• 17726
    geçende rüyama girmiş futbol takımı.

    rüyanın bilinç altyapısının nasıl temellendiğini de anlatmak gerekir sanırım.

    olay şöyle temellendi.

    yine sıkılgan ve öldürgen bir günün sonunda, kaçıncı kere okuduğumu bilmediğim puslu kıtalar atlası’nı bir “kenarıya” koydum. laptopumu kucağıma alıp, bülent tulun ile tek ortak noktamız camel pakedini sehpanın üzerine koydum. bir tarafta tweetdeck açıktı ki, spor kolonunda “kwadwo asamoah” haberleri akmaya başladı. haberi geçenlerden evren göz’ün postlarının altına döndüğünü ilan edip yatağını açanlar hortluyordu. sözlüğe girip, işin aslını astarı öğrenmek üzere quakerboy’un profilini ziyaret ettim. derhal keyiflendim. bir cigara yaktım. hemen her yerde, kwadwo asamoah galatasaray’da haberleri vardı. tüm gecem asamooah olunca rüyama gireceği belliydi. gelgelelim uyuyamadım ve sabahladım. sonrasında 10 güne askere gidecek bir işsiz güçsüz olarak çok derin bir uykuya daldığımdan, rüya görmüşsem de hatırlamıyorum.

    uyandığımda, derhal çay koydum. kötü haberler gelmeye başlamıştı. yine bütün gecem asamoah üzerine olacak gibiydi. evet, galiba transfer olmuyordu. kederlenmiştim. bir şeyler okuyayım da aklımı meşgul edeyim diye düşündüm. ne okuyacağım diye düşünürken, jean baudrillard’ın “simulakrlar ve simulasyon” kitabını okurken birden “lan,” dedim. “dur, bir coen biraderlerin matrix’ini üçleyeyim.” ajan smith’i özlemiştim. bir yandan film izlerken diğer yandan, twitter’ı gözlüyordum.

    evet, sabahına rüyalanmış ve man marka kırmızı bir tırı devirmiş olarak uyanacaktım. baş rolde, kwadwo asamoah olacaktı. ama beyler yanlış anlamayın muhannes soyundan değilim.

    “ulan!” deyip bir sigara yaktım. sehpanın üzerindeki kül tablasını tutturamayınca, hemen yanındaki beyaz kağıtların kenarı yanmıştı. o dakika bir aşk mektubu yazmaya karar verdim. mektubum şöyle başlıyordu: “kalede muslera...” ve şöyle devam ediyordu: “geri dörtlüde, mariano, maicon, denayer, asamoah...”

    kalemi kağıdı elimden bırakıp mektubu sesli okumaya başladım. kulağa müthiş geliyordu. ercan taner olmuştum. sesim ercan taner gibi çıkıyordu. az sonra, “allahım gol” diyebilme ihtimalim vardı. yoksa, maçı radyodan dinlerken uyuklayan ve başındaki horozu defetmeye çabalayan ali şen miydim? hasan gol mü atıyordu?

    sabahın neredeyse erken saatleri olacaktı. kendimi sokağa attım. önümde bir kedi geçti. bir kediyi takip ediyordu. o kedi de başka bir kediyi. bir kedi çetesiydi, bu. ileride başında kasketi, omuzundaki kazmasında ciğer sallanıyordu. kedi çetesiyse, adama zorbalık ediyor, icabında, istediklerini almadan bırakmayacakları hal ve hareketlerinden anlaşılıyordu. eleman koşmaya başlayınca, kediler de dört pati koşmaya başladı. bu zorbalığa hiçbir hayırsever dayanamayacağından ve delikanlılığı hepten askıya almadığımızdan ben de prangaları kopardım. ara sokaklara girmiştik. duvarlarda pati izleri vardı. burası çetenin çöplüğü olsa gerekti. usul usul yaklaşırken, “hoşt ulan!” deyip çeteyi dağıtmasını bildim. caranak başlamıştı. dükkanlar yeni açılıyor, insanlar işlerine gidiyordu. ben işsizdim. karşı bir saçak altında, bir kadın ile bir erkek masum bir muhabbete başlamıştı. nice aşklar zaten yağmurdan kaçarken markizlere sığınınca hasıl olmamış mıydı?

    ceketi başıma çekip bir markiz altına seğirttim. az önceki eleman da oradaydı. “eyvallah,” dedi. koyu bir gurbetçi türkçesi vardı. “sen olmasan, ciğerleri kaptırmıştık!” elini uzatıp, allah’ın selamını verince, allah’in selamını almamak olmayacağından karşılık verdim, benden iki karış uzundu, tokalaşırken yüzüne baktığımda, sakallı ama saf bir yüz gördüm. “ben tolga ciğerci’yim,” dedi.

