26
bir yiğit gurbete düşse gör başına neler gelir sezonu. hakikaten başımıza gelmeyen kalmamıştı o sezonda, kar dağları arasında oynanan bir maçta kale arkası tribünlere kurt inmesi dahil...
üç puanlı 18 takımlı zamanlardaki en kötü sezonumuzdu, taa ki yarısını ali sami yen'de yarısını ayazağa pardon aslantepe'de oynadığımız 2010-2011 sezonu gelene kadar. bu boktan sezonda 54 puan toplamıştık, bu rekoru 2010-2011 sezonu 46 puanla geliştirmiştir ki umarım uzun yıllar da kırılmayacaktır bu rekor. zaten 14 senelik meşhur çilenin 12 sinde ali sami yen'in kapalı olması da tesadüf değildi elbette...
aslında bir önceki sezon şampiyon olamasak da şampiyon gibi bir performans göstermiştik. 34 maçta toplanan 77 puan vardı. ancak beşiktaş'ın topladığı 85 puana yetişmek mümkün olamadı. hoş gerçi o sezonun pek çok hikayesi vardır ya, o da ayrı bir konu...
sezon öncesi en önemli konu tabi ki stadyumdu. 1998 yılından beri devam eden bir yeni stad fikri vardı galatasaray'ın. fenerbahçe daha önce davranıp aynı yerde parça parça yenileyerek stadını büyütmüştü, o tarihlerde gerçi 3 tribünü tamamlanmıştı. galatasaray maddi sıkıntılarına rağmen geri kalamazdı. ek olarak ali sami yen stadının bulunduğu arazinin üst kullanım hakkı 2007 yılında sona erecekti. inşaat süresi de göz önüne alındığında artık bir adım atılması gerekiyordu. allah rahmet eylesin, acılarla yüreğimizi kararttın abimiz "hele bir yola çıkalım da kervanı yolda düzeriz" diyerek yeni stad faaliyetlerine eski staddan ayrılarak başlamıştı. adres ise olimpiyat oyunları bahanesiyle halkalı ovalarının ortasına kondurulan, türkiye'nin 2002 sonrası yıllarına şekil veren beton manyaklığının öncü eserlerinden olan atatürk olimpiyat stadyumu idi.
allahtan ki kervan yolda düzülememiş, sahip som abimizin başına türlü işler gelince(!) yeni stad işi çok şükür eskisi yıkılmadan rafa kalkmıştı da ertesi sene dönmüştük mecidiyeköy'e. az buçuk istanbul bilgimle şöyle tarif edeyim. o dönemin efsane mekanı tatilya'ya taksim'den ulaşabilmek için tek bir hat olan otobüse biner, yanınıza sırt çantanızı falan alırdınız. halkalı'daki bu güzide tesis işte bu staddan bile neredeyse aktama yapılarak ulaşılabilecek bir mesafedeydi. rakip takım taraftarları "uçakla mı gideceksiniz" ya da "bulgaristan tarafındaki kale hangisi" gibi esprilerle taşşak geçiyordu.
fenerbahçe taraftarı kadıköy'ün, beşiktaş taraftarı dolmabahçe'nin keyfini sürerken galatasaray taraftarı hangi ile bağlı olduğu bile belli olmayan bir dağ başına sürülmüştü. lokasyonu bir kenara stadın yolu yoktu, yapılmamıştı. bir tepenin patlatılmasıyla açılan bir oyuktan geçen, otoyoldan alelacele bağlanmış tek şerit gidiş tek şerit geliş bir yolu vardı sadece. yamulmuyorsam 1 ya da 2 kombine alana 1 kombine bedava tarzı kampanyaları millet başta kapasitenin büyüklüğüne bağladıysa da tabi stada kombine almak için ilk gidenlerin gördüğü manzara sonrası ortaya çıkmıştı işin aslı. bir kombineye 5 kombine bedava da verilse gidilmesi çok çok çok zordu. üstelik o kadar büyüktü ki stad, 35 bin kişi geldiğinde bile boş gözüküyordu. basın da utanmadan sallıyordu her maç, galatasaray taraftarı şöyle galatasaray taraftarı böyle diye. özellikle ligin ikinci yarısında o stada giden her galatasaray taraftarı plaket verilesi insanlardır. nitekim 32. haftadaki maçta tribünün istanbulspor gibi bir rakiple oynarken özellikle küfürlü tezahürat girip son maça cezayı alması taraftarın ruh halini yansıtan nadide bir örnektir.
saha içine dönersek aslında enteresan bir yapı vardı. kalede artık iyice güven kazanmış olan ve üçüncü sezonuna giren mondragon vardı. defansın solu efsane kadrodan iki isme emanetti; hakan ünsal ve ergün penbe. kalenin önünde efsane kaptan bülent korkmaz vardı. bir önceki sezon kadrosundan suat usta'nın yanı sıra orhan ak ve ömer erdoğan gibi ligde adını duyurmaya başlayan iki stoper gelmişti. socieadad maçında nihat kahveci tarafından madara edildikten sonra devre arası gönderilen gabriel "bana taması'ı sorma" tamas biraz da "ya tutarsa" transferiydi. esas bomba ise özhan canaydın'ın "her sene 3 dünya yıldızı" etkinlikleri kapsamında 6 yıllık görev süresi boyunca getirebildiği yegane dünya yıldızı olan frank de boer'di. defansın sağına ise cihan'ın yanına hücum yönü çok kuvvetli olan "teenage mutant ninja turtle" cesar prates gelmişti. fenerbahçe frikikçi olarak pierre van hoijdonk'u getirirken biz de prates'i frikik kralı olarak pazarlamaya çalışıyorduk. ah özhan abi ah, toprağın bol olsun...
orta saha rotasyonu ise çorbadan halliceydi. sol kanat hasan şaş ve yerine göre ergün penbe'nin varlığıyla garanti altına alınmıştı. ancak diğer pozisyonlar için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildi. sağ kanat o dönem altyapıdan yeni çıkmış, hot prospect for future bir "hücuma yönelik sağ kanat oyuncusu" olan tecrübesiz sabri sarıoğlu'na teslim edilmişti. onun dışında asli mevkisi orta sahanın sağı olan hiçbir oyuncu yoktu. sağ bekteki prates'in de hücuma yönelik olmasıyla sağ kanadın defansif kabiliyeti neredeyse sıfırlanmıştı. cihan'ın ara ara maçlık yükselişleri hariç sağ kanadımız allah'a emanetti. göbekte ise önceki sezondan batista ve ayhan vardı. bir önceki sezon yıldızlaşan volkan arslan ne yazık ki sakatlıklarla boğuşuyordu. ovidou petre ve murat erdoğan takviyeleri yapılmıştı ancak ikisine dair soru işeretleri vardı. geçen sezon sol kanatta fark yaratan bir diğer isim olan baliç de sakattı ve yerine de fenerbahçe'den artık posası çıkmış olan abdullah ercan gelmişti.
forvette ise şimdilerde "kim olduğunu bilirsin sen" konumuna düşmüş olan "kral hakan şükür" 3 yıllık aranın ardından geri dönmüş, hakan şükür arif erdem ikilisi tekrardan bir araya gelmişti. ancak bir önceki sezonun golcüsü ümit karan da kadrodaydı. hatta hakan şükür'e 9 numaralı formayı vermek istememiş, hakan şükür ilk sezonunda 10 numaralı formayı giymişti. üzerine bir de yaşadığı sakatlık eklenince ümit karan için o sezon kayıp geçmiş, ertesi sezon da ankaraspor'a kiralanmıştı. forvetteki diğer isim ise bir önceki sezon malatyaspor maçında gördüğü kırmızı karttan sonra üzeri çizilmiş olan berkant göktan'dı. bir diğer yeni transfer ise yıllar sonra "hızlı, ama..." diye anılacak olan romen florin bratu idi.
böyle bir sorunlu bir kadroyla başlamıştık sezona. alternatifi az, bazı mevkileri neredeyse boştu. sezon başındaki cska sofya eşleşmesinde oynanan futbol, ligde 3 galibiyet 1 beraberlikle yapılan başlangıç, özellikle sabri'nin harika başlangıcı sonrası tablo gayet iyimserdi. 2. hafta antep deplasmanında 60 metrelik diagonal pasla verdiği galibiyet golü asisti, cska deplasmanında maçı koparan, bursa deplasmanında puanı getiren uzaktan şutla attığı goller taraftarın içine su serpiyordu.
