ilk olarak şunu belirtmek isterim.
insanların dış dünyadan aldıkları bilgilerin %85'ini görme kanalıyla aldığı tahmin edilmektedir.
demek ki biz görme engelliler, %85'lik bir açığı kapatmak durumundayız dış dünyadan yeterince bilgi alabilmek için.
sene 2009, ocak ayındayız. günlerden cuma.
o zamanlar, saint-joseph lisesinde 10. sınıftayım.
servisle eve dönüyorum.
arkadaşımın telefonu çaldı.
açtı, "tamam tamam geliyorum birazdan, eve varınca üstümü değişip geleceğim işte oğlum geliyorum."
"ne o?" dedim.
"ha yok ya bir şey değil halı sahaya gideceğiz de." dedi.
"nasıl bir şey değil, ne güzel maç yapacaksınız işte?" dedim.
"ne var ki ya hep gidiyorum halı sahaya." dedi.
ben eve geldim.
babamın yıllar önce aldığı, çok sevdiğim bir futbol topum vardı.
kendi odamın kapısını kale olarak kullanıp boş kaleye şut çektim o topla.
"mutsuz mu oldun?" diye sorarsanız, hayır olmadım.
hep söylüyorum ya burada da, ben küçücük şeylerden mutlulu payı çıkarmaya çalışan ve genelde bu payı çıkaran bir insanım.
biraz geriye gidelim, 1998 yılına.
1. sınıfa yeni başlayacağım, görme engelliler okuluna.
prosedür gereği beni mülakata tabi tuttular.
o zaman 6 yaşındaydım. bana sorulanları çok net anımsayamıyorum.
tek bir soruyu hatırlıyorum, ama hala kızgınlıkla.
"elmanın şekli nedir?"
"dikdörtgen" dedim.
"soruları soran kadın, dikdörtgen olur mu çocuğum, elma yuvarlaktır değil mi?" dedi.
"evet." dedim.
"o zaman neden dikdörtgen diyorsun?" diye sordu.
cevap vermedim.
bir daha sordu neden dikdörtgen dediğimi, yine cevap vermedim.
bana küçükken ailem elmayı bölerek verirdi ve elma dilimleri dikdörtgeni andırırdı zihnimde.
oradan yola çıkarak o cevabı vermiştim. bütün bir elmanın şeklinin yuvarlak olduğunu bilemedim.
"mutsuz mu oldun?" die sorarsanız, hayır olmadım.
zira, soruyu soran kişinin düşüncesizliği beni mutsuz edemezdi, buna gerek yoktu.
şimdi gidiyoruz 2003 yılına.
piyano kursuna gidiyordum.
derste hoca müzik işaretlerini anlatıyordu.
"kuyruklu bilmem ne", "noktalı bilmem ne" gibi işaretler anlattı öğretmen.
ben sakin bir ses tonuyla "tam anlayamadım öğretmenim." dedim.
çok iyi niyetli bir insandı, tüm gücüyle anlattı.
ama yeterli olamadı ve dersi kısa sürede bıraktım.
onun suçu değildi, görme engellilere nasıl müzik dersi verileceği, piyano işaretlerinin nasıl anlatılacağı özel eğitim gerektiren bir konuydu; çünkü görme engellilerin kullandığı "braille alfabesinde" notaların ve müzik terimlerinin nasıl yazıldığını bilmem lazımdı ki konuları anlayabileyim.
"mutsuz mu oldun?" diye sorarsanız, hayır yine olmadım.
alaylı şekilde org, akordiyon, kanun, gitar çaldım daha sonra.
galatasaray marşlarını, müzik kulağımın yardımıyla notası notasına çıkartırdım çocukken :)
bir gün okuldan bir arkadaşımı aradım. ödevlerle ilgili bir şey sordum.
"şu anda sesin az geliyor, biz şu an bizimkilerle kafedeyiz, ben seni sonra ararım." dedi.
"allah allah beni neden çağırmadılar ki?" dedim kendi kendime.
yine mutsuz olmadım.
"bana ne ya, çağırmazsa çağırmasınlar, demek ki onlar benim arkadaşlarım olmaya uygun insanlar değillermiş." diye düşündüm.
