• 8
    şimdiye kadar yazılmamış olması çok ilginç ama kendisi 1993 yılında galatasaray taraftarlığından vazgeçip gençlerbirliği saflarına katılmıştır. bu gözümdeki "güzel insan" duruşunu değiştirir mi? asla...

    böyle olmasının geçerli sebepleri vardır tanıl bora'ya göre. onun gözünden bakınca anlamamak mümkün değil...

    ---alıntı---

    nasil gençlerli oldum?
    takım tutmak akıl-mantıkla ilişkisi zayıf bir bağlılıktır. en mutedil insanların gözünü döndüren, hayatında ve huyunda kara delikler açan illetli bir tutkudur. küçüklükten, aileden, muhitten edinilir ve şu veya bu şekilde edinildikten sonra da, doğrudur, sahiden değiştirilmez. gözalıcı başarılara, parlak transferlere kapılıp renkten renge geçen kopillere bile iyi gözle bakılmaz. akıl baliğ olduktan sonra takım değiştirmek ise basbayağı günahtır: güce tapmanın, vefasızlığın, sadakatsizliğin, samimiyetsizliğin, ruhsuzluğun delili sayılır.

    ama ben değiştirdim.

    "babadan" cimbomluydum. (babam, inanmış ve -sadece liseliliği eksik- ideal-tipik bir galatasaraylıydı.) 8-10 yaşlarımda teşekkül etti, 1990'ların başlarına kadar sürdü. ondört yıl şampiyon olamama tecrübesini bilfiil paylaştım: hüzünlü ve kahhar bir gururla. 1974-80 döneminde, istanbul'da ortaokul-lise öğrencisiyken maçların çoğunda inönü'deydim - bazen "eski açık"ta, bazen kapalıda…

    velhâsıl sıkı bir taraftardım. öyle ki, o halimi bilen bazı arkadaşlarım, yıllar sonra karşılaşıp da bana galatasaraylıymışım gibi davrandıklarında asık bir suratla "benim artık galatasaray'la bir alâkam yok, ben gençlerliyim" cevabını işittince çok şaşırıyorlar. "takım değiştirme"nin pespâyece bir şey olduğunu düşünen futbolsever dostlarım, oligarşi-içi bir transfer yapmadığım için durumumu hoşgörüyorlar ama yine de biraz şüpheyle bakıyorlar.

    ama yapacak bir şey yok: ben "döndüm", gençlerbirliği taraftarı oldum. uzun sürdü. 1980'lerin başında başladı, 1994 senesinde nihayetine erdi.

    dönemin modasına uymuş, muzaffer olana tav olmuş değilim; tersine, dönemin modasını, muzaffer olanı bıraktım da gittim. bıraktığım galatasaray türkiye ligini domine ettikten sonra uefa şampiyonu bile oldu. helâl-i hoş olsun, allah sevenlerine bağışlasın. lâkin terslik, aykırılık olsun diye de bırakmadım galatasaray'ı. doğrusu büyüyen bir antipatinin de payı vardı, ama olsa olsa negatif bir faktördü o - neden bıraktığımı açıklayan bir faktör. esas, pozitif bir faktör vardı: "öyle bir sevgili buldum ki / seni unutacağım" faktörü. başka biri! yeni bir aşk! gençlerbirliği!

    taa başından anlatayım.

    11 eylül 1980'de mekteb-i mülkiye'ye yazılmakla, hasbelkader memur çocuğu olarak doğup ilkçocukluğumu idrak ettiğim yer olan ankara'ya kendi irademle ric'at etmiş bulunuyordum. 12 eylül rejiminin bu kâbus günlerinde, futboldan da kesilmiştim. kenan evren'in nutukları, işkence ve idam haberleri, baskı, korku, insanda futbol zevki bile bırakmamıştı. galatasaray da uzaktaydı zaten. 10 yaşımdan beri ilk defa, üç-dört yıl kadar hiç maça gitmedim.

    yine de büsbütün umursamazlığa vurmadım işi tabii, ligi izliyor, galatasaray maçlarına dikkat kesiliyordum. o vakitler, futbolla ilgilenip, hele ankara'da olup da ankaragücü'nden bîhaber olunamazdı. en güçlü devirlerinden biriydi ankaragücü'nün…

