---
alıntı ---
“top arda’da… o kadar süratli ki, rakipleri çaresiz. o’nu durdurmak mümkün değil.”
bir yandan küçücük vücudunu zor taşıyan incecik, çöp gibi bacaklarıyla oradan oraya koşturuyor, diğer yandan topla yaptığı her hareket sonrasında çığlık çığlığa maç spikerlerini taklit ediyordu.
gökyüzü gri bulutlarla örtülüydü. yağmur havası vardı. az sonra belki de bardaktan boşanırcasına yağmur yağacaktı ama yolun kenarında bu sokak maçını izleyenler bunu umursamıyordu.
“arda’dan harika bir hareket… arda defansın arasına daldı. birinci çalım, ikinci çalım…”
çocukların içinde sadece onun üzerinde siyah okul önlüğü vardı. bu yeterince dikkat çekiciydi. ama önlük giymese de, futbola olan yeteneği, birlikte oynadığı diğer çocuklardan hemen farkedilmesini sağlıyordu.
kısa kırmızı pantalonu, yara bere içindeki dizlerini kapatmaya yetmiyordu.
bu sokak maçını izleyenler, en fazla 6-7 yaşında olduğunu tahmin ettikleri arda’ya olan hayranlıklarını gizlemiyordu. haksız sayılmazlardı.. arda henüz 7 yaşındaydı. bu minik futbol sihirbazı bir yandan topla, kedilerin bir yün yumağıyla oynadığı gibi oynuyor, bir yandan da maçı anlatıyordu. bu görüntüyü gülümsemeden izlemek imkansızdı.
“arda kaleciyle karşı karşıya… galatasaray arda’yla gole çok yaklaştı. arda kaleciye baktı. boş köşeyi gördü.. arda topa çok sert vurdu veeee.. ahhhh!”
çanhıraş bir sesti bu…
nazar mı değmişti ne? bu minik futbol cambazı ayağını top yerine, kaldırımın hemen yanındaki su fıskiyesine vurmuştu… aslında o demir parçası hemen dikkat çekiyordu. ne var ki; bir anlık dalgınlık pahalıya patlamıştı.
bu sahneyi izleyenler o minicik cocuğun acısını kendi kalplerinde hissetmiş gibi baktılar.
kötü şans işte. kendilerini “goool” çığlıklarına hazırlayan birkaç izleyiciyle birlikte, arkadaşları da bir anda şoka girmiş gibiydi. arda sağ bacağını bileğinden tutarak acı içinde yerde kıvranıyordu. birkaç dakika önce cıvıl cıvıl seslerle yankılanan sokağa bir anda merak ve üzüntü hakim olmuştu.
asıl tuhaflık koyu renkli yağmur bulutlarının dağılıp yerini pırıl pırıl bir gökyüzüne bırakmasıydı. güneş; batmaya yakın olduğu için etrafa tarif edilmez bir kızıl renk yayıyordu. manzara sokakta acı içinde kıvranan arda’nın görüntüsüne hiç uymuyordu.
birkaç saniye içinde arda’nın başında meraklı bir kalabalık oluştu… arkadaşları telaş içinde, sorularını birbiri ardına sıralıyordu.
“arda iyi misin? arda nasılsın? ayağa kalkabilecek misin?”
arda’nın bırakın ayağa kalkabilecek, arkadaşlarının meraklı sorularına cevap verecek bile hali yoktu o anda…
sesler beyninde ne ifade ettiği anlaşılmayacak bir homurtu şeklinde dolaşıyordu. birkaç dakika boyunca yerde yatıp ayağını ovuşturdu… sonra kendisine uzatılan bir eli sıkıca kavrayıp ayağa kalktı.
