• 820
    aşk, ne?

    alemlerin en klişe, en entelektüel görünümlü ama en tırt sorusunu sorduktan sonra devam edebilirim sanırım. yalnız cidden şunun cevabını almam lazım, aşk ne? bildiğim kadarıyla sadece saplantı değil, klasik anlamıyla sadece görünüşe aldanma değil, birikimsiz konferans veren kişilerin bolca kullandığı tırnaklarla birlikte "çekim ve elektriklenme" değil, sadece düşünce çakışmaları sonucu ortaya çıkan uyum değil, sadece gönül kayması değil. bunların hepsinin bir araya gelmiş hali hiç değil. isteyen deneyebilir, böyle bir kombinasyona maruz kalıp ölmeyecek kişiye madalyasını bizzat ben takacağım.

    peki ne o zaman? şimdi zannediyorsunuz ki aklımda bir düşünce var, ve yazı ilerledikçe aşkın aslında ne olduğu konusunda size nutuğu çekip "bundan sonra hayata böyle bakın" diyeceğim. çok beklersiniz, zira şu yazıyı yazıyor olma sebebimi bilmiyorum. şu anda bilgisayarımın sağ alt köşesinde 19:21 yazıyor. bu yazı bittiğinde siz ne anladıysanız yazdıklarımdan ben de sadece onu anlamış olacağım.

    ali sami yen'in yanından geçerken, kalbi normalden hızlı çarpmaya başlayan insanlar var. bunlardan biri de benim. ve hayatımda ali sami yen'i 2 kez gördüm. onun da sapanla taş atılabilecek mesafeden olduğunu pek söyleyemem. ee peki ruh hastası mıyım da asla içerisinde bulunmadığım, sağında solunda bir beton yığınını görünce içimde bir şeyler oluyor. bunun cevabını verebilecek olan kişi, bir fotoğrafa nasıl aşık olunabileceğini de bana söylerse çok memnun olurum. yanında alacağım ilaçları da yazarsa iyi olur. neyse, aşk bilmediğin bir şeye göbeğinden bağlı olabilmek işte. lig tv logosu olmadan göremediğim, kamera neredeyse o açıdan izleyebildiğim, ama medya tarafından onlarca farklı noktadan gösterilmeye çalışılan bir takımı nasıl seviyorum ki, mantık dışı. mantık dışı, sevmek. sevmek, bağlanmak değil hissedebildiğim kadarıyla. sadece bağlanabilmek değil yani. yoksa vazgeçememek karakteristik özelliklerinden biridir ruhunun bir kısmı başka bir varlığa akan insanın.

    buradan kesinlikle kopup alakasız başka bir konuya geçmem lazım, zira ciddi anlamda merak ediyorum. vazgeçmemek tamam da, insan neden sevdiği zaman uzun mesafeden şut deneyemez. neden kaleci ile karşı karşıya kalmaktan korkar, neden maçın başında sarı kart görmek istemediği için toptan kaçar, yani rakibi tanımak mı gerekir öne geçmek için, rakibe duyulan saygı yeterli değil midir? yani kesin bir oyun kurgusu olmayan, allah ne verdiyse şeklinde bir oyun biçimini benimsemiş, zihnindeki yılmaz vural'lar tarafından yönetilen ben, deplasmana çıktığımda neden rakibi tanımaktan bile korkar bir anlayışla oynuyorum onu merak ediyorum. maçı bırakmamak önemlidir, ne zaman ne olacağı belli olmaz, son dakika golü ile galibiyete uzanabilirsiniz, beklemediğiniz kadar rahat bir oyun oynayabilirsiniz, güzel oynayabilirsiniz. peki hücum oynamak neden korkutucu oluyor zaman zaman, bazen, her zaman.

    en kritik hamleyi en başta yapmak korkutuyor herhalde insanı. ileriye çıkarken kaybedilecek bir pozisyonun yaratacağı sonuçların, ortada olan küçük ümidi bile kaybetmeye neden olabilecek olması insanı çanakkale geçilmez oynamaya itiyor. aslında itmiyor. kaybedecek bir şeyi olmayan insan neden geri çekilsin ki, elinde zaten olmayan şeylerin kendisinden alınacağı korkusundan mı, zannetmiyorum. boş bir bardağı içinde su yok diye yere fırlatma cesareti değil bahsettiğim, bir fender stratocaster görüp hayatının en rezil seslerini çıkarabileceğini bile bile eline alma cesareti. david gilmour olmak herkesin kaderi değildir, ama gitarı tutmaya cesareti olmayan kişi müzik tarihini değiştiremez, öyle değil mi?

    e tamam işte, çözdük, sadece cesaret edebilmek lazım yani, bir takım metaforlar yarattım ve cidden çok şahane sonuçlara ulaştım. fena zekiyim di mi güntekin. sonuçta aşk tek taraflı bir olgu, tek taraflı yaşanır, tek taraflı biter. biter, tek taraflı yaşanırsa. sevmek öyle kendi halinde takılan, zaman zaman ortaya çıkan bir duygu değildir. aşk yakar, aşk patlatır, aşk süser gibi salak saçma laflar söylemek değil amacım. bireyin istekleri ve x adını vereceğim düşünceleri vardır, karşısındaki bireyin de istekleri ve y'leri vardır, ve bu istekler birer eğri oluşturur. bu eğriler dünya adını verdiğimiz skimsonik düzlemde kesişmezse, isterseniz aşk olgusu üzerinde mental devrim yapın, yine de düşünebildiğiniz en yüksek mesafeden çakılmanıza engel olamazsınız. bu bir kuraldır. matematiksel olarak da kanıtlayabileceğim bir kuraldır. ancak bunu yapabilsem şu anda sözlükte böyle saçma sapan şeyler yazmaz, insan gibi çamaşır suyu ile beyazlatılmış saçlarımı diker, gider amerikan öğrencilerine fizik falan anlatırdım.

    peki bu durum yanlış mı, zannetmiyorum. örneğin vizyonunuz türkiye şampiyonluğu ve özellikle fenerbahçe'yi yenmek ise, galatasaray sizin takımınız değildir. ancak siz sevebilirsiniz, buna karşı çıkan olmayacaktır. ancak sonuçta zararlı çıkacak kişi siz olursunuz. çünkü kulübün koyduğu hedef sizin hedeflerinizden farklı. fenerbahçe'yi yenemediğinizde, türkiye ligi şampiyonluğu elden gittiğinde normal bir insan olarak üzülmüyor, bir ruh hastası olarak sağa sola saldırıyorsanız bu kulübün x'leri ile sizin y'leriniz çakışmıyor demektir.

    neyse uzatmaya gerek yok, bir yazının giriş, gelişme ve sonuç bölümü olması gerektiğine inanmıyorum. dolayısıyla her yazıdan bir sonuç çıkması lazım gibi bir düşüncem de yok. bazı yazıların sonunu yazar getirmez. ve evet, bu yazı futbol üzerine değil.
App Store'dan indirin Google Play'den alın