    1. ligde de 3-4 yıl başaltına oynayan ankaragücü'nü soğuk nazarlarla izlerken, 2. ligde bir başka ankara takımının ayak sesleri duyulmaktaydı: gençlerbirliği. o zamana kadar bu takımın sadece adı ilgimi çekmişti: değişikti, şehir veya semt adı değildi, eski moda bir naifliği vardı. zaten babamdan aldığım terbiyeyle millî lig öncesinden kalma köklü takımlara (alay, göztepe, beykoz, vefa...) hürmet besliyordum. allah için, renkleri de asildi: kırmızı-siyah. tok ve asî renkler.

    fakat o sırada gençlerbirliği'nin beni en çok ilgilendiren yanı, ankaragücü'ne nispet veren bir yerel rakip olması idi. kendisine mahsus kanun hazırlanarak değil, 2. ligde şampiyon olarak 1. lige geliyordu. 1982/83 sezonu. bu "helâl" takıma, ankaragücü'ne karşı bir kutup olarak mim koydum…

    sonra, "yahu şunlara bir bakayım" dedim, yıllar sonra ilk kez stada gittim. 1983/84 sezonunun galiba ilk maçıydı: gençlerbirliği-ankaragücü 1970'ten beri ilk defa 1. ligde karşı karşıya geliyorlardı. "tarihî bir gündü" sahiden. stad "ful çakmıştı". kapalı, maraton ve "karşı" kale arkası tamamen ankagücülülerle doluydu. gençlerbirliği seyircisi, gençlik parkı tarafındaki kale arkasındaydı (dikkat isterim, doldurmuştu kale arkasını; bugün başaltına oynarken bile bulamıyoruz o kalabalığı). ben de o tribünün alt taraflarında bir yere iliştim. ankaragücü tribünleri "ezip geçeriz, 3-5 atarız" havasındaydı. favori-olmayanla, zayıfla hemdert olmak için her şart mevcuttu velhâsıl. kendimi alamadım, "gençler-gençler" tezahüratına katıldım. hep ankaragücü bastırdı. mahkûm oynayan gençlerbirliği bir tek ciddi atak yaptı, önümüzdeki kalede "pavyoncu" vehbi çaprazdan astı topu tavana ve o golle maçı 1-0 kazandı. kazandık, yani. vallahi çok hoşuma gitmişti!

    sonra, uzaktan, yan gözle izledim gençlerbirliği'ni. 1987'de türkiye kupasını kazanırken, eskişehirspor'u 5-0 yenişini, nevale aldığım bir bakkalın televizyonundan 5 dakikalığına görmüştüm, o kadar. gençlerbirliği ile lig şampiyonu galatasaray'ın oynadığı cumhurbaşkanlığı kupası maçına galatasaraylı olarak gittim. gençler'in ertesi yıl küme düşüp hemen geri dönüşünü de uzaktan izledim.

    1989'da bir senelik fasıladan sonra 1. lige döndüğü ilk sezona gençlerbirliği iddialı girmişti. spektaküler transferler yapılmıştı. sevimli bir logoyla, kulübün "centilmen" kimliğini öne çıkartan, bir tanıtım kampanyası yürütülüyordu. ilk maçlarında seyirci sayısı beş haneli rakamlara vurdu, sonra takım bir marifet gösteremeyince derhal azaldı. benim ilgim biraz daha arttı…

    gençlerbirliği: başta ankara atatürk lisesi, ankara liselerinin ve başta hukuk ve mülkiye, ankara fakültelerinin öğrencilerinden oyuncu ve taraftar devşiren, saygın -hatta biraz kibirli- ama aslında kendi halinde bir "güzideler" camiası...

    gençlerbirliği seyircisini de, en azından kalearkasında, münevverler ve "ibne" demeye dilleri varmayan kibarlar teşkil ediyor değildi; ama bir biçimde daha efendi, daha dengeli, daha âkil adamlardı. en azından kulübün övündükleri geleneği icabı öyleydiler, "tribün liderlerince" öyle olmaya teşvik ediliyorlardı.

