7044
tanım ile saded arasındaki mesafeyi hızla azaltarak; galatasaray 1905 yılında kurulmuş bir spor kulübüdür.
lütfen, galatasaray’ın tanımını bir cümle ile yapabilmek benim haddime değildir. ama merak etmeyin onun bana yazdırdığı bu düşünce ve hisler bütünlüğü üstteki tanımın çok daha fazlası. uzun bir yazı olacak hanımlar beyler vaktiniz varsa buyursunlar.*
1905 yılında lise sıralarında ali sami yen ve arkadaşlarının “vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızı, turuncudan iz taşıyan tok bir sarı” renk tanımlamalarını yaptıkları, vizyonu ise “türk olmayan takımları yenmek” olarak belirledikleri bir spor kulübü. o yıllardan, o yaşlarda günümüze kadar uzanan bir mirasın, böylesine korunarak başarılarla gelmesi ve bir de üstüne üstlük kuruluş mottosuyla bu kadar örtüşmesi nasıl bir ileri görüşlülük, nasıl bir vizyon sahibi olmaktır?
ben de belki de bu sözlükteki her arkadaşım gibi çocuk yaşta tanıştım bu renklerle. kimisine babası, kimisine amcası, kimisine de dayısı tanıştırmıştır galatasaray’ı. benim de babam tanıştırdı. birlikte kahvehaneye maçlara giderdik. çok sigara dumanı oluyor diye bazen derbilere beni götürmek istemediğinde acayip üzülürdüm.
bir ara galatasaray forması istemiştim. hem o dönem bulunması da zor olduğundan hem de maddi imkansızlıkladan alamamışlardı forma. sonra annem üstünde biraz kırmızı şeritleri olan sarı bir forma dikmişti bana. baya şortu ve tozluğu da vardı. orijinalmiş değilmiş umrumda bile değildi. hem galatasaray arması hem türk bayrağı yan yana dikiliydi. ben de tahta kalemle arkasına büyük puntolarla “hagi” yazmıştım. tabiki “10” numarayı da. mahallede her top oynayıp terli terli eve geldikten sonra o forma yıkanırdı elbette. ve ben her seferinde yine tahta kalemi alırdım elime.
her yenildiğimiz fener maçından hemen sonra eniştem telefonla arayarak babamla kafa bulurdu. görüştüğümüzde de ilk fırsatta yine kuzenim benimle dalga geçerdi. her yenildiğimiz fener maçından sonra “bacanak, doymadınız bize yenilmeye. gönderin artık şu fatih’i ahahahah” şeklinde babamla alay ederdi. kovmadık fatih terim’i. ne yönetim, ne de evinde ya da sigara dumanına boğulmuş kahvehane köşelerinde baba-oğul takımını destekleyen taraftar. biz avrupa şampiyonu olduk. avrupaya, avrupalılara samiyeni dar ettik. avrupa fatih’i olduk. onlar da sadece bizi yenmeyi kendilerine hedef belirlemişlerdi. işte bu yüzden fenerbahçe dendiğinde, sarının yanında lacivert gördüğümde içimde uyanan his ve düşünce, başka bir takımdan veya renklerden çok farklı bir boyuta sahip. neyse konumuz onlar değil.
çocukken büyüklerimin futbol muhabbetini dinlerken tanımadığım bir amca hatırladığım kadarıyla şuna benzer bir şeyler demişti: “nedir bu futbol futbol. onlar milyonlar alıyor siz burda tartışıyosunuz.” orada bir şeyler diyemedim elbette o amcaya fakat bütün gün o dediklerini düşünmüştüm ve kızmıştım. ben nasıl da savunamadım galatasaray’ı -adamın galatasaray’la ekstra bir derdi yoktu elbette- diye. baya baya o amcayı her gördüğümde gıcık olurdum ona.*
şimdi bu konuyu düşününce, yine o amca gibi düşünen bir kalabalık elbette vardır. futbolu sevmiyor olabilirler. 22 kişinin bir topun peşinden koşmasını da manasız buluyor olabilirler. ya da dünya kadar para kazanan futbolcuların bizler kadar tasa etmediğini de düşünenler pekala olabilir. ancak bu durum bundan çok daha fazlası. her şeyden önce bunun adı: “sevgi.”
