61
"
i
kapının ötesinde bir kadın gülüyor
sağ elimde kederli bir gül açıldı ağır ağır
kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde
taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden
şair nikolas gilyen havana'ya döndü çoktan
yıllarca avrupa ve asya otellerinin hollerinde karşılıklı oturup
içtikti yudum yudum şehirlerimizin hasretini
iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
ve koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer
kışın sabaha karşı rüzgarda tahta cumbalar
ve bir sac mangalın küllerinde uyanır uykudan büyük istanbul'um
iki şey var ancak ölümle unutulur
kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık
yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
çıktılar önüme ansızın
oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı
bir mangaydılar
postalları pantolonları ceketleri
kolları kollarında gamalı haç işaretleri
elleri ellerinde otomatikleri vardı
omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
hattâ yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
yürüdük
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
gözlerinden belli diyemem
başları yok ki gözleri olsun
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
belli postallarından
korku postaldan belli olur mu
oluyordu onlarınki
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara
her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar
hattâ şopen sokağı'nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
ama ne bir sıva parçası düşüyor ne bir cam kırılıyor
ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
ölüler bir ss mangası da olsalar ölüler öldüremez
kurşunla da bıçakla da *ağulla? da
ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
ölüler bir ss mangası da olsalar ölüler öldüremez
ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı yağından sabun saçlarından sicim
ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen yelin içinde
sıcacık bir fırancala gibi
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
belveder yolunda düşündüm lehlileri
kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
belveder yolunda düşündüm lehlileri
bana ilk belki de son nişanımı bu sarayda verdiler
tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
girdim büyük salona genç bir kadınla
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanapeler bebekevlerindeki gibi
ve sen belki bundan dolayı
bir resimdin açık maviyle çizilmiş belki bir taş bebektin
belki bir parıltıydın düşümden damlamış sol mememin üstüne
uyuyordun alacakaranlıkta alt ranzada
ak boynun uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu
ve işte kırakof şehrinde kapris barı
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
onu oraya sen koydun
bir taş kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
sesini yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cigara paketinde
gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
cigaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda
ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu fark etmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu
tüy gibiydi diyemem tüyün de ağırlığı var
ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
yürüdük yıldızlara değen ortaçağ duvarlarının karanlığında
vakıt hızla akıyordu geriye doğru
ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
ardımızdan koşuyordu önümüzde
yegelon üniversitesi'nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dolaşıyor
bozmağa çalışıyor kopernik'in araplardan kalma usturlabını
ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında
rok en rol oynuyor katolik üniversitelilerle
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
vuruyor bulutlara kızıltısı nova huta'nın
orda köylerden gelen genç işçiler madenle birlikte
ruhlarını da alev alev döküyor kalıplara
ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
meryem ana kilisesinin çan kulesinde saat başlarını çalan borozan
gece yarısını çaldı
ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
şehre yaklaşan düşmanı verdi haber
ve sustu ansızın gırtlağına saplanan okla
borazan iç rahatlığıyla öldü
ve ben yaklaşan düşmanı görüp de
haber veremeden öldürülmenin acısını düşündüm
vakıt hızla ilerliyor
gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş bir vapur iskelesi gibi arkada kaldı
seher vakti habersizce girdi gara ekspres
yağmurlar içindeydi pırağ
bir gölün dibinde gümüş kakmalı bir sandıktı
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
baktım arkasından kollarım iki yanıma sarkık
yağmurlar içindeydi pırağ
vakıtları yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı
üst ranzada uyuyanı göremedim
ben değildim bir uyuyan varsa orda
belki de üst ranza boş
moskova'ydı üst ranzadaki belki
vakıtları yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
duman basmış leh toprağını
birest'i de basmış
iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor
ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerin içinden geçiyorlar
yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim
garson kız tanıdı beni
iki piyesimi seyretmiş moskova'da
ağlamak geldi içimden minnetle ağlamak
garda genç bir kadın beni karşıladı
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ak boynu uzundu yuvarlaktı
beli karınca belinden ince
tuttum elinden yürüdük
yürüdük güneşin altında karları çıtırdata çıtırdata
o yıl erken gelmişti bahar
o günler çobanyıldızına haber uçurulan günlerdi
moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın mayakovski alanı'nda yitirdim ansızın seni
oysa ansızın değil çünkü ilk önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin
sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
ama yine de ansızın yitirdim seni
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
bulvarlar karlı
seninkiler yok ayak izleri arasında
botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde tanırım
milisyonerlere sordum
görmediniz mi
eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
görmedik
istanbul'da sarayburnu akıntısını çıkıyor bir romorkör
ardında üç mavna
gak gak ediyor ve vak vak ediyor da martı kuşları
seslendim mavnalara kızıl meydan'dan
romorkörün kaptanına seslenmedim çünki makinası öyle gümbürdüyordu ki
sesimi duyamazdı yorgundu da kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
seslendim mavnalara kızıl meydan'dan
görmedik
girdim giriyorum moskova'nın bütün sokaklarında bütün kuyruklara
ve yalnız kadınlara soruyorum
yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
ak yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler şapşal kızlar da var
ama onlardan bana ne
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
pırağ'da aldı
görmedik
vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor önümde
gölgemi gözden yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
bolşoy'a girmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
kalamış'ta balıkçının meyhanesine girdim ve sait faik'le tatlı tatlı konuşurduk
ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri sancılar içindeydi ve dünya güzeldi
lokantalara giriyorum estırat orkestraları yani cazları ünlülerine
sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
gardroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
görmedik
çaldı geceyarısını stırasnoy manastırı'nın saat kulesi
oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
oralarda on dokuz yaşıma rastladım
birbirimizi birde tanıdık
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu fotoğraflarımızı bile
ama gene de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor
uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
ve stırasnoy alanı'nda şimdi puşkin alanı kar yağmaya başladı
üşüyorum hele ellerim ayaklarım
oysa yün çoraplıyım da kunduralarımla eldivenlerim kürklü
çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını elleri çıplak
ağzında ham bir elmanın tadı dünya
on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre ölümün boyu bir karış
ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
çünkü inandım onun bütün inandıklarına
sevdim seveceği bütün kadınları
yazdım yazacağı bütün şiirleri
yattım yatacağı bütün hapislerde
geçtim geçeceği bütün şehirlerden
hastalandım bütün hastalıklarıyla
bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
bütün yitireceklerini yitirdim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
görmedim
ii
on dokuz yaşım beyazıt meydanı'ndan geçiyor çıkıyor kızıl meydan'a
konkord'a iniyor abidin'e rastlıyorum da meydanlardan konuşuyoruz
evveli gün gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü
meydanlarla yapılardan konuşuyoruz abidin'le
tavan arasındaki otel odamda
sen ırmağı da akıyor notr dam'ın iki yanından
ben geceleyin penceremden bir ay dilimi gibi görüyorum sen ırmağını
rıhtımında yıldızların
bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda
paris damlarının bacalarına karışmış
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saman sarısı saçları bigudili mavi kirpikleriyse yüzünde peçeydi
çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz abidin'le
meydanda firfır dönen celâleddin'den konuşuyoruz
abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor
ben renkleri yemiş gibi yerim
ve matis bir manavdır kozmos yemişleri satar
bizim abidin de öyle avni de levni de
mikroskobun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar renkler
ve mikroskobun ve füze lumbazlarının şairleri ressamları
turuncular turuncu mu turuncudur
maviler ipektir karalar kara mı kara
ama hepsi de en uzak da olsa sınırları içinde yeryüzünün
yeryüzünün boyaları onlar
ve yeryüzüne inerken türkü söyleyen gagarin yoldaş
salt karayı geçerek merih'e de gitsek
yeryüzünün boyalarını bulacağız orda
belki biraz daha açık biraz daha koyu
biraz daha parlak biraz daha sönük
ama yeryüzünün boyaları
hamlenin resmini yapıyor abidin yüz elliye altmışın meydanlığında
suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem
öyle görüp öyle avlayabiliyorum kıvıl kıvıl akan vakıtları
tuvalinde abidin'in
armut kozmos ve insan yüzü benim dışımda