    bir de sayıları pek azdı - ve emin olun başlıbaşına sempati uyandırıcıydı bu! ne uzayıp ne kısalan ama kıt imkânlarla, düşük maliyetli ve hiç de üstün kapasiteli olmayan bir kadroyla inatla 1. ligde varolan gelenekli bir takım ve onun bir avuç seyircisi... bu romantizm hoşuma gitti. (liverpool'a naziremiz, şu kiplinggil epos'tur: "you will always walk alone!" - "daima yalnız yürüyeceksin!") gençlerbirliği maçlarına gitmeyi sıklaştırdım. bağırıp çağırmıyordum ama gençlerbirliği için gerilmeye başlamıştım, gol atınca alkışlıyor, gol yiyince yumruğumu dizime vuruyordum. 1990'ların ortalarına doğru, takım istanbul'un "büyüklerine" karşı, özellikle de fener'e ve beşiktaş'a karşı dişini göstermeye başladı; hâlâ-galatasaraylı olarak bu durumu kıvançla karşılamaktaydım tabii. 1990/91'de şampiyon beşiktaş'a tek mağlubiyetini tattırmış, istanbul'da da yenilmemişlerdi. gençlerbirliği'ni "ikinci takımım" ilan ettim. 1992 şubatında cumhuriyet-dergi'ye ankara derbisini ve gençlerbirliği'nin kıymet-i harbiyesini anlatan bir yazı yazdım. kulüp yöneticilerinden, ne cefakâr olduğunu sonradan öğreneceğim hayri güler telefonla bulup tebrik etti, hoş hoş kızardım, pek mesut oldum!

    gençlerbirliği maçlarına gitmeyi iyice sıklaştırdım. 1992, 1993. artık "bas ulan topa 3 numara!" diye bağıranlara ters ters bakıp "3 numara islâm" diyor (ki islâm gerçekten nafile bir oyuncuydu!), hoca paf takımından yetişen cafer'i oyuna soksun da kabiliyet görelim diye delleniyor, talihsiz solaçık sarı murat'ın sakatlığına akrabam gibi üzülüyor, kemalettin'in, ergün'ün gelişmesini gururla izliyordum. bağırmaya da başladıydım. 3-3'lük bir ankaragücü kapışmasında, 2-2'lik bir fener müsabakasında maç boyu bağırdığımı ve çok bağırdığımı iyi hatırlıyorum. solbekimiz metin altınay'ın (kamuoyunda havva kopan'la olan birlikteliğiyle bilinir) 90. dakika golüyle trabzonspor'u 2-1 yendiğimizde ise, hevese gelmiştim, ilk defa elimde bir gençlerbirliği donanımı vardı: kırmızı-siyah bir bayrak. o yıllarda gençlerbirliği, sadece romantik "varlığıyla" değil, sahadaki performansıyla, oyun oynama iştahıyla da hoşuma gitmeye başlamıştı. savunmada iyi alan kaplama disiplini ve az adamlı hızlı atak oyunu yavaş yavaş takımın karakteri oluyordu - güzeldi. birkaç yıl içinde, defanstan topu oyuna ayağa oynayarak sokma terbiyesi de oturacak, daha bile güzel olacaktı!

    kopuşum, 1992/93 ve 1993/94 sezonlarında gerçekleşti. gençlerbirliği gönlümdeki "ikinci takımım" tahtından "tuttuğum iki takımdan biri" tahtına geçti önce... sonra da tek kaldı.

    1992/93'te ankara'daki maçların çoğuna gittim. ilk hafta gençler-galatasaray maçında galatasaray tribünündeydim. kalearkasındaki gençler seyircisine "yumruk şov" yapmaya koşan cafer'in yaş zeminde ayağı kayıp popo üstü düşünce bütün galatasaray tribünü kahkahayı basmıştı da utandıydım, azıcık canım sıkıldıydı. yıllar sonra genç tribün ahbaplarımdan biriyle konuşurken anlatmıştı: o da o gün galatasaray tribünündeymiş ve cafer'in düşmesiyle alay edilince içine dokunmuş, durup düşünmüş, yarı-gençlerliliken tam-gençlerlilik yoluna girmiş o saat. hikmet!...