önce 5. hafta'da konya deplasmanında alınan mağlubiyet, hafta içi della alpi'de iyi oyuna rağmen alınan 2-1'lik mağlubiyet, dönüşte derbi tarihinin en enteresan maçlarından birinde son dakika verilmeyen net penaltıyla 2-2 biten derbi maçı bir anda rüzgarı tersine döndürmüştü. beşiktaş'ın kaldığı yerden devam etmesinden dolayı liderle puan farkı bir anda 5'e çıkmıştı. bu maçtan sonra yeniden 4 maçlık bir seri yakaladıysak da puan farkı aynen korunmuştu. serinin ilk maçı adanaspor deplasmanıydı. cem uzan mağduru adanaspor forma reklamı yerine kendi posterini basarak çıkmıştı bu maça, hani alın bizi de kurtulalım buradan der gibi. erken gelen gollerle 2-0 kazanıp rölantiye almıştık. hafta içi bana tamas'a sorma vakası olarak tarihe geçen maçta socieadad'a mağlup olmuştuk, daha doğrusu beraberlik golünü bulmaya gücümüz yetmemişti. bu maçtan sonra iç sahada rakip ligin zayıf ekiplerinden akçaabat sebatspor'du. son 20 dakikaya 3-0 öne girerken son 15 dakika kala skor 3-2 olmuştu. maç 4-3 biterken hem camiada hem tribünde homurdanmalar baslamıştı. mondragon'un yuhalandığı maç olarak da literatürde yer almıştır bu entresan karşılaşma. takip eden iki maçta rizespor'u deplasmanda, samsunspor'u olimpico'da tek golle geçmiştik, kral'ın samsunspor ağlarına taktığı yarı vole ise lig tarihindeki 200. golüydü. bu iki maçın arasında yine olimpiyat stadında olympiakos'u cihan haspolatlı'nın golüyle mağlup etmiştik.
ligin 11. haftasında rotamız dolmabahçe'ye dönmüştü. 10 maçta 9 galibiyet 1 beraberlik almış istim üstündeki beşiktaş'a konuk oluyorduk. ramazanın ilk gününe denk gelmişti bu maç. iki takmın da avrupa fikstürü sebebiyle cuma günü oynanmış, hem derbi maçı olması hem de iftar sebebiyle 21:00 gibi olağandışı bir saatte oynanmıştı. tribündeki meşale savaşları, bizim tribünün yeter ulan deyip tribünün önündeki demirleri indirmesi, saha içindeki boğuşmadan hallice oyun, sabri'nin direkte patlayan şutu ve frank de boer'in penaltı itirazı yapılan müdahalesi hariç pek bir şey kalmamıştı bu deplasmandan geriye. puan farkını kapatamamıştık.
bu maçtan sonra sıra olympiakos deplasmanına gelmişti. baştan sonra kabus gibi geçen maçı güç bela 3-0 mağlubiyetle bitirebilmiştik. haftasonu rakip ankaragücü idi. maçın başında 1-0 geriye düşsek de 2-1 kazanmayı başarmıştık. bu maçtan sonraki 6 lig maçında galibiyete hasret kalacaktık. millli takım euro 2004 için çıktığı playoff maçlarında letonya'ya elenmişti. haftaiçi istanbul'da yaşanan bombalı saldırılardan sonra yine gruptan çıkma adına ölüm kalım maçı haline gelmiş bir juventus maçı yine 2 aralık tarihine ertelendi. tüm bu hengame arasında çıkılan denizlispor deplasmanında öne geçsek de son dakikada gelen golle üç puanı bıraktık. ertesi hafta fatih terim'in "neşter vurduğu" takım 2-0 öne geçtiği maçta malatyaspor ile 2-2 berabere kaldı. hafta içi westfallen "ali sami yen" stadyumunda juventus'u 2-0 mağlup edip gruptan çıkma şansını son maça taşımıştık.
son haftadaki sociedad deplasmanında alınacak üç puan herşeye rağmen gruptan çıkmamızı sağlayacaktı. bu iki maç arasındaki istanbulspor deplasmanını kötü bir oyunla 3-1 kaybettik. sociedad deplasmanında ise berabere kalıp o zamanki adıyla uefa kupasında yola devam etme hakkı kazanmıştık. bu maçın dönüşünde ise olimpiyat stadında yattara'nın "one-man show"una dönen maçta trabzonspor'a kaybetmiştik. sadece 4 haftada liderle puan farkı 5'ten 12'ye fırlamıştı. üzerine namağlup beşiktaş'ın performansı da eklenince eleştrilerin dozu artmaya başlamıştı. ek olarak camia içinde homurdanmalar da yükseliyordu artık...
ilk yarının son maçında elazığ deplasmanında 2-2'lik beraberlik vardı. elazığspor'un ilk golünde çizginin dışından çevirilen top, ikinci golündeki penaltı pozisyonunda elazığspor'lu effa owona'nın hakem ali aydın'a sarılması akılda kalan detaylardı. o pozisyonda effa ömer ile kol kola girip 4-5 saniye kadar boğuşmuş, yine de düşmeyip şutu atarak topu fezaya yollamıştı. o şutun ardından gelen penaltı düdüğü hakikaten ikinci bir şanstı ama futbolun kural kitabında tabi öyle bir insiyatif yoktu...
ilk yarı biterken liderin 14 puan gerisindeydi galatasaray. son 5 maçını kazanamamıştı. kadro istikrarı sağlanamamıştı, o efsane kadronun parçası olan isimler eski günlerini arıyordu. frank de boer'in her daim kısa düşen ve taraftarın kalbini yoklayan pasları, prates-sabri kanadının otobana dönmesi, orta sahanın göbeğinde bir türlü bir tandemin yakalanamamış olması öne çıkan temel sorunlardı. adanaspor'dan bedelsiz transfer edilen forvet necati ateş hariç bir takviye de yapamamıştık...
yine de antalya'da taraftarın da yüklendiği kamp dönemi, koftiden turnuvada alınan şampiyonluk, görece iyi oyun, fatih terim faktörü derken zayıf da olsa umutlarla başlamıştı ikinci yarı. ancak önce diyarbakır deplasmanındaki golsüz beraberlik, sonra da meşhur 5-0'lık rizespor hezimeti o bahar havasını yok etmiş; adeta nerede kalmıştık dedirmişti.
