5432
yıllar önce yazdığım ve yayınlanan bir yazım. düne tanıklık etmek gibisi yoktur. genç kardeşlerimle paylaşmak istedim, artık onlara emanet.
(not: kes yapıştır yöntemi yüzünden oluşabilecek sözlük imla aykırılıkları için kusura bakmayın emi.)
imparator
yaşamımız erkek tarifleri arasında gidip gelirken, tarihteki yerimiz için sayısız adımlar atıyoruz. bizi sona yaklaştıran her şey yeniden doğuşlarımız oluyor aslında, farkına varamıyoruz. öleceğini bilen tek canlı olarak doğanın en büyük trajedisine hükmediyoruz. ancak felsefe yardımıyla açıklanabilen hayata devrim ateşiyle sarılıyor, bembeyaz sayfaların sağ alt köşesine imzamızı atıyoruz. işte bu aşağıda imzası olanlardan birinin hikayesi. bir ilhan’ın, bir hükümdar’ın, bir imparator’un hüznü de saklayan cesur hikayesi. tabii benim gözümden, yüreğimden, dilimden ve en az benim kadar yaşanası.
yabancı kanalların arasında zap yaparken takılıp kaldım birine. dış ses latince kökenli bir dille konu başlığını aktarıp susuverdi ve haber niteliği taşıyan ayak üstü röportajı izlemeye başladım. bir sürü gazeteci sorular soruyor ortalarına aldıkları orta yaşlı adama. adam yanık teni ve mavi gömleğinin yakasındaki ter koyuluğuyla cevap veriyor acar gazetecilere. hem de onların anladığı dille ve beni geçmişe götüren aksanıyla. sadece televizyon izlemek olamaz benimkisi. bu kadar kolay açıklanamaz bilmediğin bir dilde her söyleneni anlamak. yaşama tanıklık etmek de cabası.
yirmi yıl kadar önce. yer beyoğlu hasnun galip sokağı galatasaray kulüp binası. saat öğleden sonra sıraları. girişteki salonda üzüntülü bir kalabalık var. az sonra o dönem ihtiyaçtan keşfedilen taraftar toplantısı başlayacak. kürsünün arkasına futbol şube sorumlusu, takım kaptanı ve bir-iki futbolcu oturacak, taraftarla dertler paylaşılacak. gündem gayet açık ve net. yıllardır yakalanmayan şampiyonluk ve neredeyse daha da önemlisi, ezeli rakibe karşı uzun süredir alınamayan bir tek anlamlı galibiyet. zaman çoğu şeyi siliyor insanın hafızasından. ama bazı anlar daha dün çizilmiş bir resim gibi. ortada süha bey. bir yanında kaptan fatih, diğer yanında sağ açık öner. salon uğultulu. toplantı hararetli ve hüzünlü geçiyor. arka taraftan bir adam ağlamaklı sesi ile haykırıyor kürsüye doğru. benim küçük bir atelyem var. kazancım sınırlı. size yemin ediyorum şu fener’i yenin bir yıllık gelirim sizin olsun. adam daha fazla devam edemiyor konuşmaya. titrek sesi tıkanıp kalıyor yüreğinin boğumlarında. kalabalık etkileniyor, hep bir ağızdan konuşmaya başlıyor. tam o sırada kaptan ayağa kalkıyor, yine aynı aksanla olaya noktayı koyuyor. fener’i yenelim bizim bütün primlerimiz sizin olsun. ben galatasaray’i en az sizin kadar seviyorum ve her şeyimi vermeye hazırırm. bu duyguyu çok net hatırlıyordum. bir yıl önce mithatpaşa stadyumu’ndaki maçta boş kaleye atılan şutu çatala yakın bir yerden kafayla çıkarmıştı kaptan ve o zaman düşünmüştüm. bu ancak zekayla sevgiyle olur. işte aynı zeka ve sevgi toplantıyı sona erdirmişti. kalabalık yine ağlamaklı bir sesle ama büyük bir gururla cimbombom diye bağırarak toplantıdan ayrıldı.