    ertesi sezon, çığır açan afrikalı transferleri mosheou ve kona'yla gençlerbirliği, çok neşeli, seyir zevki veren bir oynuyordu. karabükspor'u 6-1 yendiği bir maç sırasında arkalardan bir adamcağız "galatasaraylıyım, şu takımın verdiği zevki galatasaray bana vermedi bunca yıldır!" diye ünlemişti de, gözlerim parlamıştı, "ruhumdan konuştun!" demiştim içimden. ankara'da hiç maç kaçırmadım ve artık âyan beyan iki-takımlıydım. istanbul'daki 4-1'lik galatasaray-gençlerbirliği maçını televizyondan izledim; sevinemedim, hissizleşmiş gibiydim. o leylâ vaziyetimde galatasaraylı arkadaşlarım telefon ettiler, "bu muymuş gençlerbirliği!" diye dalga geçtiler. bilendim, "görürsünüz siz!" diye geçti içimden.

    çok önemli: yalnız da değildim artık. iki sene önce, "beraber gidelim" diyerek futbol delisi bir arkadaşımın ayağını alıştırmıştım gençler maçlarına. o sezon, 1993/94'te iki has arkadaşım daha katıldı bize, giderek 5-6 kişilik bir halka daha eklendi, tezahürattan da geri kalmayan bir grupçuk olduk tribünde. tasasız yürütegeldiğimiz futbol sohbetleri, "takımın durumu"yla ilgili gamlı istişarelere dönüştü. gençlerbirliği bir boş vakit meşgalesi, bir gönül eğleme vesilesi değildi artık benim için, bizim için - ciddi bir şeydi!

    bu arada galatasaray'ı bırakmış değildim daha. ama feldkamplı sezonun üstüne hollmannlı sezon, bir sasılık veriyordu doğrusu. daha önemlisi, avrupa başarılarının yol açtığı böbürlenmeye ve milliyetçi hezeyana sinir oluyordum. galatasaray, "pride of turks", bir millî takım ikamesine dönüşmekteydi. gençlerbirliği tribününde geçen yıllarımda, "büyükler" denen takımların oligarşik konumuna iyice gözüm açılmış, "sair" takımları figüran olarak gören o zihniyetten sıtkım sıyrılmıştı ve şimdi galatasaray o zihniyetin şahikasını temsil ediyordu. ama bu soğumadan da önemlisi, gençlerbirliği'ne artık çok alışmış olmam, onunla yaşıyor olmamdı. galatasaray bir medya olayıydı artık benim için - gençlerbirliği ise gözümün gönlümün önündeydi.

    1993/94 sezonunun sonlarına doğru, şampiyonluğa giden galatasaray ankara'da gençler'le oynayacaktı. arkadaşlarım gençler tribününe gittiler; ben, hâlâ çift-takımlı biri olarak, gergin, kişiliğim yarılmış, serbest kart tribününde yerimi aldım. gençlerbirliği galatasaray'ı 2-1 yendi, şampiyonluğunu zora soktu. fenerbahçe'ye şampiyonluk umudu doğmuştu ama o kadar korkunç üzülmediğimi farketttim. gençler'in galibiyetiyle gurur duyduğumu farkettim. "tarafsız" tribünde sağdan soldan kulağıma çalınan, gençler'in "durup dururken" (ve ne hakla!?) kazanmasını fener'e uşaklık ya da galatasaray düşmanlığına bağlayan yorumlardan tiksindim. galatasaray kaptanı bülent'in bizim genç çocukları itip kakmasından, yan hakeme dayılanmasından hicap duydum. farkettim ki hepten kopmuşum, gençlerbirliği'nden başkasında gözüm yok. kale arkasındaki arkadaşlarımın usul usul dalga geçmesine aldırmadım. galatasaraylı arkadaşımı arayıp "nasılmış!" diyebilme mutluluğuna nail oldum. (belirteyim: bu bir istisnaydı. gençlerbirliği taraftarı prensip olarak kimseyi aramaz - başkaları onu ararlar. rakiplerine diş bileyen beşiktaş, galatasaray, fenerbahçe taraftarları yurdun dört bir yanından telefona sarılarak, beşiktaş'ı, galatasaray'ı ya da galip ihtimalle fenerbahçe'yi yendiğimiz için bizi kutlarlar.)

