• 61
    "
    i

    kapının ötesinde bir kadın gülüyor
    sağ elimde kederli bir gül açıldı ağır ağır
    kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde
    taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden
    şair nikolas gilyen havana'ya döndü çoktan
    yıllarca avrupa ve asya otellerinin hollerinde karşılıklı oturup
    içtikti yudum yudum şehirlerimizin hasretini
    iki şey var ancak ölümle unutulur
    anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
    ve koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer
    kışın sabaha karşı rüzgarda tahta cumbalar
    ve bir sac mangalın küllerinde uyanır uykudan büyük istanbul'um
    iki şey var ancak ölümle unutulur

    kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık
    yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm
    vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
    çıktılar önüme ansızın
    oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı
    bir mangaydılar
    postalları pantolonları ceketleri
    kolları kollarında gamalı haç işaretleri
    elleri ellerinde otomatikleri vardı
    omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
    omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
    hattâ yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
    ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
    yürüdük
    korktukları hem de hayvanca korktukları belli
    gözlerinden belli diyemem
    başları yok ki gözleri olsun
    korktukları hem de hayvanca korktukları belli
    belli postallarından
    korku postaldan belli olur mu
    oluyordu onlarınki
    korktukları hem de hayvanca korktukları belli
    korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
    bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara
    her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar
    hattâ şopen sokağı'nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
    ama ne bir sıva parçası düşüyor ne bir cam kırılıyor
    ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
    ölüler bir ss mangası da olsalar ölüler öldüremez
    kurşunla da bıçakla da *ağulla? da
    ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
    ölüler bir ss mangası da olsalar ölüler öldüremez
    ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
    bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
    bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
    derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı yağından sabun saçlarından sicim
    ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen yelin içinde
    sıcacık bir fırancala gibi

    vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
    belveder yolunda düşündüm lehlileri
    kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
    belveder yolunda düşündüm lehlileri
    bana ilk belki de son nişanımı bu sarayda verdiler
    tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
    girdim büyük salona genç bir kadınla
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
    bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanapeler bebekevlerindeki gibi
    ve sen belki bundan dolayı
    bir resimdin açık maviyle çizilmiş belki bir taş bebektin
    belki bir parıltıydın düşümden damlamış sol mememin üstüne
    uyuyordun alacakaranlıkta alt ranzada
    ak boynun uzundu yuvarlaktı
    yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu

    ve işte kırakof şehrinde kapris barı
    vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
    ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
    onu oraya sen koydun
    bir taş kuyunun dibindeki suydu
    bakıyorum eğilip
    bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
    sesleniyorum
    sesini yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
    ayrılık masanın üstündeydi cigara paketinde
    gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın
    kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
    cigaranın ucunda senin
    ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda
    ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi
    aklından geçenlerdeydi ayrılık
    benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
    ayrılık rahatlığındaydı senin
    senin güvenindeydi bana
    büyük korkundaydı ayrılık
    birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
    oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
    ayrılık bunu fark etmeyişindeydi senin
    ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu
    tüy gibiydi diyemem tüyün de ağırlığı var
    ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı

    vakıt hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
    yürüdük yıldızlara değen ortaçağ duvarlarının karanlığında
    vakıt hızla akıyordu geriye doğru
    ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
    ardımızdan koşuyordu önümüzde
    yegelon üniversitesi'nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dolaşıyor
    bozmağa çalışıyor kopernik'in araplardan kalma usturlabını
    ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında
    rok en rol oynuyor katolik üniversitelilerle
    vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
    vuruyor bulutlara kızıltısı nova huta'nın
    orda köylerden gelen genç işçiler madenle birlikte
    ruhlarını da alev alev döküyor kalıplara
    ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
    meryem ana kilisesinin çan kulesinde saat başlarını çalan borozan
    gece yarısını çaldı
    ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
    şehre yaklaşan düşmanı verdi haber
    ve sustu ansızın gırtlağına saplanan okla
    borazan iç rahatlığıyla öldü
    ve ben yaklaşan düşmanı görüp de
    haber veremeden öldürülmenin acısını düşündüm