ben armudun kozmosun ve insan yüzünün içindeyim
ve benden önce de vardı armutla kozmos ve insan yüzü
ve benden sonra da var
ve sen ırmağı da bir ay dilimi gibi
genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ve ak boynu yuvarlak uzun
onu kaç kere yitirip kaç kere buldum
daha kaç kere de yitirip bulacağım kaç kere
işte böyle işte böyle gülüm
düşürdüm ömrümün bir parçasını
sen ırmağına
sen mişel köprüsü'nden
mösyö düpyon'un oltasına takılacak bir sabah ömrümün bir parçası çiselerken aydınlık
mösyö düpon çekecek çıkaracak onu sudan paris'in mavi suretiyle birlikte
ve hiçbir şeye benzetemiyecek ömrümün bir parçasını
ne balığa ne pabuç eskisine
ve atacak onu mösyö düpon gerisin geriye paris'in suretiyle birlikte suya
suret kalacak eski yerinde
sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası ırmakların mezarlığı büyük denize kadar
damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım
kanım akıntı burnu sularından daha çağıltılı akıyor
parmaklarımın ağırlığı yok
parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar
salına salına da dönecekler başımın üstünde
başımın da ağırlığı yok
o da bir balon gibi havalanabilir
sağım yok solum yok yukarım aşağım yok
abidin'e söylemeli de resmini yapsın ağırsızlığın
sağsızlığın solsuzluğun
yukarısızlığın aşağısızlığın
abidin'e söylemeli de resmini yapsın beyazıt meydanı'nda şehit düşenin
ve gagarin yoldaşın
ve tavan arasında yatan genç kadının
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ak boynu uzundur yuvarlaktır
abidin'e söylemeli de resmini yapsın küba'nın
ama dağlarını taşlarını yemişlerini değil
insanlarını
ama insanlarının gözlerini kaşlarını ellerini değil
gözlerinin kaşlarının ellerinin içindekini
notr dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
ve paris'in bütün eski yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiği günden beri
sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla dökülüyor onun içine
ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir odur
paris'te bir kestane ağacı olacak
paris'in ilk kestanesi paris kestanelerinin atası
istanbul'dan gelip yerleşmiş paris'e boğaz sırtlarından
hâlâ sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filân olmalı
gidip elini öpmek isterdim
varıp gölgesinde yatsak isterdim
bu kitabın kâadını yapanlar yazısını dizenler resimlerini basanlar
bu kitabı dükkânında satanlar
bu kitabı para verip alanlar okuyanlar seyredenler
bir de *kremyiler? karı koca bir de abidin bir de ben
bir de bir saman sarısı yani belâsı başımın
"
nazım hikmet
i
kapının ötesinde bir kadın gülüyor
sağ elimde kederli bir gül açıldı ağır ağır
kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde
taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden
şair nikolas gilyen havana'ya döndü çoktan
yıllarca avrupa ve asya otellerinin hollerinde karşılıklı oturup
içtikti yudum yudum şehirlerimizin hasretini
iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
ve koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer
kışın sabaha karşı rüzgarda tahta cumbalar
ve bir sac mangalın küllerinde uyanır uykudan büyük istanbul'um
iki şey var ancak ölümle unutulur
kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık
yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
çıktılar önüme ansızın
oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı
bir mangaydılar
postalları pantolonları ceketleri
kolları kollarında gamalı haç işaretleri
elleri ellerinde otomatikleri vardı
omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
hattâ yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
yürüdük
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
gözlerinden belli diyemem
başları yok ki gözleri olsun
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
belli postallarından
korku postaldan belli olur mu
oluyordu onlarınki
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara
her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar
hattâ şopen sokağı'nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
ama ne bir sıva parçası düşüyor ne bir cam kırılıyor
ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
ölüler bir ss mangası da olsalar ölüler öldüremez
kurşunla da bıçakla da *ağulla? da
ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
ölüler bir ss mangası da olsalar ölüler öldüremez
ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı yağından sabun saçlarından sicim
ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen yelin içinde
sıcacık bir fırancala gibi
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
belveder yolunda düşündüm lehlileri
kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
belveder yolunda düşündüm lehlileri
bana ilk belki de son nişanımı bu sarayda verdiler
tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
girdim büyük salona genç bir kadınla
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanapeler bebekevlerindeki gibi
ve sen belki bundan dolayı
bir resimdin açık maviyle çizilmiş belki bir taş bebektin
belki bir parıltıydın düşümden damlamış sol mememin üstüne