    bu hissiyatımın sağlamasını son bir kez daha, ertesi sezonun ilk haftasında, istanbul'daki galatasaray-gençler maçını televizyonda izlerken yaptım. galatasaray son dakikalarda -buram buram ofsayt kokan- iki tugay golüyle kazandı; bunun bende yol açtığı duygu sadece asabiyetti. galatasaray'la ilişik kestiğimi cümle âleme duyurdum, istanbul'daki arkadaşlarıma fax çektim. ligin ikinci yarısının ilk haftasındaki rövanşta, halâs olmuş bir ruhla, "bastır gençler bastır gençler cimbom'a da...!" diye bağırıyordum. nitekim 3-1... zaten o seneki gençlerbirliği büyük bir haz kaynağı, tribündeki arkadaş grubumuz da çocuklar gibi şendi! 1999/2000 sezonunda da 5. olduk, ama o seneki 5.'likten aldığımız zevki bir daha alamadık. o "özel" takımı hâlâ hülyalı hülyalı anıyoruz: hasan- taner, rahim, erkut - osman, engin, mosheou, kushe, erkan- kona, tarık.

    o saltanatlı yılın ardından, takımın sıradanlaştığı sezonlar geldi. oligarşik bir takımla oynadığımızda, hele hele fenerbahçe çıkageldiğinde takım yine azıyor, bir şahsiyet gösteriyordu. ama sair maçlar çok defa kasavet yüklüydü. geleneksel bir "küçük takım" avuncuyla teselli buluyorduk: bütün büyük takımlarda, bizim yetiştirip sattığımız oyuncular vardı: kemalettin, ergün, sonra tarık, mosheou, sonra rahim, ali eren... bu avunç ve övünce dünyanın bütün takımlarından daha fazla bizim hakkımız vardı hakikaten: çok iyi oyuncu keşfediyor, yetiştiriyor, iyi paralarla iddialı takımlara satıyorduk. çok iyi oyuncu satıyorduk! iddiamız buydu. karşılığında? kulübün kasası doluydu, tesisler yükseliyordu. onun dışında, ne uzayıp ne kısalmaya azmetmiş gibiydik.

    taraftarı kemale erdiren, trajedilerdir. şampiyonluklarda, zaferlerde, galibiyetlerde taraftarlığın nimeti vardır. külfet: mağlubiyetler, rezaletler, küme düşme endişesi, belki bunlardan da kötüsü ne uzayıp ne kısalmanın ehemmiyetsizliği, manâsızlığıdır. ufunetini takımın ve hayatın ve eş-dostun üstüne boca etmeden bunlarla başetmeyi öğrenmek, hiçbir iddiası olmayan maçlara duygusal yatırımlar yapabilmek, olgunlaştırıcıdır. ruhu terbiye eder.
    umut içinde bir oyuncunun yetişmesini, hayal kırıklığı içinde yetenekli bir oyuncunun vasatlaşmasını, sinir içinde bir kifayetsizin yıllarca kadroda tutuluşunu izleye izleye kâmil taraftar olursunuz. 1997-98 arasındaki o sefil sezonlar, müthiş olgunlaştırıcıydı. 1980'lerin sonundan 1990'ların başına uzanan süreçte de aynı sıkıntı vardı gerçi - ama 1997-98'de acı çok daha büyüktü: çünkü şimdi yarım değil tam taraftardım, çünkü artık cefayı bir küçük cemaatle paylaşıyor, içimizi ince ince kıyıyorduk... çünkü artık bu takımın "başka bir şey" olma potansiyeli vardı ve bu potansiyeli gerçekleştiremeyip 10 yıl öncesinin ehemmiyetsizliğine rücu etmesi trajedinin ta kendisiydi.

    bu kasavetli sezonlarda, sahada kendimizi hemdert hissettiğimiz -hissetmek istediğimiz- bir oyuncu vardı: erkan sözeri. takıma abilik yapan bir emektar daha vardı, kaptan metin diyadin - fakat erkan'ın yeri başka. onun ciddiyetine, oyun aklına, futbolunu yıldan yıla geliştirmesine kurban oluyorduk. takımın şahsiyetini, oyun iştahını, direncini, "başka türlü bir şey olma" potansiyelini temsil ediyordu gözümüzde. trabzonspor'u avni aker'de 5-4 yendiğimiz rüya maçtan dönüşte onunla yediğimiz öğle yemeği, güzel bir hatıramızdır.