güneyde sıkı geleneği olan bir ilden çıkıp geldi cimbom’a. ve yine aynı ilde yugoslav takım arkadaşı penaltıyı kaçırınca, abartılı biçimde sevinen rakip takım stoperine kafa atıp dışarı çıktı kendiliğinden. hakem arkasından kırmızı kartı yetiştirene kadar soyunma odasına gitmişti bile. kötü durumdaki takımı diplerde bir yerde bocalıyordu ve sonradan fenerbehçe’ye transfer olan meslektaşının tavrı ağırına gitmişti. yıllarca herkes buna bitirimlik ya da kabadayılık dedi. hatta çoğu hala aynı şeyi söylüyor ama ben ısrarla aksan diyorum. o büyük takım tirübünlerin imparator diye bağırdığı dönemde şampiyonluk yüzü görmedi. uzun süre uğursuz diye dolaştı adı. yeni bir nesil ondan sonra gördü şampiyonluğu. kim bilebilirdi ki gerçek efsane romanını yıllar sonra o yazacak ve milletçe okuyacağız. hatta ülkemin haritadaki yerini tarif eden bir sürü yabancı, mirengi noktası olarak onu kullanacak. elbettte kimse bilemezdi, belki kendi bile.
attığı ya da atmadığı her adımın gündemimizi işgal ettiği zamanlarda, herkesin ağzında “çok güzel motive ediyor, takımı çok iyi gaza getiriyor, konsantre ediyor” lafları dolaşıp duruyordu. o yine aynı aksanla meselenin yalnızca bunlardan ibaret olmadığını, işin bilimsel tarafının, akademik boyutunun çok daha önemli olduğunu söyledi. işte o an imparator’un hayatı mutlaka bir bitirme tezine konu olmalı diye düşündüm.
zeka ve yürek ve hatta ruh. bu üçlüyü yeterli seviyede barındıran bir bedenin, doğduğu yerle vardığı yer arasındaki mesafe asla şansla açıklanacak kadar basit değildir. imparator insanoğlunun gelişebilen canlı olması konusunda en iyi örneklerden biridir. bilimsel bakışın, bilimsel değerlendirmelerin, kimsenin tekelinde olmadığı da imparator hakkındaki gözlemlerimden önemli bir tanesi. süslü diplomalarla yaşamayan cümleler kurmak ne kadar manasızsa, gerçek bir savaşçı gibi her saniyesi soluk soluğa bir yaşam sürmek o kadar manalı.
son derece zevkli bir giyim tarzı, yabancı dil konusundaki ilerleme, dünyaya hayata bakış ve bunları açıklama biçimi, mesleki performans, üst seviyede ilişkiler. zaman zaman bir hariciyeci gibi davranmak ve uluslararası ilişkilerde etkin görev almak. dünyanın en önemli futbol takımlarından birinin başına tek yetkili olarak getirilmek. aynı zamanda o ülkenin başbakanı ve en zengin şahsiyeti olan kulüp başkanının diline pelesenk olmak. bütün bunları yaşarken varolduğumuz dünyanın aslında ne kadar engelleyici bir yapısı olduğunu düşünürsek, imparator’un hızını takipte o kadar zorlanırız. e. e. cummings demiş ki; seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez!
bu amansız savaşı kazananlardan biri olduğu için yazmak istedim imparator’u. sınırlı satırlar ve sınırlı yaşam bilgimle, dilim döndüğünce. eğitimcilere antipatik gelebilir ama insanın en iyi öğretmeninin yine kendisi olduğunu düşünüyorum. diplomaları değersiz bulduğumdan değil, zekayı, yüreği ve ruhu daha fazla önemsediğimden. bir insanın bulunduğu ortamlara enerjisini yayabilmesi etkileyici geliyor bana. kimi zaman genç futbolcular kimi zaman kulüp başkanları kimi zaman da milyonlarca taraftar aurasına kapılıverdi imparator’un. bir süre sonra bu durum normal karşılanmaya başlandı. oysa çevremizde sıkça rastlanılan şeylerden değildi.
bütün bu hikayenin bir yerlerinde hüzün de saklı biliyorum. her gerçek savaşçıda olduğu gibi. başlarda niyetli olsam da bahsetmeye imparator’un hüznünden, sonradan vazgeçtim. sadece yalnız bir imparator olduğu konusunda ön sezilerim var kimseyle paylaşmak istemediğim. ama bu belki de imparator olmanın kaçınılmaz bedeli. ilk gençliğimin aksanlı imparator’una aynı aksanla koca bir yaşam diliyorum. uzaklardan ve coşkuyla…………………………..