    “he,” dedim, “bildim. ama bu akşam maç yok mu lan!”

    takımdan kesilmiş, alamanya’ya geri dönmüştü. ama ailesi kötü yollara düşeceğinden korktukları için memlekete dayısıgilin yanına göndermişti. artık ciğercilik yapıyor, dayısına yük olmamak için harçlığını çıkarıyordu.

    muhabbet artık kısmet, kader, “yazgımız neyse” üçgeninde dönüyordu. bu döngüden çıkmak için “kazma ne alaka?” diye sordum. hiçbir fikri yoktu.

    “buradan dudullu arabası geçer mi?” diye sordum. geçmiyordu. yolu tarif etti. ceketi başıma çekip hızlı adımlarla yürümeye başladım. ne olduğu hakkında düşünüyordum. ben en son “bu tolga’yı kimse kesemez!” muhabbetinde kalmıştım. ayağım bir çukura takılıp tökezlediğinde, bir “yürüme” olayının daha facia ile sonlandığını fark ettim. artık aşklar da, markiz altlarında başlayamıyordu. iki elde iki telefon, muhabbetler çok kısa sürüyor, swarm’dan “çek-in” kovalanıyordu.

    bekle bekle gelmeyen dolmuşu beklerken, bir taksi önümde durdu. simsiyah bir deri ceket ile gözünde gözlük şoför, camı indirip kolu pencereye yasladı ve “dudullu bekliyorsan, o gelmez,” dedi. “hiç gelmedi. istiyorsan, atla. bu yağmurda ıslanma. siftahımızı yapalım.”

    sağıma soluma baktıktan sonra, binmeye karar verdim. tam yola çıkmıştık ki, dudullu arabası geldi. taksici alenen yalan söylemişti. taksimetreyi de hemen açmıştı köftehor. indi-bindi alacaktı. o ara “neredensin?” diye sordu. yarım ağız “giresun,” dedim. yüz vermek istemiyordum. işe bak ki, memleketli çıkmıştık. gözlüğünü indirip, burun üstünden dikiz aynasından bir an için baktı ve gözlüğünü tekrar kaldırdı. bir an için göz göze gelmiştik ve ben bu adamı tanıyor ama bir türlü çıkaramıyordum. "fındık var mı sizde" diye sordu. "yok," dedim. "bizimki yandı hep..." sonra fındık borsasının memlekette olmamasından, fındık fiyatlarından, üreticinin değil tüccarın kazanmasından dem vurup durduk...

    yol o kadar uzun sürmemesi lazımken, bir türlü bitmiyordu. “memleketli, memleketliyi gurbette siker!” özlü sözü, belki de doğruydu. saatime baktım, “dayı,” dedim. “maç var, maç! daha ne kadar dolanacağız böyle.”

    gariptir, derin bir iç çekti. efkarlı olduğu belliydi, “biliim!” dedi. bir kenara çekip arabadan indi, “hiçbir şey bilmiyorsun evlat,” dedi. deri ceketinin yerlere kadar uzandığını o zaman fark ettim. ellerini arkasında bağlayıp bir eve girdi. caranak sürmekteydi. evin içine girdiğimizde karşılıklı oturduk. ceketinden bir puro kabı çıkardı ve bana uzattı, ikramı geri çevirmek olmazdı, kabul ettim. “küba mı?” diye sordum. “ne kübası!” dedi.

    hemen kabı açtım. içinden iki hap çıktı. “bu şey değil mi,” diye sordum, “matrizks?”

    gözlüklerini indirdi. ben bu adamı tanıyordum. bu adam dursun aydın özbek’ti. “hayırdır başkan,” dedim. “ne bu prodüksüyon! maç var maç! tabi stada giremiyorsun değil mi!”

    doğru üfürmüştüm. başkanlıktan azledilmiş olduğunu öğrendiğimde şok olmuştum. “maalesef istifa etmeyeceklerini” beyan ettiklerini, kongrede ise “ibrada sual olmaz!” düstürunun benimsendiğini biliyordum. büyük tongaya geliyor olduğumu, acayip bir prodüksüyonun içinde figuran olduğumu o zaman anlamalıydım!