benim bir yeğenim var. inanılmaz seviyorum. ilk kez dayı oldum ve mutluluktan havalara uçmuştum. henüz baba değilim. o duyguyu yaşamadım ama o da muhtemelen yaşamadan anlaması zor bir mutluluktur. ve anne sevgisi. onlar için hala küçük bir çocuğuz. onların bize duyduğu sevgi de, bunların belki de yoğunluğu en yüksek olanıdır. ne kadar üzsek de onları karşılıksız bir sevgiyle bizi severler. saf bir sevgi. çocuğumuzun canı yansa bizim de yanar değil mi? çok üzülürüz. o anda tüm günlük yaşantımızı etkiler. ya da diyelim eğitim, sanat ya da spor alanında bir başarısı olduğunda nasıl mutlu olur gururlanırız.
işte galatasaray’a da duyduğumuz sevgi bizi böyle etkiliyor. kazandıkça, güzel başarılar elde ettikçe mutlu oluyoruz. günlük yaşantımızı pozitif etkiliyor. galatasaray iyiyse biz de iyiyiz. ama işler kötü gittiğinde, kaybettiğimizde, başarısızlıklarda bizi yine etkiliyor. hem de ne biçim. içimizdeki sosyal hayat enerjisi kayboluyor. işe ya da okula gitmek istemiyoruz. bir haber okumak, maçla ilgili bir şey izlemek ya da birileriyle konuşmak istemiyoruz. işte bütün bunlar saf sevgiyle açıklanabilir. belki de çocukluktan kalma bir sevgiyle. koca koca adamlar olduk, hala çocuk gibi seviyoruz galatasaray’ı.
“çocukluk aşkımsın, sen ilk göz ağrımsın.”
lütfen, galatasaray’ın tanımını bir cümle ile yapabilmek benim haddime değildir. ama merak etmeyin onun bana yazdırdığı bu düşünce ve hisler bütünlüğü üstteki tanımın çok daha fazlası. uzun bir yazı olacak hanımlar beyler vaktiniz varsa buyursunlar.*
1905 yılında lise sıralarında ali sami yen ve arkadaşlarının “vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızı, turuncudan iz taşıyan tok bir sarı” renk tanımlamalarını yaptıkları, vizyonu ise “türk olmayan takımları yenmek” olarak belirledikleri bir spor kulübü. o yıllardan, o yaşlarda günümüze kadar uzanan bir mirasın, böylesine korunarak başarılarla gelmesi ve bir de üstüne üstlük kuruluş mottosuyla bu kadar örtüşmesi nasıl bir ileri görüşlülük, nasıl bir vizyon sahibi olmaktır?
ben de belki de bu sözlükteki her arkadaşım gibi çocuk yaşta tanıştım bu renklerle. kimisine babası, kimisine amcası, kimisine de dayısı tanıştırmıştır galatasaray’ı. benim de babam tanıştırdı. birlikte kahvehaneye maçlara giderdik. çok sigara dumanı oluyor diye bazen derbilere beni götürmek istemediğinde acayip üzülürdüm.
bir ara galatasaray forması istemiştim. hem o dönem bulunması da zor olduğundan hem de maddi imkansızlıkladan alamamışlardı forma. sonra annem üstünde biraz kırmızı şeritleri olan sarı bir forma dikmişti bana. baya şortu ve tozluğu da vardı. orijinalmiş değilmiş umrumda bile değildi. hem galatasaray arması hem türk bayrağı yan yana dikiliydi. ben de tahta kalemle arkasına büyük puntolarla “hagi” yazmıştım. tabiki “10” numarayı da. mahallede her top oynayıp terli terli eve geldikten sonra o forma yıkanırdı elbette. ve ben her seferinde yine tahta kalemi alırdım elime.
