu gerçekliği, romanların düşün ve sosyal akış birikiminin birer yansıması olarak entelektüel yapıt teşkil ettiği, dolayısıyla bir aydınlanma vesilesi sayılabilirliği gerçekliğiyle birbirine çarpıyor... bu biraz
efor oyunu'na karşı
pozisyon oyunu gibi bir şey olmalı...
her durumda ortaya fikri alıyoruz... ona göre hareket ediyoruz... hatta kimisi tamamen ona göre dizayn edebiliyor hayatını (bana göre değil)...
peki tüm bunlardan soyunduğumuzda, fikirlerimizden, sevdiğimiz kıyafetlerden, takılardan...
arda kalan neyse bizi hayatta o tutuyor, onla yaşıyoruz sanırım.
anne baba gibi, evlat gibi, dost gibi, sevgili gibi...
sadece 'sevgi'li şeyler...
bu kadar sorgulamanın sonunda varacağım sonucun bu olacağını düşünmemiştim, inanın...
yanlış yerde miyim?