    “peki bu ne başkan?” dedim. yerimde duramıyordum. bir şey beni zorluyordu. kıvranıyordum.

    başkan, “mavi hapı alırsan, her şey burada biter! tüm rüya boşuna gider, maç hikaye olur,“ dedi. öyle, bir şey olabilir miydi? maç vardı lan, maç. geçen sene bile tüm maçları izlerken, şimdi nereye uyuyacakmışım! başkan devam etti: “kırmızı olanı alırsan harikalar diyarında kalırsın ve maçı tribünden izlersin, ben de sana karaborsadan bilet temin ederim.” bir an düşünmedim, kırmızı hapı yuttum. artık zamanıydı. izin istedim. ayak yolunu tutmam icap ediyordu. gözlerimi açtım, kendimi evimde bulmuştum, kenefin yolunu ezbere biliyordum, gözlerimi yumdum ve ağır usul hacetimi gördükten sonra yatağıma döndüm.

    önce her şey karanlıktı.

    çok acayip bir olaydı. şampiyonlar ligi finaliydi. galatasaray’ımız finaldeydi. kendimi tribünde bulmuştum. ama maçı ercan taner anlatıyordu. maçın son anlarına beraberlikle girmiştik. atak yapıyorduk. karşımızdaki siyah beyaz çubuklu takım, hiçbir varlık gösteremiyordu. gelişen atağımız vardı. bafe’nin kafasıyla indirdiği top asamoah’ın önünde ceza sahası içinde yuvarlanıyor, asamoah vurmaya hazırlanıyordu. ercan taner hazırdı, tribünler hazırdı, “allahım gol” müydü yoksa? tribünler susmuştu. ama hayır, birden sarı kırmızı parçalı forma titreyerek kendine geldi. tüm dünya titredi. birden drogba ile sneijder görünüp kaybolmuştu. bir şeyler yeniden yazılmş olmalıydı. asamoah’ın üstünde artık siyah beyaz çubuklu forma vardı. arkasını döndü. o an fark etmiştim. “huoppp ulan, ajan simiiiht!” diye bağırıp el kol yaptım. iki kolumu açtım, “yaptığın iş mi!” demek istiyor, aradaki mesafeye rağmen jest ve mimiklerimle anlatabildiğimi umuyordum. yanımdaki tribün arkadaşımı kolumla dürttüm, “ajan simith değil mi lan o?” dedim.

    “yok,” dedi, “ayrıkvadi’nin elf lordu elrond’dur!”

    gerçekten andırıyordu.

    bam telinde çıkan birkaç teli yolmaya hallenmiş, afallamıştım. tribünler “beş, beş!” diye bağırıyordu. “ne beşi lan!” dedim. “maç daha 0-0, kilit!”

    bir el tabelayı gösterdi. tabelada roma rakamlarıyla beş yani “v” yazıyordu. yoksa bu bir intikam hikayesi miydi?

    üstelik yeniliyorduk. “koyarım böyle işe!” dedim. “maçın içine ettiniz,” diye sitem ediyordum. kaçak yayından maç izliyorduk sanki! maçın hiç zevki kalmamıştı. bir değişik olmuştum. ajan simith, gözlüğünü ve jersey’sini düzeltmiş bana bakış atıyordu. yüzünde duygu namına hiçbir halt yoktu. ama ona rağmen yüzü çok şey anlatıyordu. yoksa ben “neo” muydum? etrafıma bakındım, gözlerim kahin keyfanıyı arıyor, olmadı en azından birinin cevap vermesini bekliyordum. ama herkes aynıydı! herkes ajan simith’ti. yoksa, ajan simith’in içinden geçip tüm rüyanın ayarlarıyla mı oynamıştım? o halde gerçekten “neo” olmalıydım! hemen trinity’i bulmalı, zion’a gitmeli ve başbaşa kalmalıydık! düşünebildiğim tek şey buydu. gelgelelim uçkuru düşünmenin sırası da değildi. ajan simith derin bir nefes almış, “simiiiiiiiiit” diye bağırarak koşturuyordu. eğer tek nefeste beni yakalarsa, 52 bin kişinin nefessiz köteğini yiyebilirdim.

    kaçmaya başladım. nasıl olurdu, sırf galatasaray’ın maçı var diye kırmızı hapı seçmemiş miydim?

    yoksa, dursun başkan tarafından yine mi kandırılmaya çalışılıyordum? yine yalan mı söylemişti?