şimdi geriye dönüp bakıyorum da iyi düşünmüşüm.
son 2 örnek verdikten sonra daha somut şeyler anlatacağım.
o zamanlar çocuktum.
dersler bitti ama ders sonrası okulda fen dersi için kurs vardı.
arkadaşlarımla birlikte bahçeye çıktım.
servislerin oraya kadar gelip dolaştık biraz.
sonra arkadaşım "ben gidiyorum, sana zaten yardımcı olacaklarmış." dedi.
haklıydı, normalde yardımcı olacaklardı.
ama gelen giden olmadı.
defalarca arabalar santimlerle yanımdan, önümden geçti.
iyi ki paçayı kurtardım, bir şey olmadı.
bir kadın, "dikkat etsene, çekilsene oğlum." dedi.
baktı, baktı, baktı, baktı, göremediğimi anlayamadı.
mutsuz olmadım.
aksine çok mutluydum; çünkü bir zarar gelmeden sınıfa geri dönebildim.
anlayışsız kadının sözlerini de kafama takmadım.
kafaya takılacak insan değildi ki.
2. sınıftayken merdivenlerin yanına geldim bir gün.
merdiveni fark edemedim, ayağım bir anda boşa geldi.
tertemiz şekilde, 1 katı yuvarlanarak indim.
vücudumun 4 farklı yerinde şişlik oluştu, en önemlisi kafamdaki şişlikti tabii ki.
sözün özü, bildiğin merdivenlerden düştüm ama paçayı kurtardım.
vücudumun küçük olması sanıyorum ki o zaman benim avantajım oldu.
ama hiç kimseye söylemedim bunu.
bir hikayem daha var, sami yen'de yaşadığım bir anı ama onu "sarı kırmızı itiraf" başlığına yazacağım.
bunları neden anlattım?
kendimi acındırmak, okuyanları üzmek için anlatmadım.
engellilerin neler yaşayabilecekleri, neler yaşadıkları hakkında bilgi vermek için anlattım.
acının etrafında dolaşanlar, acıyı anlayamazlar.
ben yalnız bir adamım.
bu yalnızlıkta şüphesiz benim payım vardır.
çekingen ve kırılgan bir yapıya sahip oluşumun payı vardır.
hareket kabiliyetimin kısıtlı oluşunun payı vardır.
benim bu hareket etme, bir yerden bir yere gitme olayını tam olarak rayına koyamamamın da kısmen eleştirilebilecek tarafları vardır.
benden çok daha iyi noktalarda bulunan engelli insanlarımız da vardır ve bu da benim için oldukça sevindiricidir.
ama benim gibi yalnızlık çeken, bir yerden bir yere gitmek için yardıma ihtiyacı olan, olmak istediği pek çok yerde olamayan milyonlarca insan var bu dünyada.
fakat şöyle bir kısır döngü de mevcut.
kendimle ilgili olarak bahsettiğim çekingenlik, kırılganlık, hassaslık, mobilite eksikliği gibi konuların temeli de görme yetimin olmamasından ileri gelmektedir kanımca.
burada hiç kuşkusuz engelin derecesi de önem kazanıyor.
mesela ben az da olsa görebilseydim, bu sözünü ettiğim sıkıntıları daha az yaşardım.
aslında bunları hem bilgi vermek, farkındalık kazandırmak hem de dertleşmek, içimi dökmek için anlatıyorum.
hem öz eleştiri yapıyorum. hem de çok sevdiğim sözlükle paylaşıyorum kalbimden geçenleri.
sanıyorum ki ben yaşlandığımda, bana "bu hayatta seni en çok zorlayan şey nedir?" diye sorulduğunda, tereddütsüz şekilde "yalnızlık" diyeceğim.
ben aslında depresif , mutsuz, melankolik bir insan değilim.
hiçbir zaman olmadım, şimdi de değilim.
sanıyorum ki bundan sonra da olmayacağım.
zaten yazdıklarımdan anlarsınız genelde hayata karşı pozitif bir bakış açısına sahip olduğumu.
ama kalbimin derinlerinde bir hüzün var, o bazen gün yüzüne çıkıyor.
yani sonuç olarak ben mutlu, huzurlu bir insanım.
ama yalnızlık da insanı yoruyor.
mesela ben galatasaray sözlük'e yazar olduğum zaman, sözlüğün teknik özelliklerini tanımaya çalışıyordum.