ayaktaydı ama bir anda başı dönmeye, üzerine bastığı ayağı feci şekilde ağrımaya başladı… eğer sol eliyle arkadaşının omuzuna tutunmuyor olsa kendini o anda yerde bulurdu…
“sana da yük oldum” dedi mahçup bir ifadeyle. “yok yok, çöp adama benziyorsun” dedi arkadaşı. “o kadar hafifsin ki, istersen seni eve kadar sırtımda bile taşıyabilirim”
bu kadarı fazla olurdu. ancak ayağının acısı düşünülürse, tek başına yürüyebilmesi çok da mümkün görülmüyordu.
saat hayli ilerlediği için artık evde olması da gerektiğini hatırladı. gecikirse haklı olarak annesi çok merak ederdi. canı ne kadar acırsa acısın yola koyulması gerektiğini düşündü. bir kaç dakika önce, futbol oynarken yüzünde oluşan o heyecanlı, mutlu, sevimli ifade şimdi yerini tamamıyla acıya bırakmıştı. yüzü kıpkırmızıydı. alnındaki damarlar, içinden sel geçiyormuş gibi kabarmış, görenleri ürkütecek kadar belirgin hale gelmişti. acısını az da olsa hafifletmek için yüzünü mümkün olduğunca buruşturdu…
dişlerini birbirine kenetleyerek sıktı.
öyle ki dişlerinden çıkan gıcırtılara huylandı. bu durum yüzünü limon yemiş gibi ekşitmesine sebep oldu. arkadaşının yardımına rağmen yürümekte zorlanıyordu.
arada sırada silse de, gözlerinden süzülen yaşlar dikkatlerden kaçacak gibi değildi. o kadar küçüktü ki; arkadaşının sırtında kayboluyordu.
ağır aksak hareketlerle, evine gitmeye çalışan bu minik çocuğu görenler önce merak, sonra acıyan gözlerle bakıyordu.
yaklaşık 15 – 20 dakika boyunca tahammül edilmesi giderek zorlaşan bir acıyla yürümek zorunda kaldı. kendini o kadar bitkin ve yalnız hissediyordu ki; evini görür görmez içini bir sevinç kapladı.
annesine sarılınca bütün acılarının geçeceğini düşündü. ne yazık ki; o küçücük sevinç anı, çok geçmeden yerini yine bileğinin acısına bıraktı.
dayanılacak gibi değildi artık. o’nu hiç sesini çıkarmadan, evine kadar getiren arkadaşı burak’a döndü. “teşekkür ederim. ama bundan sonrasını kendim hallederim. annem eğer yanımda seni görse daha çok meraklanır” diyebildi. sesi günlük yaşantısında da gür değildi ama şimdi, acı ve yorgunluktan neredeyse bir fısıltı gibi çıkıyordu.
arda’ya oranla çok daha iri ve neredeyse 5. sınıf öğrencileri gibi duran burak “emin misin? istersen yanında durabilirim” diye cevapladı. arda’nın ne dediği anlaşılmayan homurtusu karşısında daha fazla ısrar etmedi ve “tamam öyleyse. kendine iyi bak. yarın görüşürüz” dedi.
arda şimdi yalnızdı. kapının zilini çalmadan önce saçını başını el yordamıyla düzeltir gibi yaptı. üzerindeki tozları silkelemeye çalıştı. gerçi teri soğumuştu. gözyaşları toz toprakla karışmış ve yüzünde sanki aya bakıldığında hemen göze çarpan karaltılar gibi, kraterlere benzeyen lekeler oluşmuştu. üstüne üstlük suratına yerleşen pembelik, ilk bakışta yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunun habercisi gibiydi.
soluk soluğa zili çaldı. annesi yüksel hanım, kapıyı açar açmaz arda’nın o acı dolu ifadesiyle, yardım isteyerek bakan çaresiz gözleriyle karşılaştı… kalbi sıkıştı. burnu sızladı. o anda tüm benliğini merak kaplamamış olsaydı, hiç kuşku yok ki hüngür hüngür ağlardı.
“oğlum. arda’m. nooldu sana böyle?”
devamı ve tamamı, – özellikle d&r- kitapçılarda…
---
alıntı ---