bu arada ikinci yarının ilk haftasında litaratüre papila kartalın anasını sik tezahüratıyla geçen meşhur yarım kalan beşiktaş-samsunspor maçı oynanmıştı. biz puan farkını 13'e düşürmüştük. ilk yarıyı beşiktaş'ın 8 puan gerisinde tamamlayan fenerbahçe gaza basarken beşiktaş tam ters bir grafik çizmiş, 23. haftada kadıköy'de çıkacağımız derbi sonrası iki takım puan puana gelecekti. ilk yarıda 8 puan kaybeden beşiktaş ikinci yarının ilk 6 haftasında 10 puan bırakacaktı.
bizim hikayemize geri dönersek, 19. haftada rakip gaziantespor'du. 5-0'lık çaykur rizespor maçı sonrası takım bir reaksiyon göstererek maçı 3-0 kazanmıştı. bu galibiyet aynı zamanda o sezon ligde aldığımız en farklı galibiyetti, sezon başındaki iki cska sofya maçıyla beraber 3 fark yapabildiğimiz yegane maçtı.
bu maçtan sonra bursaspor maçı vardı iç sahada. hafta içinde 2005 şampiyonlar ligi finalinin olimpiyat stadında oynanacağı açıklanmıştı. bu habeerin etkisi var mıdır bilinmez olimpiyat stadı için ortalam üstü olan 40 bin civarında taraftar önünde oynanmıştı bu karşılaşma. golsüz beraberlikle taraftar yine mutsuz ayrılmıştı staddan. ertesi hafta buz gibi havada oynanan maçta gençlerbirliği deplasmanında da 2-2'lik skorla ayrıldık.
bir sonraki hafta yıllar boyu kulaktan kulağa anlatılan konyaspor maçındaydı sıra. zaten bir sonraki hafta fenerbahçe deplasmanı olması sebebiyle tribünler sıradan bir maçtan farklı olacakken üzerine bir de istanbul merkezinde rastlanamayacak olan kış koşulları gelince iyice unutulmaz bir hale gelmişti bu maç. saha içinde bile 3-4 santim kar olan, saha kenarında reklam panolarını kapatacak kadar karın biriktiği ve durmayan bir tipi altında herşeye rağmen diyerek herşeyi göze alıp oraya gidebilmiş bir avuç taraftar önünde oynanmıştı bu maç. evden battaniyesiyle gelen, tribünde ateş yakıp ısınamayanlar bir kenara kale arkası tribünde kurtların dolaştığı efsanesi aradan geçen neredeyse 20 yılda azalarak da olsa anlatılmaya devam eder. tıpkı bir önceki sezon yine karlı oynanan malatyaspor maçı gibi 2-1 kazanmıştık ve tıpkı o maçta olduğu gibi bir golümüz kalecinin topu elinden kaçırmasıyla gelmişti. eski toprak eser özaltındere yine mondragon'u ısındırmaya şort-tshirt ile çıkmıştı...
bu maçtan sonra bu sefer karsız havada avrupa mesaisindeydik. rakip de avrupanın "underdog" takımlarından villareal'di. ilk 20 dakikada sonny anderson'un golleriyle 2-0'ı bulan ispanyol temsilcisi karşısında alınan 2-2'lik beraberlik tur şansını mucizelere bırakmasa da epey bir azaltmıştı. gelecek hafta oynanacak rövanş öncesi kadıköy deplasmanı vardı. bu maçtan birkaç saat önce beşiktaş'ın cezası sebebiyle izmit'te oynanan maçı istanbulspor 2-1 kazanmıştı. aylar sonra tmsf kulübe el koyunca dönemin istanbulspor sportif direktörü adnan sezgin'in transfer parası adı altında aldığı teşvik primleri ortaya çıkacaktı ya, o da ayrı bir konu... ilk yarı biterken beşiktaş'ın 8 puan gerisinde olan fenerbahçe bizi mağlup etmesi halinde puan puana gelecekti beşiktaş ile. 85. dakikaya kadar 1-1 götürdüğümüz maçta prates'ten faulle alınan topta itirazlar arasında devam eden atağı mehmet yozgatlı golle bitirince 2-1 mağlup olduk. fenerbahçe takımı ise takımını ıslıklıyor olduğundan golün sevincini bile doğru dürüst yaşayamamıştı...
bu skorun ardından artık sezonun tek hedefi olarak avrupa kupası kalmıştı. ya tamam ya devam maçında villareal deplasmanındaydık. 0-0'lık skor turu getirecek olsa da ispanyolların aklında fikrinde maçı beraberliğe bağlamak yoktu. dalga dalge gelen rakibe karşı arada mutlak pozisyonlara hatta sayılmayan gole rağmen ilk yarıyı bir şekilde 0-0 bitirmeyi başardık. sahadaki oyun pek ümit vermese de villareal golünün bir türlü gelmemesi az olan şansımızı çoğaltıyordu. bu düşünceler içinde ikinci yarıya henüz başlamışken sonny anderson'un atılan ara topta ömer erdoğan ile 30 metre baş başa gidip golü yazdı. bu golden birkaç dakika sonra roger garcia'nın sahanın tam ortasından salladığı ve nazlı nazlı süzülüp kaleye inen şutu aslında sezonun bitiş düdüğüydü. formalite icabı oynanan kalan dakikalarda riquelme'ye bizim defansın zorlaya zorlaya attırdığı ve onun da sevinmediği gol sadece tabelayı değiştirmişti.
basın toplantısında fatih terim'in sözleri ise sonraki haftanın gündemini oluşturacaktı: "... önümüzdeki sezon yeni bir yönetim, yeni bir takım, belki yeni bir hoca..."
bu maçtan üç gün sonra bir gündüz maçında rakip adanaspor'du. fatih terim'in veda kararı sonrası tribünler bir nebze dolmuştu. psikolojik olarak ligden düşmüş olan adanaspor'u güç bela 3-2 yenmiştik, hasan şaş golden sonra formasını çıkarıp secdeye varmıştı. bu maçtan sonra oynanan 5 lig maçında 5 mağlubiyet vardı. ertesi hafta düşme hattında can havliyle saldıran akçaabatspor'a deplasmanda son dakika golüyle yenildik. serinin ikinci maçı olan rizespor maçı fatih hoca'ya veda maçıydı. tıpkı önceki sezon başında tribünleri selamlarken olduğu gibi candan erçetin'in "elbette"siyle veda ediyordu hoca tribünlere.