her yenildiğimiz fener maçından hemen sonra eniştem telefonla arayarak babamla kafa bulurdu. görüştüğümüzde de ilk fırsatta yine kuzenim benimle dalga geçerdi. her yenildiğimiz fener maçından sonra “bacanak, doymadınız bize yenilmeye. gönderin artık şu fatih’i ahahahah” şeklinde babamla alay ederdi. kovmadık fatih terim’i. ne yönetim, ne de evinde ya da sigara dumanına boğulmuş kahvehane köşelerinde baba-oğul takımını destekleyen taraftar. biz avrupa şampiyonu olduk. avrupaya, avrupalılara samiyeni dar ettik. avrupa fatih’i olduk. onlar da sadece bizi yenmeyi kendilerine hedef belirlemişlerdi. işte bu yüzden fenerbahçe dendiğinde, sarının yanında lacivert gördüğümde içimde uyanan his ve düşünce, başka bir takımdan veya renklerden çok farklı bir boyuta sahip. neyse konumuz onlar değil.
çocukken büyüklerimin futbol muhabbetini dinlerken tanımadığım bir amca hatırladığım kadarıyla şuna benzer bir şeyler demişti: “nedir bu futbol futbol. onlar milyonlar alıyor siz burda tartışıyosunuz.” orada bir şeyler diyemedim elbette o amcaya fakat bütün gün o dediklerini düşünmüştüm ve kızmıştım. ben nasıl da savunamadım galatasaray’ı -adamın galatasaray’la ekstra bir derdi yoktu elbette- diye. baya baya o amcayı her gördüğümde gıcık olurdum ona.*
şimdi bu konuyu düşününce, yine o amca gibi düşünen bir kalabalık elbette vardır. futbolu sevmiyor olabilirler. 22 kişinin bir topun peşinden koşmasını da manasız buluyor olabilirler. ya da dünya kadar para kazanan futbolcuların bizler kadar tasa etmediğini de düşünenler pekala olabilir. ancak bu durum bundan çok daha fazlası. her şeyden önce bunun adı: “sevgi.”
benim bir yeğenim var. inanılmaz seviyorum. ilk kez dayı oldum ve mutluluktan havalara uçmuştum. henüz baba değilim. o duyguyu yaşamadım ama o da muhtemelen yaşamadan anlaması zor bir mutluluktur. ve anne sevgisi. onlar için hala küçük bir çocuğuz. onların bize duyduğu sevgi de, bunların belki de yoğunluğu en yüksek olanıdır. ne kadar üzsek de onları karşılıksız bir sevgiyle bizi severler. saf bir sevgi. çocuğumuzun canı yansa bizim de yanar değil mi? çok üzülürüz. o anda tüm günlük yaşantımızı etkiler. ya da diyelim eğitim, sanat ya da spor alanında bir başarısı olduğunda nasıl mutlu olur gururlanırız.
işte galatasaray’a da duyduğumuz sevgi bizi böyle etkiliyor. kazandıkça, güzel başarılar elde ettikçe mutlu oluyoruz. günlük yaşantımızı pozitif etkiliyor. galatasaray iyiyse biz de iyiyiz. ama işler kötü gittiğinde, kaybettiğimizde, başarısızlıklarda bizi yine etkiliyor. hem de ne biçim. içimizdeki sosyal hayat enerjisi kayboluyor. işe ya da okula gitmek istemiyoruz. bir haber okumak, maçla ilgili bir şey izlemek ya da birileriyle konuşmak istemiyoruz. işte bütün bunlar saf sevgiyle açıklanabilir. belki de çocukluktan kalma bir sevgiyle. koca koca adamlar olduk, hala çocuk gibi seviyoruz galatasaray’ı.
“çocukluk aşkımsın, sen ilk göz ağrımsın.”