• 37
    muthis bir yazi, son paragrafa dikiz..

    --- alıntı ---

    üç yaşına basmak üzere olan bir oğlum var. iyi bir insan olsun istiyorum. dürüst olsun. çalışkan olsun. büyüklerini saysın. küçüklerini sevsin. sevildiğini ve ona her zaman güvenen bir ailesi olduğunu bilsin. ama o, ailesine değil, en çok kendine güvensin. her zaman elinden gelenin en iyisini yapan bir insan olsun. elinden gelenin daha azıyla yetinmesin. değerleri olsun. gerekirse uğruna her şeyini feda edebileceği değerleri. eğilmesin, bükülmesin. kimseden fayda ummasın, kol kanat dilenmesin... fikri, vicdanı, irfanı hür olsun...
    paylaşmayı bilsin. ödünç aldığını geri vermeyi unutmasın. doğru bildiğini yapmaktan çekinmesin. konuşmak kadar, dinlemeyi de önemsesin. dünyanın en iyi hatibi de olsa, dinlemenin konuşmaktan daha değerli olduğunu öğrensin. kibar bir insan olsun. başkalarına değer versin. dedikodu yapmasın. zor da olsa her zaman doğruyu söylesin. oyun oynayacaksa, adil oynasın. kuralına göre, centilmence oynasın. işler zora girince mızıkmasın. ne hak yesin, ne hakkını yedirsin...

    olur olmaz şikâyet etmesin. zırt pırt ağlamasın. affedici olsun. sahip olduklarına şükretmeyi bilsin. sabırlı olsun. tabii mümkünse akıllı, yetenekli ve şanslı da... etrafta küçük padişahlar gibi dolaşan çocuklardan olmasın... hani her istediği alınan, her dediği yapılan... hastalanmasın diye misafirlere galoş ikram edilen, sadece çizgi film seyredilen evlerde yaşayan... o uyanmasın diye alçak sesle konuşulan ama kendisi bar bar bağıran... yok valla, o evlerden olmadı, olmasın bu ev. benim oğlum, saltanatın bittiğini, bu ev sınırları içinde ya da dışında padişah olamayacağını anlasın.

    ha buna karşılık birey olduğunu da bilsin. bu ailenin bir ferdi olduğunu, sözünün dinlenmesi için 18 yaşına gelmesi gerekmediğini, mantıklı bir şey söylüyorsa kabul edeceğimizi, tehlikeli bir şey yapıyorsa pek tabii engelleyeceğimizi, tehlike arzetmeyen her şeyin başkalarını rahatsız etmiyorsa serbest olduğunu, ona ‘koşma düşersin’ bile demeyeceğimizi, aksine koşmasını ve düşerse bir şey olmayacağını görmesini istediğimizi bilsin... bu ev sınırları içerisinde ne anne-baba olmanın abartıldığını, ne çocuk olmanın azımsandığını düşünmesin...
    şımarık olmasın benim oğlum. arsız olmasın. dağıtırsa, toplamak zorunda olduğunu bilsin. kadın-erkek işi diye bir ayrım olmadığını, ‘su getir’ derse o suyun başından aşağı döküleceğini, başka çocuğun elindeki oyuncağı çekip almasına izin vermeyeceğimizi, insan gibi almayı bilmiyorsa, o oyuncaktan kusur kalacağını tahmin etsin. hak ve sorumluluğun kol kola yaşadığını, sorumluluklarını üstlenmeden haklarının olamayacağını anlasın. ne 8, ne 18 yaşında silahla oynamasın benim oğlum. içki içecekse kendi bilir ama ağzıyla, adabıyla içsin.

    yapması gereken bir işi yaptığı için övünmesin. gerim gerim gerinmesin. bizim ailede dürüstlüğün ve çalışkanlığın meziyet sayılmadığını, herkesin zaten öyle olması gerektiğini beklediğimizi bilsin. düşene bir tekme de o vurmasın. köşeyi dönmeyi beceri saymasın. başarının eşiğinden atlayınca kavuşulacak bir kapı değil, basamak basamak çıkılacak bir merdiven olduğunu ama her çıkışın bir de inişi olabileceğini unutmasın. haksızsa özür dilemeyi bilsin ama abartmasın. varsın biraz naif olsun ama yalaka olmasın.

    gündem ne, sen ne yazmışsın demeyin. duydum ki “tt are-na’dakilerin babaları belli değildir” diyenler olmuş, en azından anneleri kim bilsinler istedim.

    --- alıntı ---

    http://www.radikal.com.tr/...1&CategoryID=103
  • 16
    yeni yazisinda, hepimizin cikarmasi gereken dersler oldugu yazardir.