özhan canaydın bir dönem daha görev alırken hafta içi gelen haber taraftarı bir anda hareketlendirmişti. sezon başında bursaspor kulübesinde görüp iç çektiğimiz fatih terim'in yerine gheorghe hagi getirilmişti. fatih terim'in devre arasından sonra kadro dışı bıraktığı bülent korkmaz ve hakan ünsal gibi isimlerle birlikte florya'da ilk antremana çıkarken taraftar bir anda tesislere doluşmuştu bile. samsun deplasmanından tek golle boynu bükük ayrıldıktan sonra uzun zaman sonra anlamı olan bir maça çıkıyorduk. hem bir derbi maçıydı, hem de hagi yıllar sonra galatasaray tribünleriyle kucaklaşacaktı...
return of the king koreografisi ve hatırı sayılır bir taraftar kitlesi önünde oynanan maçta öne geçsek de ali aydın'ın üfürdüğü iki penaltı ile maçı kaybetmiştik. özhan canaydın'ın maçın ertesi günü yaptığı basın toplantısında önünde masaya vurarak "bu adam bu düdüğü a sa cak" dediği ali aydın hafta içinde hakemliği bırakmıştı.
bu maçtan sonra ankaragücü deplasmanı vardı. her zamanki gibi "ankara deplasman sayılmaz" dedirten taraftarın hagi'yi bağrına bastığı maçı da umut bulut'un golüyle kaybetmiştik. bu mağlubiyetle bitime 5 hafta kala matematiksel olarak avrupa kupası şansımız da bitiyordu.
kalan 5 maçtaki 4 galibiyet 1 beraberlik performans ise genel durumu kurtarmaktan öteye gidemezken ağızlarda keçiboynuzu misali ufacık bir tat bırakmıştı. hagi'nin önümüzdeki sezon oynatacağı göze hoş gelen futbolun ilk sinyalleri gelse de takımın defoları ortaya çıkıyordu. 29 maçta 41 gol atan galatasaray son 5 maçta 15 gol atmıştı ama buna rağmen kalesinde de 9 gol görmeyi başarmıştı. 33. hafta şike söylemlerinin gölgesinde oynanan maçta trabzonspor'u avni aker'de 4-2 mağlup edip fenerbahçe'nin şampiyonluğu 1 hafta kala ilan etmesine sebep olan maç ise sezonun akılda kalan ender maçlarından biriydi...
her anlamıyla acı dolu, önemli bir kısmı bitse de gitsek hissiyatı içinde takip edilen bir sezondu. mart ayının başında fiilen olmasa da bitmişti, hatta kasım sonuna doğru sezonun güme gideceği üç aşağı beş yukarı belli olmuştu. ancak 9 kasımdaki ankaragücü maçı ile nisan'ın 16'sında oynanan denizlispor maçı arasındaki 17 lig maçında sadece 3 galibiyet görebilmiştik. hatta resmi maçların toplamına vurursak 22 maçta sadece 4 galibiyet görebilmiştik. puan olarak daha kötü olsa da 2010-2011 sezonunda dahil böyle bir periyod çizmemiştik.
bu 17 haftada ayrı ayrı 6 maçlık bir galip gelememe serisi ve 5 maçlık bir mağlubiyet serisi vardır. 2010-2011 sezonunda da ise 4 maçlık bir mağlubiyet serisi ve bu serinin başındaki bir mağlubiyet bir beraberlikle oluşmuş tek bir 6 maçlık galip gelememe serisi vardır. olimpiyat stadı ise başlı başına bir zulüm sebebiydi. stadın güneyinden ama epey bir güneyinden geçen otobandan tali yola bağlanıp aceleyle patlatılmış bir tepenin oyuğundan geçen tek şerit gidiş tek şerif dönüş bir asfalt yoldan başka hiçbir alternatif yoktu. 20 yıllık mecidiyeköy alışkanlığından sonra çok büyük eziyetti. ek olarak ali sami yen'de tıklım tıkış olacak bir kalabalık bu stadın bomboş görünmesine sebep oluyordu. rüzgar hiç durmuyordu. istanbul'da yağmur yağsa orda dolu oluyor, istanbul'da tutmayan kar orada tipi halinde saatlerce yağabiliyordu.
saha içinde ise pek çok sorun vardı aslında. frank de boer-bülent korkmaz tandeminin bir türlü çalışmaması, frank de boer'in sık sık kısa düşen yan ve özellikle geri paslarıyla birleşince çok büyük sorunlara yol açıyordu. ek olarak özellikle sağ kanadın defansif yönü çok zayıftı. sol taraftaki bazen ergün bazen hakan ünsal oynuyordu ancak orda da bir türlü tam randıman alınamıyordu.
orta sahanın sol tarafında hasan şaş vardı ancak onun da sahadaki duruma sinirlenip topu alıp öne gitmeleri ya da yan tarafa yardıma gitmesi o kanadı da açıkta bırakıyordu. göbekte batista-ayhan-petre-murat erdoğan rotasyonu vardı. bu dörtlü içinde en net durumdaki temiz bir ön libero olan batista idi. petre gayretli bir oyuncu olmasına rağmen oyun olarak gösterişsiz ve kırılgandı. murat erdoğan da açıkçası ön libero olmak için biraz yumuşak, merkez orta saha içinse tekniği biraz zayıf kalıyordu. ayhan ise bazen orta sahanın göbeğinde, bazen daha fazla oyun kurucu rolünde oynamaya çalışıyordu. her ne kadar bam dönemiyle hatırlansa da o dönemin önemli oyun kurucularından biriydi türk futbolunda. ancak hem sabri hem hasan şaş'ın var olduğu orta sahada o da ekstradan top alma mücadelesi veriyordu. tüm bu karmaşa içinde orta sahamız da çok kırılgan hale geliyordu.
forvette ise hakan şükür vardı. ümit karan sakatlığı sebebiyle oynayamıyordu. hakan'ın kadim dostu arif yavaş yavaş emekllilik moduna girmişti. bratu ise hızına rağmen son vuruşlarda zayıftı. devre arasında gelen necati biraz rahatlatmıştı forvet hattını ama onun da bu takımda süre alıp adapte olması zaman almıştı. zaten verim vermeye başladığında atı alan üsküdarı çoktan geçmişti...
böyle boktan ve kasvetli bir sezondu. sezonun ilk resmi maçı olan olimpiyat'taki 3-0'lık cska sofya maçı ve italyan lobisi sayesinde olimpiyattan westfallen'e alınan 2-0'lık juventus zaferi dışında heyecanlanmadan geçip gitti. uzun mağlubiyet serileri, galibiyet hasretleriyle doluydu. fatih terim'in vedası ne kadar hüzünlüyse yerine hagi'nin gelmesi de aynı oranda sevindiriciydi. 34 haftalık periyodda "ne top oynadık be" denebilecek tek maçın 33. haftadaki trabzonspor deplasmanı olması bile bazı şeyleri tek başına açıklar aslında...
ligin geneline bakarsak fırtına gibi başlayan beşiktaş ikinci yarıda sıçmalara doyamamıştır. meşhur yarıda kalan samsunspor maçı, o maçta alınan cezaların etkilediği maçlarda yaşanan puan kayıpları, tmsf incelemelerinde ödenen teşvik paraları ortaya çıkan istanbulspor maçı derken 23. haftada zaten fenerbahçe 8 puan geriden gelmeyi başarmıştır. kalan 10 maçta fenerbahçe 26 puan toplarken beşiktaş 11 puan toplayabilmiştir. trabzonspor ise aynı periyodda 28 puan çıkarmasına rağmen ilk 23 haftadaki puan kayıplarının etkisiyle nefesi bu yarışı önde götürmeye yetmemiştir.
dördüncü sırayı ise gaziantepspor almıştır. gol kralı 25 golle konyaspor'dan zafer biryol olmuştur. elazığspor ve adanaspor'un ardından küme düşecek 3. takımın kim olacağı mücadelesi ligin son dakikalarına kadar sürmüştür. son haftada 39 puanı akçaabat sebatspor ve çaykur rizespor, 38 puanlı istanbulspor ve 37 puanlı bursaspor'dan hiçbiri hata yapmayınca bursaspor 40 puanla küme düşen son takım olmuştur. ligin ilk yarısında iskelede beşiktaşlılardan dayak yiyen bursaspor taraftarı son 4 maçını kaybeden beşiktaş'ın son 2 haftada sebatspor ve rizespor'a kaybetmesini de alt alta ekleyerek beşiktaş'ı düşman bellemiştir. meşhur bursaspor beşiktaş husumeti bu sezonda ortaya çıkmıştır.