11 eylül 2001 cem davran
(not: kes yapıştır yöntemi yüzünden oluşabilecek sözlük imla aykırılıkları için kusura bakmayın emi.)
imparator
yaşamımız erkek tarifleri arasında gidip gelirken, tarihteki yerimiz için sayısız adımlar atıyoruz. bizi sona yaklaştıran her şey yeniden doğuşlarımız oluyor aslında, farkına varamıyoruz. öleceğini bilen tek canlı olarak doğanın en büyük trajedisine hükmediyoruz. ancak felsefe yardımıyla açıklanabilen hayata devrim ateşiyle sarılıyor, bembeyaz sayfaların sağ alt köşesine imzamızı atıyoruz. işte bu aşağıda imzası olanlardan birinin hikayesi. bir ilhan’ın, bir hükümdar’ın, bir imparator’un hüznü de saklayan cesur hikayesi. tabii benim gözümden, yüreğimden, dilimden ve en az benim kadar yaşanası.
yabancı kanalların arasında zap yaparken takılıp kaldım birine. dış ses latince kökenli bir dille konu başlığını aktarıp susuverdi ve haber niteliği taşıyan ayak üstü röportajı izlemeye başladım. bir sürü gazeteci sorular soruyor ortalarına aldıkları orta yaşlı adama. adam yanık teni ve mavi gömleğinin yakasındaki ter koyuluğuyla cevap veriyor acar gazetecilere. hem de onların anladığı dille ve beni geçmişe götüren aksanıyla. sadece televizyon izlemek olamaz benimkisi. bu kadar kolay açıklanamaz bilmediğin bir dilde her söyleneni anlamak. yaşama tanıklık etmek de cabası.
yirmi yıl kadar önce. yer beyoğlu hasnun galip sokağı galatasaray kulüp binası. saat öğleden sonra sıraları. girişteki salonda üzüntülü bir kalabalık var. az sonra o dönem ihtiyaçtan keşfedilen taraftar toplantısı başlayacak. kürsünün arkasına futbol şube sorumlusu, takım kaptanı ve bir-iki futbolcu oturacak, taraftarla dertler paylaşılacak. gündem gayet açık ve net. yıllardır yakalanmayan şampiyonluk ve neredeyse daha da önemlisi, ezeli rakibe karşı uzun süredir alınamayan bir tek anlamlı galibiyet. zaman çoğu şeyi siliyor insanın hafızasından. ama bazı anlar daha dün çizilmiş bir resim gibi. ortada süha bey. bir yanında kaptan fatih, diğer yanında sağ açık öner. salon uğultulu. toplantı hararetli ve hüzünlü geçiyor. arka taraftan bir adam ağlamaklı sesi ile haykırıyor kürsüye doğru. benim küçük bir atelyem var. kazancım sınırlı. size yemin ediyorum şu fener’i yenin bir yıllık gelirim sizin olsun. adam daha fazla devam edemiyor konuşmaya. titrek sesi tıkanıp kalıyor yüreğinin boğumlarında. kalabalık etkileniyor, hep bir ağızdan konuşmaya başlıyor. tam o sırada kaptan ayağa kalkıyor, yine aynı aksanla olaya noktayı koyuyor. fener’i yenelim bizim bütün primlerimiz sizin olsun. ben galatasaray’i en az sizin kadar seviyorum ve her şeyimi vermeye hazırırm. bu duyguyu çok net hatırlıyordum. bir yıl önce mithatpaşa stadyumu’ndaki maçta boş kaleye atılan şutu çatala yakın bir yerden kafayla çıkarmıştı kaptan ve o zaman düşünmüştüm. bu ancak zekayla sevgiyle olur. işte aynı zeka ve sevgi toplantıyı sona erdirmişti. kalabalık yine ağlamaklı bir sesle ama büyük bir gururla cimbombom diye bağırarak toplantıdan ayrıldı.