    --- alıntı ---

    türküm, doğruyum, başarısızım...

    unutkanız. mesela bazı galatasaraylılar o, sonunda uefa kupası’nın alındığı dört sene boyunca, “ya allah rızası için bir tane rahat maç seyredemeyecek miyiz?” dediklerini çoktan unuttular. bazıları da, “tribün kadın doldu, biraz başarısız olsak da, şu vitrin meraklıları elense aramızdan” diyorlardı.

    bazı spor yazarları “hagi küçük maçların adamı, bir büyük maçı aldırdığını görmedik, babası ölmüş de matemdeymiş, metin oktay’ın oğlu doğduktan hemen sonra öldü ama o üç saat sonra maça çıktı” yazdıklarını unuttular. “popescu ne yapıyor beyler? bu rumenler parma maçını kazandırsın, fenerbahçe’yi, beşiktaş’ı yenmek için gayret göstersinler. babam da küçük maçlarda çıkar, oynar, golü atar” diye yazanlar vardı. onlar da unutuldu.

    şimdi o dönem, bir ‘altın çağ’ olarak hatırlanıyor. dikensiz gül bahçesi. futbolcular sanki her maçta bastılar, her maçta o amansız pres, her maçta gol yağmuru, sürklase ederek alınan galibiyetler. evet, böyle maçlar da oldu ama hepsi vallahi öyle değildi. o zaman da puan kayıpları yaşandı, o zaman da ezeli rakipten fark yendi, o zaman da avrupa’da başarısız sonuçlar alındı. tek fark ortada bir hedef olmasıydı.

    türkler kaça ayrılır?
    ben paris’teyken orada iki türkiye vardı. bir, açılışlarda karşılaştıklarımız, kokteyllerde kadeh tokuşturduğumuz, sokakta görsek fransız sandıklarımız. bir de dönercilerde, st denis türk mahallesinde rastladıklarımız. ikisi birbirini sevmezdi pek. ilk grup, “bizi kötü yansıtıyorlar, paris’in göbeğinde köylerindeki gibi yaşıyorlar” derlerdi, diğer grup, sadece “bize sahip çıkmıyorlar”.

    geçen hafta programda mustafa yücedağ anlattı, hollanda’da ganalı arkadaşlarının kurdukları derneklerden esinlenip bir türk futbolcular derneği kurmuş. ganalılar büyük bir kulübe transfer olduklarında transfer paralarından hatırı sayılır bir miktarı derneğe bağışlarlarmış, yeni ganalılar keşfedilsin, henüz büyük bir transfer yapamayanlar yılmasınlar, futbol oynamaya devam edebilsinler diye. onların dernek her yıl yeni oyuncular çıkarırken, bizim dernek batmış! ne beş kuruş veren çıkmış, ne destek olan. çünkü bizde bütün başarılar tamamen ‘tırnaklarımla kazıya kazıya buralara geldim’ tadında olunca, bütün ekoller de ‘doğru yol benim yol’ oluyor. a noktasından b noktasına sen patikadan gittin ama artık otoban var diyelim, ı-ııh, doğru yol illa benim bundan 20 sene önce düşe kalka gittiğim yol! değişime kapalı olunca insan, gelişime de kapanıyor otomatikman.

    bir kere paris uçağında hostese “namaz kılacağım, kıble ne tarafta?” diye soran birini görmüştüm. zavallı hostes biraz düşündü, sonra elini bir yöne doğru kaldırdı, “bu tarafta” dedi. uçak yön değiştiriyordu, “şimdi de bu tarafta! ay pardon şurada!”... durumumuz bu! kimilerimiz bunun kazası da var, ben seferiyim demeden, göstermelik olarak uçakta namaz kılıyor, kimileri “giden uçakta kıble mi gösterilir?” demek yerine hedef belirlemeye çalışıyor, haliyle beş dakika önceki hedef beş dakika sonrakini tutmuyor. yan koltuktan bu diyaloğu duyanlar “bu kadar da olmaz ki?” diye kıs kıs gülüyor, arka koltuktakiler de ön koltuktakilerin yarım saat önce yaptıkları bir saçmalığa kıkırdıyor. çünkü ister kabul edelim ister etmeyelim, gelişme şartları bu kadar kısıtlı bir ülkede, başkasının başarısı, bizi sevindirmiyor. bizimkine benzer şartlardan çıkıp başarıya ulaştıysa “ben neden yapamadım?” yetersizliği doğuruyor, şartları bizden iyi olduğu için başarılı olmuşsa, haksızlık hissi... her iki durumda da mutsuz ediyor. bize hiçbir zaman o başarıya ulaşamayacağımız için, ulaşsak bile en iyi ikinci başarı olacağı için kötülüyoruz... içimiz rahatlıyor. oh be!...