    vakıt hızla ilerliyor
    gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş bir vapur iskelesi gibi arkada kaldı
    seher vakti habersizce girdi gara ekspres
    yağmurlar içindeydi pırağ
    bir gölün dibinde gümüş kakmalı bir sandıktı
    kapağını açtım
    içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
    yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
    kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
    habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
    baktım arkasından kollarım iki yanıma sarkık
    yağmurlar içindeydi pırağ
    vakıtları yakalamak istiyorum
    parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
    yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
    yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı
    üst ranzada uyuyanı göremedim
    ben değildim bir uyuyan varsa orda
    belki de üst ranza boş
    moskova'ydı üst ranzadaki belki
    vakıtları yakalamak istiyorum
    parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının

    duman basmış leh toprağını
    birest'i de basmış
    iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor
    ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerin içinden geçiyorlar
    yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim
    garson kız tanıdı beni
    iki piyesimi seyretmiş moskova'da
    ağlamak geldi içimden minnetle ağlamak
    garda genç bir kadın beni karşıladı
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    ak boynu uzundu yuvarlaktı
    beli karınca belinden ince
    tuttum elinden yürüdük
    yürüdük güneşin altında karları çıtırdata çıtırdata
    o yıl erken gelmişti bahar
    o günler çobanyıldızına haber uçurulan günlerdi
    moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
    yitirdim seni ansızın mayakovski alanı'nda yitirdim ansızın seni
    oysa ansızın değil çünkü ilk önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin
    sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini
    ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
    ama yine de ansızın yitirdim seni
    asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
    bulvarlar karlı
    seninkiler yok ayak izleri arasında
    botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde tanırım
    milisyonerlere sordum
    görmediniz mi
    eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
    elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
    milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
    görmedik

    istanbul'da sarayburnu akıntısını çıkıyor bir romorkör
    ardında üç mavna
    gak gak ediyor ve vak vak ediyor da martı kuşları
    seslendim mavnalara kızıl meydan'dan
    romorkörün kaptanına seslenmedim çünki makinası öyle gümbürdüyordu ki
    sesimi duyamazdı yorgundu da kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
    seslendim mavnalara kızıl meydan'dan
    görmedik
    girdim giriyorum moskova'nın bütün sokaklarında bütün kuyruklara
    ve yalnız kadınlara soruyorum
    yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
    ak yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
    ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
    belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler şapşal kızlar da var
    ama onlardan bana ne
    güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
    görmediniz mi
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
    pırağ'da aldı
    görmedik

    vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
    onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm kopuyor
    ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor önümde
    gölgemi gözden yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni
    tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
    bolşoy'a girmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
    kalamış'ta balıkçının meyhanesine girdim ve sait faik'le tatlı tatlı konuşurduk
    ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri sancılar içindeydi ve dünya güzeldi
    lokantalara giriyorum estırat orkestraları yani cazları ünlülerine
    sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
    gardroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
    görmedik

    çaldı geceyarısını stırasnoy manastırı'nın saat kulesi
    oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
    yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
    oralarda on dokuz yaşıma rastladım
    birbirimizi birde tanıdık
    oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu fotoğraflarımızı bile
    ama gene de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik
    ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor
    uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
    ve stırasnoy alanı'nda şimdi puşkin alanı kar yağmaya başladı
    üşüyorum hele ellerim ayaklarım
    oysa yün çoraplıyım da kunduralarımla eldivenlerim kürklü
    çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını elleri çıplak
    ağzında ham bir elmanın tadı dünya
    on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
    gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre ölümün boyu bir karış
    ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
    onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
    çünkü inandım onun bütün inandıklarına
    sevdim seveceği bütün kadınları
    yazdım yazacağı bütün şiirleri
    yattım yatacağı bütün hapislerde
    geçtim geçeceği bütün şehirlerden
    hastalandım bütün hastalıklarıyla
    bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
    bütün yitireceklerini yitirdim
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
    görmedim