    metroya indiğimde, atkı bayrak satan selçuk inan’ı gördüm. rızıkosunu almış, evin yolunu tutuyordu. “burada zion geçer mi?” diye sordum. ama selçuk da ajan simith olmuştu. yoksa, o hep ajan mıydı? kaçmaya başladım. dursun başkan’ı yine görmüştüm. o önde ben arkada koşuyorduk. ajanlarla kafa kafaya mücedele etmenin yolu yoktu. kaçmak zorundaydık. henüz, yüklenmemiştim. kırmızılı kadını ve ha keza trinity’i görmemiştim. etrafıma bakındım. gurbette tanıdık bir yüzü görmenin mutluluğunu yaşamak istiyordum. ama hiçbir yerde trinity’i göremedim. dursun başkan, onu takip etmemi söyledi. kesinlikle kabul etmedim. ama tek bir yol vardı. kaçarken, sanki onu takip ediyormuşum gibi oldu. “ikimiz de aynı yere gidiyoruz, aynı şeyi hedefliyoruz!” dedim, gururu ıskartaya çıkarmadım. triplerdeydim. bir yandan da dursun başkan’ın morheus olmasından korkuyor, morheus olmaması için bildiğim tüm duaları birbiri ardına sıralıyordum. çok geçmeden "kulfu allafu ehad" ile başlayan kulfu suresine tekrar başlamıştım ki, bir kapının önüne geldim. dursun başkan etrafta görünmüyordu. kapının üstünde, “nef” yazılı bir tabela asılıydı.

    sponsorumuza güvenmek istiyordum. kapıyı açtım.

    kapı bembeyaz aydınlatılan bir odaya açıldı. “elektrik faturası çok yazar,” dedim.

    “bize koymaz,” dedi, bembeyaz armani takım elbiseli bir adam. “ben, mimarım!”

    şantiye şantiye dolaşan mimar maaşını bilmesek yutturacaktı kerkenez! şantiyeye inmeyen avrupa görmüş bir mimar olsa gerekti. annem olsa, “şantiyeye ineceksin, beyaz alma toz olur,” derdi. “sen şey değil misin,” dedim, “hani, çubuklu bir takım var, onun sportif şeyi...”

    öksürüp usturubunu takındı. “evet,” dedi. çok pis bozmuştum ama pek bozuntuya vermedi.

    çok laflar hazırlamıştım. mürekkebi doldurmuş, sinkafı defteri kebire not etmiştim. derhal teessüflerimi bildirdim. beni birkaç televizyon ekranının karşısına oturttu. “bu kadar 37 ekran televizyonu nereden bulmuşlar, fakirler! lcd yok muydu?” diye kendi kendime adamla dalga geçmeye çabaladım. moralim bozuktu. megafondan, iki çay söyledi. “benimki demli olsun,” dedim. “iki de şeker! şekersiz içermiyorum şu meredi...”

    ekranlarda, 2017/18 sezonunun maçları dönüyordu. pozisyon poziyon farklı farklı ekranlardaydı. feci top oynuyorduk, keyfim yerine gelir gibi olmuştu. “ama bizim şampiyonlar ligi finalimiz yok muydu?” diye sordum. o sezon avrupa’da olmadığımız aklıma geldi. bir şeyler yanlıştı.

    o sıra, kapı vuruldu. çaylar gelmişti. gözlerime inanamadım. çayları kwadwo asamoah getirmişti. buna daha fazla dayanamayacaktım. derhal ayağa fırladım, hiçbir kelam etmeden asamoah’ın yanından seğirtiyordum ki durdum, kulağına eğildim, “bir sene bekle aslanım,” dedim. gözlerinin içi parladı. “eyvallah,” dedi.

    kendimi boş bir arsada bulmuştum. sanırım gerçekten güneşi yakmıştık! karanlıktı. moral bozucuydu. ellerim cebimde dolanıyordum. arsada bir taş tanesine tekme salladım. iskaspinin ucu zedelendi, iyi mi! arkadan birinin, “neo lan!” diye bağırdığını duydum.

    herhalde beni tanıyan biri olsa gerekti ve ben “neo” ismini kanıksamıştım. sanırım ben neo olmak istiyordum, hadi kabullenelim aslen ben, trnity ile olmak istiyordum. ses arsanın sol tarafından geliyordu, oraya döndüm.

    “ne o lan,” dedi tekrar. “ne moral bozdun! futbol borsada değil, aha na burası gibi arsada güzel!”

    metin kurt’tu o...

    solum tekrar güneş açmıştı. akşam güneşi gerçekten güzele vuruyordu.

    keyiflenmiştim tekrar.

    sonrasında mektebe gidişim ve adının “trinity” olduğunu tahmin ettiğim bir hanfendiyle buluşmam var. ama oraları şey etmeyelim.

    not: rüyalarımı pek hatırlamam. ama anlattığım bu rüyanın belli kesimlerini gördüğüm gerçek. diğer kısımları atmasyonel ve mübalağa ile doldurma. neyin ne kadar martaval, neyin ne kadar gerçek olduğuna inanmak size kalmış. şimdi buraya ihsan oktay anar gibi, “zaten her şey, gerçek ile martaval...” ile başlayan bir son cümle de yazılırdı ya, neyse.
App Store'dan indirin Google Play'den alın