mesaj gönderme işini doğru yapınca, ilk entry'mi yazınca falan inanılmaz mutlu olmuştum.
bunun sebebi şuydu.
ister entry yazıp pek çok insanla, ister mesaj atıp bir insanla sohbet edebilecek, hislerimi paylaşabilecektim.
dışarıdan bakıldığında oldukça sıradan bir şey buraya yazar olmak; ama benim için büyük bir olay.
sırası gelmişken, bana kapılarını açan hagi abime ve tüm plase dergi ailesine teşekkür ediyorum tekrar.
ben bu yazıyı yazmaya, ergin ataman'ın görme engelli galatasaray taraftarı uğurla tanışma öyküsünü okuyunca karar verdim.
o yaşananları okuyunca, kendimi gördüm orada.
ben aslında mümkün olduğunca maça gitmek istiyorum; ama her zaman gitmem mümkün olmuyor.
saint-joseph'ten arkadaşım var, müthiş iyi kalpli bir insan.
o sağ olsun yardımcı oluyor ve beraber gidiyoruz.
o da çok koyu galatasaraylı bu arada.
"yalnızlık" derken bu tip şeyleri kastediyorum işte.
biz engelliler, çoğu zaman kalabalıklar içerisinde yalnız insanlarız.
bu yalnızlık, hayatın her alanında kendisini belli ediyor.
okulda, dışarıda ve sair her yerde kendisini gösteriyor.
bazen de yalnızlığın kendisi doğrudan doğruya yalnızlık oluyor.
yalnızlığın da yalnızlığını çekmek işte böyle bir şey.
hani bir arkadaş grubu bazen toplanır, bir arada vakit geçirir ya, bu sizin için sıradan, her zaman olabilecek bir şey değil mi?
ben de hiç yapamıyorum bunu diyemem, elbette arkadaşlarımla görüştüğüm oluyor ama sizden daha seyrek.
onlardan ayrılıp eve geldiğimde, gece başımı yastığa koyunca o günü düşünüyorum ve mutlu oluyorum; çünkü bir daha ki bu tip bir buluşmanın normalden biraz daha zaman sonra olabileceğini biliyorum, o geçirdiğim zamanın kıymetini biliyorum.
ya da bir gün canım sıkıldı veya bunaldım, tek başıma çıkıp bir yürüyüş yapmak istiyorum, pek mümkün olmuyor.
bu tip durumlarda da sözlük okuyorum :)
gerçekten daha rahat ve huzurlu hissediyorum kendimi.
bazen bir arkadaşımın evinde hep beraber oturuyoruz.
onlar öylesine görsel konulardan bahsediyor ki o kadar insanın içinde yalnızlık çekiyorum.
onların sohbeti bitip konu değişince ben de dahil olabiliyorum sohbete.
veya film, dizi gibi izlenceler de böyle.
genelde insanımızda okumaktan ziyade izlemek ön planda çağımızda.
ama ben antika adamım. benim için okumak daha önemli.
çevremde film ve dizi muhabbeti açılınca sıkılıyorum, konuya dahil olmam güçleşiyor.
filmler ve dizilerin çoğu görsellik barındırıyor. bu durum da beni zorluyor açıkçası.
siz istediğiniz zaman bir kişiyle, ailenizle, arkadaşınızla veya herhangi bir insanla göz kontağı kurabiliyorsunuz.
benim mutlaka konuşmam lazım. başka çarem yok.
ama bundan da mutsuz değilim; çünkü bana göre sesle kurulan iletişim daha sahici.
yani aslında daha çok şey anlatırım da şimdilik bu kadar ilham geldi.
yakın zamanda devam ederim buradan.
bir anda yaşadığım her şeyi topluca anlatmak, takdir edersiniz ki zor.
bu yazımı okumanızı istememin nedeni, az da olsa engelliler hakkında fikrinizin olmasını istemem.
parça parça yazmak sanırım daha yerinde olacak. zihnim yoruldu şu an.
dediğim gibi devam ederim.
çok sevdiğim 2 şarkının linkini koyuyorum aşağıya, dinlersiniz isterseniz.
https://www.youtube.com/watch?v=trgBLCYiVIY https://www.youtube.com/watch?v=QFtnPIb1_2U bu yazı için son söz, ben mutluyum.
galatasaraylıyım bir kere.