üç puanlı 18 takımlı zamanlardaki en kötü sezonumuzdu, taa ki yarısını ali sami yen'de yarısını ayazağa pardon aslantepe'de oynadığımız 2010-2011 sezonu gelene kadar. bu boktan sezonda 54 puan toplamıştık, bu rekoru 2010-2011 sezonu 46 puanla geliştirmiştir ki umarım uzun yıllar da kırılmayacaktır bu rekor. zaten 14 senelik meşhur çilenin 12 sinde ali sami yen'in kapalı olması da tesadüf değildi elbette...
aslında bir önceki sezon şampiyon olamasak da şampiyon gibi bir performans göstermiştik. 34 maçta toplanan 77 puan vardı. ancak beşiktaş'ın topladığı 85 puana yetişmek mümkün olamadı. hoş gerçi o sezonun pek çok hikayesi vardır ya, o da ayrı bir konu...
sezon öncesi en önemli konu tabi ki stadyumdu. 1998 yılından beri devam eden bir yeni stad fikri vardı galatasaray'ın. fenerbahçe daha önce davranıp aynı yerde parça parça yenileyerek stadını büyütmüştü, o tarihlerde gerçi 3 tribünü tamamlanmıştı. galatasaray maddi sıkıntılarına rağmen geri kalamazdı. ek olarak ali sami yen stadının bulunduğu arazinin üst kullanım hakkı 2007 yılında sona erecekti. inşaat süresi de göz önüne alındığında artık bir adım atılması gerekiyordu. allah rahmet eylesin, acılarla yüreğimizi kararttın abimiz "hele bir yola çıkalım da kervanı yolda düzeriz" diyerek yeni stad faaliyetlerine eski staddan ayrılarak başlamıştı. adres ise olimpiyat oyunları bahanesiyle halkalı ovalarının ortasına kondurulan, türkiye'nin 2002 sonrası yıllarına şekil veren beton manyaklığının öncü eserlerinden olan atatürk olimpiyat stadyumu idi.
allahtan ki kervan yolda düzülememiş, sahip som abimizin başına türlü işler gelince(!) yeni stad işi çok şükür eskisi yıkılmadan rafa kalkmıştı da ertesi sene dönmüştük mecidiyeköy'e. az buçuk istanbul bilgimle şöyle tarif edeyim. o dönemin efsane mekanı tatilya'ya taksim'den ulaşabilmek için tek bir hat olan otobüse biner, yanınıza sırt çantanızı falan alırdınız. halkalı'daki bu güzide tesis işte bu staddan bile neredeyse aktama yapılarak ulaşılabilecek bir mesafedeydi. rakip takım taraftarları "uçakla mı gideceksiniz" ya da "bulgaristan tarafındaki kale hangisi" gibi esprilerle taşşak geçiyordu.
fenerbahçe taraftarı kadıköy'ün, beşiktaş taraftarı dolmabahçe'nin keyfini sürerken galatasaray taraftarı hangi ile bağlı olduğu bile belli olmayan bir dağ başına sürülmüştü. lokasyonu bir kenara stadın yolu yoktu, yapılmamıştı. bir tepenin patlatılmasıyla açılan bir oyuktan geçen, otoyoldan alelacele bağlanmış tek şerit gidiş tek şerit geliş bir yolu vardı sadece. yamulmuyorsam 1 ya da 2 kombine alana 1 kombine bedava tarzı kampanyaları millet başta kapasitenin büyüklüğüne bağladıysa da tabi stada kombine almak için ilk gidenlerin gördüğü manzara sonrası ortaya çıkmıştı işin aslı. bir kombineye 5 kombine bedava da verilse gidilmesi çok çok çok zordu. üstelik o kadar büyüktü ki stad, 35 bin kişi geldiğinde bile boş gözüküyordu. basın da utanmadan sallıyordu her maç, galatasaray taraftarı şöyle galatasaray taraftarı böyle diye. özellikle ligin ikinci yarısında o stada giden her galatasaray taraftarı plaket verilesi insanlardır. nitekim 32. haftadaki maçta tribünün istanbulspor gibi bir rakiple oynarken özellikle küfürlü tezahürat girip son maça cezayı alması taraftarın ruh halini yansıtan nadide bir örnektir.
saha içine dönersek aslında enteresan bir yapı vardı. kalede artık iyice güven kazanmış olan ve üçüncü sezonuna giren mondragon vardı. defansın solu efsane kadrodan iki isme emanetti; hakan ünsal ve ergün penbe. kalenin önünde efsane kaptan bülent korkmaz vardı. bir önceki sezon kadrosundan suat usta'nın yanı sıra orhan ak ve ömer erdoğan gibi ligde adını duyurmaya başlayan iki stoper gelmişti. socieadad maçında nihat kahveci tarafından madara edildikten sonra devre arası gönderilen gabriel "bana taması'ı sorma" tamas biraz da "ya tutarsa" transferiydi. esas bomba ise özhan canaydın'ın "her sene 3 dünya yıldızı" etkinlikleri kapsamında 6 yıllık görev süresi boyunca getirebildiği yegane dünya yıldızı olan frank de boer'di. defansın sağına ise cihan'ın yanına hücum yönü çok kuvvetli olan "teenage mutant ninja turtle" cesar prates gelmişti. fenerbahçe frikikçi olarak pierre van hoijdonk'u getirirken biz de prates'i frikik kralı olarak pazarlamaya çalışıyorduk. ah özhan abi ah, toprağın bol olsun...
orta saha rotasyonu ise çorbadan halliceydi. sol kanat hasan şaş ve yerine göre ergün penbe'nin varlığıyla garanti altına alınmıştı. ancak diğer pozisyonlar için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildi. sağ kanat o dönem altyapıdan yeni çıkmış, hot prospect for future bir "hücuma yönelik sağ kanat oyuncusu" olan tecrübesiz sabri sarıoğlu'na teslim edilmişti. onun dışında asli mevkisi orta sahanın sağı olan hiçbir oyuncu yoktu. sağ bekteki prates'in de hücuma yönelik olmasıyla sağ kanadın defansif kabiliyeti neredeyse sıfırlanmıştı. cihan'ın ara ara maçlık yükselişleri hariç sağ kanadımız allah'a emanetti. göbekte ise önceki sezondan batista ve ayhan vardı. bir önceki sezon yıldızlaşan volkan arslan ne yazık ki sakatlıklarla boğuşuyordu. ovidou petre ve murat erdoğan takviyeleri yapılmıştı ancak ikisine dair soru işeretleri vardı. geçen sezon sol kanatta fark yaratan bir diğer isim olan baliç de sakattı ve yerine de fenerbahçe'den artık posası çıkmış olan abdullah ercan gelmişti.
forvette ise şimdilerde "kim olduğunu bilirsin sen" konumuna düşmüş olan "kral hakan şükür" 3 yıllık aranın ardından geri dönmüş, hakan şükür arif erdem ikilisi tekrardan bir araya gelmişti. ancak bir önceki sezonun golcüsü ümit karan da kadrodaydı. hatta hakan şükür'e 9 numaralı formayı vermek istememiş, hakan şükür ilk sezonunda 10 numaralı formayı giymişti. üzerine bir de yaşadığı sakatlık eklenince ümit karan için o sezon kayıp geçmiş, ertesi sezon da ankaraspor'a kiralanmıştı. forvetteki diğer isim ise bir önceki sezon malatyaspor maçında gördüğü kırmızı karttan sonra üzeri çizilmiş olan berkant göktan'dı. bir diğer yeni transfer ise yıllar sonra "hızlı, ama..." diye anılacak olan romen florin bratu idi.
böyle bir sorunlu bir kadroyla başlamıştık sezona. alternatifi az, bazı mevkileri neredeyse boştu. sezon başındaki cska sofya eşleşmesinde oynanan futbol, ligde 3 galibiyet 1 beraberlikle yapılan başlangıç, özellikle sabri'nin harika başlangıcı sonrası tablo gayet iyimserdi. 2. hafta antep deplasmanında 60 metrelik diagonal pasla verdiği galibiyet golü asisti, cska deplasmanında maçı koparan, bursa deplasmanında puanı getiren uzaktan şutla attığı goller taraftarın içine su serpiyordu.