    1998/99'daki müthiş çıkışımızın (ali sami yen'deki 2-0'ın krallığı bir ay sürdü, bir ay!) arkasından gelen zelilâne pörsüme; 1999/2000'deki serseme çevirip hislerimizi öldüren grafik (çıkış-iniş-çıkış-galatasaray karşısında 6-0'lık hezimet-tekrar çıkış-5.'lik), ulaştığımız olgunluğu pekiştirdi. "yeni binyılda" kulüp tesisleşme hamlesini bitirip "iddialı olma", şampiyonluk hedefleme aşamasına geldiğini ilan etti ama bunun gereklerinden henüz uzağız.

    ne olur? pekâlâ yukarılara tutunabiliriz orta vâdede. ehemmiyetsizleşmeyi çok daha trajik bir şekilde de yaşayabiliriz. hepsi olabilir. takımımdan herşeyi bekliyorum ve hep orada olacağım.

    neşemizi artıran bir gelişme: 1998/99'daki toparlanma sezonunda taraftarlar derneği ile kulüp de birbirlerine ısındılar. kulüp "taraftar kazanma" meselesini biraz daha önemsemeye başladı, kalearkasındaki çelik çekirdeğin azmi yükseldi. küçük grubumuzla, tekrar kalearkasına taşındık. sıkıntıyı uzlet içinde yaşamaktan kurtulduk hiç değilse, üzülsek de daha kalabalık içinde üzülüyoruz. bunca yıllık aşinâlığımız ahbaplığa dönüştü; özellikle güngörmüş tribün önderlerimiz hamdi ve zeki abilere "merhaba" deyip ayaküstü lâflamadan yerimizi almıyoruz. onların -bazen başka tribünlerin taklitçiliğine özenen- yeni nesillere gençlerbirliği asaleti telkin etme gayretleri her türlü takdiri üzerindedir.

    1998 senesinin kuru-soğuk bir kış günü, tribündeki grupçuğumuzun çekirdeğine 1997'de katılmış bulunan bir kıymetli arkadaşımın vasıtasıyla, kıdemli genel kaptan zeki ünaldı'nın şaşmaz oto sanayiideki mekânına gittim ve gençlerbirliği'ne üye yazıldım. 2999 numaralı kulüp üyesiyim. beş arkadaşım daha kulübe üye oldular; ikisine aracılık ederek, tebliğ yapma vazifemi yerine getirmenin huzurunu yaşadım.

    memleketimiz tribünlerinin yıllardır unutmadığı bir sempatik slogan var: "sen şampiyon olmasan da...kupaları almasan da... seviyoruz işte... var mı diyeceğin!" ne yazık ki pek az zaman can-ı gönülden söylenen bu slogan, sanki bizim nâdan kulübümüz için yaratılmış gibi. evet, taraftarlık karşılıksız, akıldışı, bazen saçma bir bağlılık, bir tutkudur. fakat bunca karşılıksız, bunca akıldışı, bunca tenha olanını zor bulursunuz! gençlerbirliği size bir cazibe sunmaz, çığırtkanlık yapmaz - emekle seveceksiniz. bu küçük mezhebe dahil olduktan sonra gelen, asla bir mazhoizmle açıklanamayacak o neşeyi, o heyecanı bilemezsiniz! gençlerbirlikli olmak hakikaten de bir ayrıcalıktır! sen-ben-bizimoğlanlık tribünümüzün bu sene denediği, takımımızın az sayıdaki özgün tezahüratının çoğu gibi naif bir slogan var: "yaşama sevincim gençlerbirliğim..." aynen öyle işte

    ---alıntı---
App Store'dan indirin Google Play'den alın