    ii

    on dokuz yaşım beyazıt meydanı'ndan geçiyor çıkıyor kızıl meydan'a
    konkord'a iniyor abidin'e rastlıyorum da meydanlardan konuşuyoruz
    evveli gün gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü
    meydanlarla yapılardan konuşuyoruz abidin'le
    tavan arasındaki otel odamda
    sen ırmağı da akıyor notr dam'ın iki yanından
    ben geceleyin penceremden bir ay dilimi gibi görüyorum sen ırmağını
    rıhtımında yıldızların
    bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda
    paris damlarının bacalarına karışmış
    yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
    saman sarısı saçları bigudili mavi kirpikleriyse yüzünde peçeydi
    çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz abidin'le
    meydanda firfır dönen celâleddin'den konuşuyoruz
    abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor
    ben renkleri yemiş gibi yerim
    ve matis bir manavdır kozmos yemişleri satar
    bizim abidin de öyle avni de levni de
    mikroskobun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar renkler
    ve mikroskobun ve füze lumbazlarının şairleri ressamları
    turuncular turuncu mu turuncudur
    maviler ipektir karalar kara mı kara
    ama hepsi de en uzak da olsa sınırları içinde yeryüzünün
    yeryüzünün boyaları onlar
    ve yeryüzüne inerken türkü söyleyen gagarin yoldaş
    salt karayı geçerek merih'e de gitsek
    yeryüzünün boyalarını bulacağız orda
    belki biraz daha açık biraz daha koyu
    biraz daha parlak biraz daha sönük
    ama yeryüzünün boyaları

    hamlenin resmini yapıyor abidin yüz elliye altmışın meydanlığında
    suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem
    öyle görüp öyle avlayabiliyorum kıvıl kıvıl akan vakıtları
    tuvalinde abidin'in
    armut kozmos ve insan yüzü benim dışımda
    ben armudun kozmosun ve insan yüzünün içindeyim
    ve benden önce de vardı armutla kozmos ve insan yüzü
    ve benden sonra da var
    ve sen ırmağı da bir ay dilimi gibi
    genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    ve ak boynu yuvarlak uzun
    onu kaç kere yitirip kaç kere buldum
    daha kaç kere de yitirip bulacağım kaç kere
    işte böyle işte böyle gülüm
    düşürdüm ömrümün bir parçasını
    sen ırmağına
    sen mişel köprüsü'nden
    mösyö düpyon'un oltasına takılacak bir sabah ömrümün bir parçası çiselerken aydınlık
    mösyö düpon çekecek çıkaracak onu sudan paris'in mavi suretiyle birlikte
    ve hiçbir şeye benzetemiyecek ömrümün bir parçasını
    ne balığa ne pabuç eskisine
    ve atacak onu mösyö düpon gerisin geriye paris'in suretiyle birlikte suya
    suret kalacak eski yerinde
    sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası ırmakların mezarlığı büyük denize kadar

    damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım
    kanım akıntı burnu sularından daha çağıltılı akıyor
    parmaklarımın ağırlığı yok
    parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar
    salına salına da dönecekler başımın üstünde
    başımın da ağırlığı yok
    o da bir balon gibi havalanabilir
    sağım yok solum yok yukarım aşağım yok
    abidin'e söylemeli de resmini yapsın ağırsızlığın
    sağsızlığın solsuzluğun
    yukarısızlığın aşağısızlığın
    abidin'e söylemeli de resmini yapsın beyazıt meydanı'nda şehit düşenin
    ve gagarin yoldaşın
    ve tavan arasında yatan genç kadının
    saçları saman sarısı kirpikleri mavi
    ak boynu uzundur yuvarlaktır
    abidin'e söylemeli de resmini yapsın küba'nın
    ama dağlarını taşlarını yemişlerini değil
    insanlarını
    ama insanlarının gözlerini kaşlarını ellerini değil
    gözlerinin kaşlarının ellerinin içindekini

    notr dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
    ve paris'in bütün eski yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
    bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiği günden beri
    sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla dökülüyor onun içine
    ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir odur

    paris'te bir kestane ağacı olacak
    paris'in ilk kestanesi paris kestanelerinin atası
    istanbul'dan gelip yerleşmiş paris'e boğaz sırtlarından
    hâlâ sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filân olmalı
    gidip elini öpmek isterdim
    varıp gölgesinde yatsak isterdim
    bu kitabın kâadını yapanlar yazısını dizenler resimlerini basanlar
    bu kitabı dükkânında satanlar
    bu kitabı para verip alanlar okuyanlar seyredenler
    bir de *kremyiler? karı koca bir de abidin bir de ben
    bir de bir saman sarısı yani belâsı başımın
    "

    nazım hikmet
App Store'dan indirin Google Play'den alın