önce 5. hafta'da konya deplasmanında alınan mağlubiyet, hafta içi della alpi'de iyi oyuna rağmen alınan 2-1'lik mağlubiyet, dönüşte derbi tarihinin en enteresan maçlarından birinde son dakika verilmeyen net penaltıyla 2-2 biten derbi maçı bir anda rüzgarı tersine döndürmüştü. beşiktaş'ın kaldığı yerden devam etmesinden dolayı liderle puan farkı bir anda 5'e çıkmıştı. bu maçtan sonra yeniden 4 maçlık bir seri yakaladıysak da puan farkı aynen korunmuştu. serinin ilk maçı adanaspor deplasmanıydı. cem uzan mağduru adanaspor forma reklamı yerine kendi posterini basarak çıkmıştı bu maça, hani alın bizi de kurtulalım buradan der gibi. erken gelen gollerle 2-0 kazanıp rölantiye almıştık. hafta içi bana tamas'a sorma vakası olarak tarihe geçen maçta socieadad'a mağlup olmuştuk, daha doğrusu beraberlik golünü bulmaya gücümüz yetmemişti. bu maçtan sonra iç sahada rakip ligin zayıf ekiplerinden akçaabat sebatspor'du. son 20 dakikaya 3-0 öne girerken son 15 dakika kala skor 3-2 olmuştu. maç 4-3 biterken hem camiada hem tribünde homurdanmalar baslamıştı. mondragon'un yuhalandığı maç olarak da literatürde yer almıştır bu entresan karşılaşma. takip eden iki maçta rizespor'u deplasmanda, samsunspor'u olimpico'da tek golle geçmiştik, kral'ın samsunspor ağlarına taktığı yarı vole ise lig tarihindeki 200. golüydü. bu iki maçın arasında yine olimpiyat stadında olympiakos'u cihan haspolatlı'nın golüyle mağlup etmiştik.
ligin 11. haftasında rotamız dolmabahçe'ye dönmüştü. 10 maçta 9 galibiyet 1 beraberlik almış istim üstündeki beşiktaş'a konuk oluyorduk. ramazanın ilk gününe denk gelmişti bu maç. iki takmın da avrupa fikstürü sebebiyle cuma günü oynanmış, hem derbi maçı olması hem de iftar sebebiyle 21:00 gibi olağandışı bir saatte oynanmıştı. tribündeki meşale savaşları, bizim tribünün yeter ulan deyip tribünün önündeki demirleri indirmesi, saha içindeki boğuşmadan hallice oyun, sabri'nin direkte patlayan şutu ve frank de boer'in penaltı itirazı yapılan müdahalesi hariç pek bir şey kalmamıştı bu deplasmandan geriye. puan farkını kapatamamıştık.
bu maçtan sonra sıra olympiakos deplasmanına gelmişti. baştan sonra kabus gibi geçen maçı güç bela 3-0 mağlubiyetle bitirebilmiştik. haftasonu rakip ankaragücü idi. maçın başında 1-0 geriye düşsek de 2-1 kazanmayı başarmıştık. bu maçtan sonraki 6 lig maçında galibiyete hasret kalacaktık. millli takım euro 2004 için çıktığı playoff maçlarında letonya'ya elenmişti. haftaiçi istanbul'da yaşanan bombalı saldırılardan sonra yine gruptan çıkma adına ölüm kalım maçı haline gelmiş bir juventus maçı yine 2 aralık tarihine ertelendi. tüm bu hengame arasında çıkılan denizlispor deplasmanında öne geçsek de son dakikada gelen golle üç puanı bıraktık. ertesi hafta fatih terim'in "neşter vurduğu" takım 2-0 öne geçtiği maçta malatyaspor ile 2-2 berabere kaldı. hafta içi westfallen "ali sami yen" stadyumunda juventus'u 2-0 mağlup edip gruptan çıkma şansını son maça taşımıştık.
son haftadaki sociedad deplasmanında alınacak üç puan herşeye rağmen gruptan çıkmamızı sağlayacaktı. bu iki maç arasındaki istanbulspor deplasmanını kötü bir oyunla 3-1 kaybettik. sociedad deplasmanında ise berabere kalıp o zamanki adıyla uefa kupasında yola devam etme hakkı kazanmıştık. bu maçın dönüşünde ise olimpiyat stadında yattara'nın "one-man show"una dönen maçta trabzonspor'a kaybetmiştik. sadece 4 haftada liderle puan farkı 5'ten 12'ye fırlamıştı. üzerine namağlup beşiktaş'ın performansı da eklenince eleştrilerin dozu artmaya başlamıştı. ek olarak camia içinde homurdanmalar da yükseliyordu artık...
ilk yarının son maçında elazığ deplasmanında 2-2'lik beraberlik vardı. elazığspor'un ilk golünde çizginin dışından çevirilen top, ikinci golündeki penaltı pozisyonunda elazığspor'lu effa owona'nın hakem ali aydın'a sarılması akılda kalan detaylardı. o pozisyonda effa ömer ile kol kola girip 4-5 saniye kadar boğuşmuş, yine de düşmeyip şutu atarak topu fezaya yollamıştı. o şutun ardından gelen penaltı düdüğü hakikaten ikinci bir şanstı ama futbolun kural kitabında tabi öyle bir insiyatif yoktu...
ilk yarı biterken liderin 14 puan gerisindeydi galatasaray. son 5 maçını kazanamamıştı. kadro istikrarı sağlanamamıştı, o efsane kadronun parçası olan isimler eski günlerini arıyordu. frank de boer'in her daim kısa düşen ve taraftarın kalbini yoklayan pasları, prates-sabri kanadının otobana dönmesi, orta sahanın göbeğinde bir türlü bir tandemin yakalanamamış olması öne çıkan temel sorunlardı. adanaspor'dan bedelsiz transfer edilen forvet necati ateş hariç bir takviye de yapamamıştık...
yine de antalya'da taraftarın da yüklendiği kamp dönemi, koftiden turnuvada alınan şampiyonluk, görece iyi oyun, fatih terim faktörü derken zayıf da olsa umutlarla başlamıştı ikinci yarı. ancak önce diyarbakır deplasmanındaki golsüz beraberlik, sonra da meşhur 5-0'lık rizespor hezimeti o bahar havasını yok etmiş; adeta nerede kalmıştık dedirmişti.