güneyde sıkı geleneği olan bir ilden çıkıp geldi cimbom’a. ve yine aynı ilde yugoslav takım arkadaşı penaltıyı kaçırınca, abartılı biçimde sevinen rakip takım stoperine kafa atıp dışarı çıktı kendiliğinden. hakem arkasından kırmızı kartı yetiştirene kadar soyunma odasına gitmişti bile. kötü durumdaki takımı diplerde bir yerde bocalıyordu ve sonradan fenerbehçe’ye transfer olan meslektaşının tavrı ağırına gitmişti. yıllarca herkes buna bitirimlik ya da kabadayılık dedi. hatta çoğu hala aynı şeyi söylüyor ama ben ısrarla aksan diyorum. o büyük takım tirübünlerin imparator diye bağırdığı dönemde şampiyonluk yüzü görmedi. uzun süre uğursuz diye dolaştı adı. yeni bir nesil ondan sonra gördü şampiyonluğu. kim bilebilirdi ki gerçek efsane romanını yıllar sonra o yazacak ve milletçe okuyacağız. hatta ülkemin haritadaki yerini tarif eden bir sürü yabancı, mirengi noktası olarak onu kullanacak. elbettte kimse bilemezdi, belki kendi bile.
attığı ya da atmadığı her adımın gündemimizi işgal ettiği zamanlarda, herkesin ağzında “çok güzel motive ediyor, takımı çok iyi gaza getiriyor, konsantre ediyor” lafları dolaşıp duruyordu. o yine aynı aksanla meselenin yalnızca bunlardan ibaret olmadığını, işin bilimsel tarafının, akademik boyutunun çok daha önemli olduğunu söyledi. işte o an imparator’un hayatı mutlaka bir bitirme tezine konu olmalı diye düşündüm.
zeka ve yürek ve hatta ruh. bu üçlüyü yeterli seviyede barındıran bir bedenin, doğduğu yerle vardığı yer arasındaki mesafe asla şansla açıklanacak kadar basit değildir. imparator insanoğlunun gelişebilen canlı olması konusunda en iyi örneklerden biridir. bilimsel bakışın, bilimsel değerlendirmelerin, kimsenin tekelinde olmadığı da imparator hakkındaki gözlemlerimden önemli bir tanesi. süslü diplomalarla yaşamayan cümleler kurmak ne kadar manasızsa, gerçek bir savaşçı gibi her saniyesi soluk soluğa bir yaşam sürmek o kadar manalı.
son derece zevkli bir giyim tarzı, yabancı dil konusundaki ilerleme, dünyaya hayata bakış ve bunları açıklama biçimi, mesleki performans, üst seviyede ilişkiler. zaman zaman bir hariciyeci gibi davranmak ve uluslararası ilişkilerde etkin görev almak. dünyanın en önemli futbol takımlarından birinin başına tek yetkili olarak getirilmek. aynı zamanda o ülkenin başbakanı ve en zengin şahsiyeti olan kulüp başkanının diline pelesenk olmak. bütün bunları yaşarken varolduğumuz dünyanın aslında ne kadar engelleyici bir yapısı olduğunu düşünürsek, imparator’un hızını takipte o kadar zorlanırız. e. e. cummings demiş ki; seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez!
bu amansız savaşı kazananlardan biri olduğu için yazmak istedim imparator’u. sınırlı satırlar ve sınırlı yaşam bilgimle, dilim döndüğünce. eğitimcilere antipatik gelebilir ama insanın en iyi öğretmeninin yine kendisi olduğunu düşünüyorum. diplomaları değersiz bulduğumdan değil, zekayı, yüreği ve ruhu daha fazla önemsediğimden. bir insanın bulunduğu ortamlara enerjisini yayabilmesi etkileyici geliyor bana. kimi zaman genç futbolcular kimi zaman kulüp başkanları kimi zaman da milyonlarca taraftar aurasına kapılıverdi imparator’un. bir süre sonra bu durum normal karşılanmaya başlandı. oysa çevremizde sıkça rastlanılan şeylerden değildi.
bütün bu hikayenin bir yerlerinde hüzün de saklı biliyorum. her gerçek savaşçıda olduğu gibi. başlarda niyetli olsam da bahsetmeye imparator’un hüznünden, sonradan vazgeçtim. sadece yalnız bir imparator olduğu konusunda ön sezilerim var kimseyle paylaşmak istemediğim. ama bu belki de imparator olmanın kaçınılmaz bedeli. ilk gençliğimin aksanlı imparator’una aynı aksanla koca bir yaşam diliyorum. uzaklardan ve coşkuyla…………………………..
11 eylül 2001 cem davran