uyuyordun alacakaranlıkta alt ranzada
ak boynun uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu
ve işte kırakof şehrinde kapris barı
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
onu oraya sen koydun
bir taş kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
sesini yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cigara paketinde
gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
cigaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda
ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu fark etmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu
tüy gibiydi diyemem tüyün de ağırlığı var
ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
yürüdük yıldızlara değen ortaçağ duvarlarının karanlığında
vakıt hızla akıyordu geriye doğru
ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
ardımızdan koşuyordu önümüzde
yegelon üniversitesi'nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dolaşıyor
bozmağa çalışıyor kopernik'in araplardan kalma usturlabını
ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında
rok en rol oynuyor katolik üniversitelilerle
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
vuruyor bulutlara kızıltısı nova huta'nın
orda köylerden gelen genç işçiler madenle birlikte
ruhlarını da alev alev döküyor kalıplara
ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
meryem ana kilisesinin çan kulesinde saat başlarını çalan borozan
gece yarısını çaldı
ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
şehre yaklaşan düşmanı verdi haber
ve sustu ansızın gırtlağına saplanan okla
borazan iç rahatlığıyla öldü
ve ben yaklaşan düşmanı görüp de
haber veremeden öldürülmenin acısını düşündüm
vakıt hızla ilerliyor
gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş bir vapur iskelesi gibi arkada kaldı
seher vakti habersizce girdi gara ekspres
yağmurlar içindeydi pırağ
bir gölün dibinde gümüş kakmalı bir sandıktı
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
baktım arkasından kollarım iki yanıma sarkık
yağmurlar içindeydi pırağ
vakıtları yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı
üst ranzada uyuyanı göremedim
ben değildim bir uyuyan varsa orda
belki de üst ranza boş
moskova'ydı üst ranzadaki belki
vakıtları yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
duman basmış leh toprağını
birest'i de basmış
iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor
ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerin içinden geçiyorlar
yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim
garson kız tanıdı beni
iki piyesimi seyretmiş moskova'da
ağlamak geldi içimden minnetle ağlamak
garda genç bir kadın beni karşıladı
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ak boynu uzundu yuvarlaktı
beli karınca belinden ince
tuttum elinden yürüdük
yürüdük güneşin altında karları çıtırdata çıtırdata
o yıl erken gelmişti bahar
o günler çobanyıldızına haber uçurulan günlerdi
moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın mayakovski alanı'nda yitirdim ansızın seni
oysa ansızın değil çünkü ilk önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin
sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
ama yine de ansızın yitirdim seni
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun
bulvarlar karlı
seninkiler yok ayak izleri arasında
botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde tanırım
milisyonerlere sordum
görmediniz mi
eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor
görmedik
istanbul'da sarayburnu akıntısını çıkıyor bir romorkör
ardında üç mavna
gak gak ediyor ve vak vak ediyor da martı kuşları
seslendim mavnalara kızıl meydan'dan
romorkörün kaptanına seslenmedim çünki makinası öyle gümbürdüyordu ki
sesimi duyamazdı yorgundu da kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu
seslendim mavnalara kızıl meydan'dan
görmedik
girdim giriyorum moskova'nın bütün sokaklarında bütün kuyruklara
ve yalnız kadınlara soruyorum
yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
ak yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler şapşal kızlar da var
ama onlardan bana ne
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
pırağ'da aldı
görmedik
vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor önümde
gölgemi gözden yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
bolşoy'a girmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
kalamış'ta balıkçının meyhanesine girdim ve sait faik'le tatlı tatlı konuşurduk
ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri sancılar içindeydi ve dünya güzeldi
lokantalara giriyorum estırat orkestraları yani cazları ünlülerine
sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
gardroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
görmedik
çaldı geceyarısını stırasnoy manastırı'nın saat kulesi
oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
oralarda on dokuz yaşıma rastladım
birbirimizi birde tanıdık
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu fotoğraflarımızı bile
ama gene de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor
uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
ve stırasnoy alanı'nda şimdi puşkin alanı kar yağmaya başladı
üşüyorum hele ellerim ayaklarım
oysa yün çoraplıyım da kunduralarımla eldivenlerim kürklü
çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını elleri çıplak
ağzında ham bir elmanın tadı dünya
on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre ölümün boyu bir karış
ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
çünkü inandım onun bütün inandıklarına
sevdim seveceği bütün kadınları
yazdım yazacağı bütün şiirleri
yattım yatacağı bütün hapislerde
geçtim geçeceği bütün şehirlerden
hastalandım bütün hastalıklarıyla
bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
bütün yitireceklerini yitirdim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
görmedim
ii
on dokuz yaşım beyazıt meydanı'ndan geçiyor çıkıyor kızıl meydan'a
konkord'a iniyor abidin'e rastlıyorum da meydanlardan konuşuyoruz
evveli gün gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü
meydanlarla yapılardan konuşuyoruz abidin'le
tavan arasındaki otel odamda
sen ırmağı da akıyor notr dam'ın iki yanından
ben geceleyin penceremden bir ay dilimi gibi görüyorum sen ırmağını
rıhtımında yıldızların
bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda
paris damlarının bacalarına karışmış
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saman sarısı saçları bigudili mavi kirpikleriyse yüzünde peçeydi
çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz abidin'le
meydanda firfır dönen celâleddin'den konuşuyoruz
abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor
ben renkleri yemiş gibi yerim
ve matis bir manavdır kozmos yemişleri satar
bizim abidin de öyle avni de levni de
mikroskobun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar renkler
ve mikroskobun ve füze lumbazlarının şairleri ressamları
turuncular turuncu mu turuncudur
maviler ipektir karalar kara mı kara
ama hepsi de en uzak da olsa sınırları içinde yeryüzünün
yeryüzünün boyaları onlar
ve yeryüzüne inerken türkü söyleyen gagarin yoldaş
salt karayı geçerek merih'e de gitsek
yeryüzünün boyalarını bulacağız orda
belki biraz daha açık biraz daha koyu
biraz daha parlak biraz daha sönük
ama yeryüzünün boyaları
hamlenin resmini yapıyor abidin yüz elliye altmışın meydanlığında
suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem
öyle görüp öyle avlayabiliyorum kıvıl kıvıl akan vakıtları
tuvalinde abidin'in
armut kozmos ve insan yüzü benim dışımda
ben armudun kozmosun ve insan yüzünün içindeyim
ve benden önce de vardı armutla kozmos ve insan yüzü
ve benden sonra da var
ve sen ırmağı da bir ay dilimi gibi
genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ve ak boynu yuvarlak uzun
onu kaç kere yitirip kaç kere buldum
daha kaç kere de yitirip bulacağım kaç kere
işte böyle işte böyle gülüm
düşürdüm ömrümün bir parçasını
sen ırmağına
sen mişel köprüsü'nden
mösyö düpyon'un oltasına takılacak bir sabah ömrümün bir parçası çiselerken aydınlık
mösyö düpon çekecek çıkaracak onu sudan paris'in mavi suretiyle birlikte
ve hiçbir şeye benzetemiyecek ömrümün bir parçasını
ne balığa ne pabuç eskisine
ve atacak onu mösyö düpon gerisin geriye paris'in suretiyle birlikte suya
suret kalacak eski yerinde
sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası ırmakların mezarlığı büyük denize kadar
damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım
kanım akıntı burnu sularından daha çağıltılı akıyor
parmaklarımın ağırlığı yok
parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar
salına salına da dönecekler başımın üstünde
başımın da ağırlığı yok
o da bir balon gibi havalanabilir
sağım yok solum yok yukarım aşağım yok
abidin'e söylemeli de resmini yapsın ağırsızlığın
sağsızlığın solsuzluğun
yukarısızlığın aşağısızlığın
abidin'e söylemeli de resmini yapsın beyazıt meydanı'nda şehit düşenin
ve gagarin yoldaşın
ve tavan arasında yatan genç kadının
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ak boynu uzundur yuvarlaktır
abidin'e söylemeli de resmini yapsın küba'nın
ama dağlarını taşlarını yemişlerini değil
insanlarını
ama insanlarının gözlerini kaşlarını ellerini değil
gözlerinin kaşlarının ellerinin içindekini
notr dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
ve paris'in bütün eski yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiği günden beri
sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla dökülüyor onun içine
ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir odur
paris'te bir kestane ağacı olacak
paris'in ilk kestanesi paris kestanelerinin atası
istanbul'dan gelip yerleşmiş paris'e boğaz sırtlarından
hâlâ sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filân olmalı
gidip elini öpmek isterdim
varıp gölgesinde yatsak isterdim
bu kitabın kâadını yapanlar yazısını dizenler resimlerini basanlar
bu kitabı dükkânında satanlar
bu kitabı para verip alanlar okuyanlar seyredenler
bir de *kremyiler? karı koca bir de abidin bir de ben
bir de bir saman sarısı yani belâsı başımın
"
nazım hikmet