bu arada ikinci yarının ilk haftasında litaratüre papila kartalın anasını sik tezahüratıyla geçen meşhur yarım kalan beşiktaş-samsunspor maçı oynanmıştı. biz puan farkını 13'e düşürmüştük. ilk yarıyı beşiktaş'ın 8 puan gerisinde tamamlayan fenerbahçe gaza basarken beşiktaş tam ters bir grafik çizmiş, 23. haftada kadıköy'de çıkacağımız derbi sonrası iki takım puan puana gelecekti. ilk yarıda 8 puan kaybeden beşiktaş ikinci yarının ilk 6 haftasında 10 puan bırakacaktı.
bizim hikayemize geri dönersek, 19. haftada rakip gaziantespor'du. 5-0'lık çaykur rizespor maçı sonrası takım bir reaksiyon göstererek maçı 3-0 kazanmıştı. bu galibiyet aynı zamanda o sezon ligde aldığımız en farklı galibiyetti, sezon başındaki iki cska sofya maçıyla beraber 3 fark yapabildiğimiz yegane maçtı.
bu maçtan sonra bursaspor maçı vardı iç sahada. hafta içinde 2005 şampiyonlar ligi finalinin olimpiyat stadında oynanacağı açıklanmıştı. bu habeerin etkisi var mıdır bilinmez olimpiyat stadı için ortalam üstü olan 40 bin civarında taraftar önünde oynanmıştı bu karşılaşma. golsüz beraberlikle taraftar yine mutsuz ayrılmıştı staddan. ertesi hafta buz gibi havada oynanan maçta gençlerbirliği deplasmanında da 2-2'lik skorla ayrıldık.
bir sonraki hafta yıllar boyu kulaktan kulağa anlatılan konyaspor maçındaydı sıra. zaten bir sonraki hafta fenerbahçe deplasmanı olması sebebiyle tribünler sıradan bir maçtan farklı olacakken üzerine bir de istanbul merkezinde rastlanamayacak olan kış koşulları gelince iyice unutulmaz bir hale gelmişti bu maç. saha içinde bile 3-4 santim kar olan, saha kenarında reklam panolarını kapatacak kadar karın biriktiği ve durmayan bir tipi altında herşeye rağmen diyerek herşeyi göze alıp oraya gidebilmiş bir avuç taraftar önünde oynanmıştı bu maç. evden battaniyesiyle gelen, tribünde ateş yakıp ısınamayanlar bir kenara kale arkası tribünde kurtların dolaştığı efsanesi aradan geçen neredeyse 20 yılda azalarak da olsa anlatılmaya devam eder. tıpkı bir önceki sezon yine karlı oynanan malatyaspor maçı gibi 2-1 kazanmıştık ve tıpkı o maçta olduğu gibi bir golümüz kalecinin topu elinden kaçırmasıyla gelmişti. eski toprak eser özaltındere yine mondragon'u ısındırmaya şort-tshirt ile çıkmıştı...
bu maçtan sonra bu sefer karsız havada avrupa mesaisindeydik. rakip de avrupanın "underdog" takımlarından villareal'di. ilk 20 dakikada sonny anderson'un golleriyle 2-0'ı bulan ispanyol temsilcisi karşısında alınan 2-2'lik beraberlik tur şansını mucizelere bırakmasa da epey bir azaltmıştı. gelecek hafta oynanacak rövanş öncesi kadıköy deplasmanı vardı. bu maçtan birkaç saat önce beşiktaş'ın cezası sebebiyle izmit'te oynanan maçı istanbulspor 2-1 kazanmıştı. aylar sonra tmsf kulübe el koyunca dönemin istanbulspor sportif direktörü adnan sezgin'in transfer parası adı altında aldığı teşvik primleri ortaya çıkacaktı ya, o da ayrı bir konu... ilk yarı biterken beşiktaş'ın 8 puan gerisinde olan fenerbahçe bizi mağlup etmesi halinde puan puana gelecekti beşiktaş ile. 85. dakikaya kadar 1-1 götürdüğümüz maçta prates'ten faulle alınan topta itirazlar arasında devam eden atağı mehmet yozgatlı golle bitirince 2-1 mağlup olduk. fenerbahçe takımı ise takımını ıslıklıyor olduğundan golün sevincini bile doğru dürüst yaşayamamıştı...
bu skorun ardından artık sezonun tek hedefi olarak avrupa kupası kalmıştı. ya tamam ya devam maçında villareal deplasmanındaydık. 0-0'lık skor turu getirecek olsa da ispanyolların aklında fikrinde maçı beraberliğe bağlamak yoktu. dalga dalge gelen rakibe karşı arada mutlak pozisyonlara hatta sayılmayan gole rağmen ilk yarıyı bir şekilde 0-0 bitirmeyi başardık. sahadaki oyun pek ümit vermese de villareal golünün bir türlü gelmemesi az olan şansımızı çoğaltıyordu. bu düşünceler içinde ikinci yarıya henüz başlamışken sonny anderson'un atılan ara topta ömer erdoğan ile 30 metre baş başa gidip golü yazdı. bu golden birkaç dakika sonra roger garcia'nın sahanın tam ortasından salladığı ve nazlı nazlı süzülüp kaleye inen şutu aslında sezonun bitiş düdüğüydü. formalite icabı oynanan kalan dakikalarda riquelme'ye bizim defansın zorlaya zorlaya attırdığı ve onun da sevinmediği gol sadece tabelayı değiştirmişti.
basın toplantısında fatih terim'in sözleri ise sonraki haftanın gündemini oluşturacaktı: "... önümüzdeki sezon yeni bir yönetim, yeni bir takım, belki yeni bir hoca..."
bu maçtan üç gün sonra bir gündüz maçında rakip adanaspor'du. fatih terim'in veda kararı sonrası tribünler bir nebze dolmuştu. psikolojik olarak ligden düşmüş olan adanaspor'u güç bela 3-2 yenmiştik, hasan şaş golden sonra formasını çıkarıp secdeye varmıştı. bu maçtan sonra oynanan 5 lig maçında 5 mağlubiyet vardı. ertesi hafta düşme hattında can havliyle saldıran akçaabatspor'a deplasmanda son dakika golüyle yenildik. serinin ikinci maçı olan rizespor maçı fatih hoca'ya veda maçıydı. tıpkı önceki sezon başında tribünleri selamlarken olduğu gibi candan erçetin'in "elbette"siyle veda ediyordu hoca tribünlere.
özhan canaydın bir dönem daha görev alırken hafta içi gelen haber taraftarı bir anda hareketlendirmişti. sezon başında bursaspor kulübesinde görüp iç çektiğimiz fatih terim'in yerine gheorghe hagi getirilmişti. fatih terim'in devre arasından sonra kadro dışı bıraktığı bülent korkmaz ve hakan ünsal gibi isimlerle birlikte florya'da ilk antremana çıkarken taraftar bir anda tesislere doluşmuştu bile. samsun deplasmanından tek golle boynu bükük ayrıldıktan sonra uzun zaman sonra anlamı olan bir maça çıkıyorduk. hem bir derbi maçıydı, hem de hagi yıllar sonra galatasaray tribünleriyle kucaklaşacaktı...
return of the king koreografisi ve hatırı sayılır bir taraftar kitlesi önünde oynanan maçta öne geçsek de ali aydın'ın üfürdüğü iki penaltı ile maçı kaybetmiştik. özhan canaydın'ın maçın ertesi günü yaptığı basın toplantısında önünde masaya vurarak "bu adam bu düdüğü a sa cak" dediği ali aydın hafta içinde hakemliği bırakmıştı.
bu maçtan sonra ankaragücü deplasmanı vardı. her zamanki gibi "ankara deplasman sayılmaz" dedirten taraftarın hagi'yi bağrına bastığı maçı da umut bulut'un golüyle kaybetmiştik. bu mağlubiyetle bitime 5 hafta kala matematiksel olarak avrupa kupası şansımız da bitiyordu.
kalan 5 maçtaki 4 galibiyet 1 beraberlik performans ise genel durumu kurtarmaktan öteye gidemezken ağızlarda keçiboynuzu misali ufacık bir tat bırakmıştı. hagi'nin önümüzdeki sezon oynatacağı göze hoş gelen futbolun ilk sinyalleri gelse de takımın defoları ortaya çıkıyordu. 29 maçta 41 gol atan galatasaray son 5 maçta 15 gol atmıştı ama buna rağmen kalesinde de 9 gol görmeyi başarmıştı. 33. hafta şike söylemlerinin gölgesinde oynanan maçta trabzonspor'u avni aker'de 4-2 mağlup edip fenerbahçe'nin şampiyonluğu 1 hafta kala ilan etmesine sebep olan maç ise sezonun akılda kalan ender maçlarından biriydi...
her anlamıyla acı dolu, önemli bir kısmı bitse de gitsek hissiyatı içinde takip edilen bir sezondu. mart ayının başında fiilen olmasa da bitmişti, hatta kasım sonuna doğru sezonun güme gideceği üç aşağı beş yukarı belli olmuştu. ancak 9 kasımdaki ankaragücü maçı ile nisan'ın 16'sında oynanan denizlispor maçı arasındaki 17 lig maçında sadece 3 galibiyet görebilmiştik. hatta resmi maçların toplamına vurursak 22 maçta sadece 4 galibiyet görebilmiştik. puan olarak daha kötü olsa da 2010-2011 sezonunda dahil böyle bir periyod çizmemiştik.
bu 17 haftada ayrı ayrı 6 maçlık bir galip gelememe serisi ve 5 maçlık bir mağlubiyet serisi vardır. 2010-2011 sezonunda da ise 4 maçlık bir mağlubiyet serisi ve bu serinin başındaki bir mağlubiyet bir beraberlikle oluşmuş tek bir 6 maçlık galip gelememe serisi vardır. olimpiyat stadı ise başlı başına bir zulüm sebebiydi. stadın güneyinden ama epey bir güneyinden geçen otobandan tali yola bağlanıp aceleyle patlatılmış bir tepenin oyuğundan geçen tek şerit gidiş tek şerif dönüş bir asfalt yoldan başka hiçbir alternatif yoktu. 20 yıllık mecidiyeköy alışkanlığından sonra çok büyük eziyetti. ek olarak ali sami yen'de tıklım tıkış olacak bir kalabalık bu stadın bomboş görünmesine sebep oluyordu. rüzgar hiç durmuyordu. istanbul'da yağmur yağsa orda dolu oluyor, istanbul'da tutmayan kar orada tipi halinde saatlerce yağabiliyordu.
saha içinde ise pek çok sorun vardı aslında. frank de boer-bülent korkmaz tandeminin bir türlü çalışmaması, frank de boer'in sık sık kısa düşen yan ve özellikle geri paslarıyla birleşince çok büyük sorunlara yol açıyordu. ek olarak özellikle sağ kanadın defansif yönü çok zayıftı. sol taraftaki bazen ergün bazen hakan ünsal oynuyordu ancak orda da bir türlü tam randıman alınamıyordu.
orta sahanın sol tarafında hasan şaş vardı ancak onun da sahadaki duruma sinirlenip topu alıp öne gitmeleri ya da yan tarafa yardıma gitmesi o kanadı da açıkta bırakıyordu. göbekte batista-ayhan-petre-murat erdoğan rotasyonu vardı. bu dörtlü içinde en net durumdaki temiz bir ön libero olan batista idi. petre gayretli bir oyuncu olmasına rağmen oyun olarak gösterişsiz ve kırılgandı. murat erdoğan da açıkçası ön libero olmak için biraz yumuşak, merkez orta saha içinse tekniği biraz zayıf kalıyordu. ayhan ise bazen orta sahanın göbeğinde, bazen daha fazla oyun kurucu rolünde oynamaya çalışıyordu. her ne kadar bam dönemiyle hatırlansa da o dönemin önemli oyun kurucularından biriydi türk futbolunda. ancak hem sabri hem hasan şaş'ın var olduğu orta sahada o da ekstradan top alma mücadelesi veriyordu. tüm bu karmaşa içinde orta sahamız da çok kırılgan hale geliyordu.
forvette ise hakan şükür vardı. ümit karan sakatlığı sebebiyle oynayamıyordu. hakan'ın kadim dostu arif yavaş yavaş emekllilik moduna girmişti. bratu ise hızına rağmen son vuruşlarda zayıftı. devre arasında gelen necati biraz rahatlatmıştı forvet hattını ama onun da bu takımda süre alıp adapte olması zaman almıştı. zaten verim vermeye başladığında atı alan üsküdarı çoktan geçmişti...
böyle boktan ve kasvetli bir sezondu. sezonun ilk resmi maçı olan olimpiyat'taki 3-0'lık cska sofya maçı ve italyan lobisi sayesinde olimpiyattan westfallen'e alınan 2-0'lık juventus zaferi dışında heyecanlanmadan geçip gitti. uzun mağlubiyet serileri, galibiyet hasretleriyle doluydu. fatih terim'in vedası ne kadar hüzünlüyse yerine hagi'nin gelmesi de aynı oranda sevindiriciydi. 34 haftalık periyodda "ne top oynadık be" denebilecek tek maçın 33. haftadaki trabzonspor deplasmanı olması bile bazı şeyleri tek başına açıklar aslında...
ligin geneline bakarsak fırtına gibi başlayan beşiktaş ikinci yarıda sıçmalara doyamamıştır. meşhur yarıda kalan samsunspor maçı, o maçta alınan cezaların etkilediği maçlarda yaşanan puan kayıpları, tmsf incelemelerinde ödenen teşvik paraları ortaya çıkan istanbulspor maçı derken 23. haftada zaten fenerbahçe 8 puan geriden gelmeyi başarmıştır. kalan 10 maçta fenerbahçe 26 puan toplarken beşiktaş 11 puan toplayabilmiştir. trabzonspor ise aynı periyodda 28 puan çıkarmasına rağmen ilk 23 haftadaki puan kayıplarının etkisiyle nefesi bu yarışı önde götürmeye yetmemiştir.
dördüncü sırayı ise gaziantepspor almıştır. gol kralı 25 golle konyaspor'dan zafer biryol olmuştur. elazığspor ve adanaspor'un ardından küme düşecek 3. takımın kim olacağı mücadelesi ligin son dakikalarına kadar sürmüştür. son haftada 39 puanı akçaabat sebatspor ve çaykur rizespor, 38 puanlı istanbulspor ve 37 puanlı bursaspor'dan hiçbiri hata yapmayınca bursaspor 40 puanla küme düşen son takım olmuştur. ligin ilk yarısında iskelede beşiktaşlılardan dayak yiyen bursaspor taraftarı son 4 maçını kaybeden beşiktaş'ın son 2 haftada sebatspor ve rizespor'a kaybetmesini de alt alta ekleyerek beşiktaş'ı düşman bellemiştir. meşhur bursaspor beşiktaş husumeti bu sezonda ortaya çıkmıştır.