    --- alıntı ---

    elimde olsam sozlugun girisine koyarim yaziyi, belki akillaniriz biraz diye.
  • 5
    alpaslan abinin peşinden yazdığı yazının son kısmıyla zırıl zırıl ağlatmıştır beni.

    ...bizim arkadaşlarımız daha hiç ölmemişti alpaslan... annemlerin uzaktaaaan ahbaplarının başına gelen bir şeydi ölüm... “kaç yaşındaydı?” diye sorunca “83” cevabıyla gizlice iç rahatlatan bir şeydi... ama meğer ölüm varmış, korku varmış, bu dünyanın sonu varmış... sayende onu da öğrendik alpaslan...
  • 48
    benim de bir oğlum var, 3 yaşında değil ama 3 aylık ve ben ona hangi takımı tutması gerektiği konusunda telkinde bulunurken, "bu ailenin bir ferdi olduğunu, sözünün dinlenmesi için 18 yaşına gelmesi gerekmediğini, mantıklı bir şey söylüyorsa kabul edeceğimizi" diyecek olmama rağmen, bu ablasını gösterip "gel de galatasaray'ı tutma be oğlum" diyeceğim.
  • 13
    --- alinti ---
    balık baştan kokar diye bir laf vardır ya türkçe’de.. söz konusu sporsa, balık her yerden kokuyor bu ülkede... sahaya baktığında hakemi, ‘eski maçlarda hakettiğimiz nice nice pozisyonları çalmazken rakibin kılını kırk yapan’ insanlar bütünü olarak gördüğü kesin de rakip sporcuyu kim olarak görüyor acaba o göz dönmesi esnasında? ne derece bir idrak ve şuursuzluk içinde olduğu aslında saldırdığı adamdan belli; dizine dizine vuracak herhalde oğuz savaş’ın? dombili dombili koşup şöyle kaldırabildiği kadar kaldırıyor bacağını, yandan yemiş kung fu tekmesi sallamaya çalışıyor. sahadaki sporcu da nba’de benzer bir şey yapan meslektaşına verilen cezayı hiç anımsamayarak, zaten anımsamasına gerek de olmayarak çakıyor yumruğu ‘sahaya atlamış yabancı madde kontenjanı’ndaki seyirciye.
    maç durmuş, rakip oyuncular soyunma odasına kaçmışken evsahibi yönetici çıkıp, “bu olayları kesinlikle tasvip etmiyoruz ama geçen seneki şampiyonluk serisinde çıkan olaylar daha vahimdi” diyor kameralara. geçen sezon, biri kendileri olmayan, iki takım arasında oynanan maçta çıkan olaylar özrü olabilir mi ki adı üzerinde ‘bu maçta’ çıkan olayların? maç sonrası bu defa mağdur taraf olmanın mağrurluğuyla “biz fenerbahçe olarak bu olayların karşısındayız...” diye aklıselim başlıyor ra(aa)kip takım idarecisi. sonra, “bütün bu olaylar olup biterken başkan ve bütün yöneticileriyle tribünde olan rakip yönetimin hiçbir şey yapmayışı” diye devam ediyor cümleye ve “bakalım bu olaylara ne ceza verecekler?” şeklinde kendi olaylarındaki (tabii ki haketmedikleri!) cezalara gönderme yaparak bağlıyor. en son koç çıkıyor ve bütçesel olarak kendisinden kat kat üstün bir rakibi yenmiş, oyuncuları sahada inanılmaz mücadele etmiş, iki uzatmaya gitmiş, heyecan fırtınası bir maç sonrasında, “bu taraftar arkamızda olduğu sürece...” diye başlıyor cümleye. galibiyeti, bütün sezon ‘sadece’ bu maçlara gelen taraftara ithaf ediveriyor. ki biliyorum, senelerdir ama senelerdir, o basketbol şubelerinde, basketbola yatırım yapan sponsorların ofislerinde, salonlara daha fazla seyirci çekmek için ne kafalar yoruluyor, ne beyin fırtınaları yaşanıyor, o yüzden öyle söylüyor o adamcağız da. ama gel gör ki mesajı sağır kulaklara. basketbolda hakeme sövmek için neden faul çaldığını anlamak lazım önce. yıllardır ‘futbolu seviyorum’ diyen bütün kadınlara, gevrek gevrek gülerek, “anlat bakalım ofsaytı” demeye benzemez pek.

    her olayın bir müsebbibi var
    tabii ki her olayın bir başlangıç noktası vardır; geçen sene efes bench’ine saldıran göbekli abiydi (ki sahayı koşa koşa geçmek zorunda kalırken neredeyse kalp krizinden yığılacaktı, sportif seviyemiz konusunda büyük bir açıklık sağlıyordu meraklı gözlere), bu maçta galatasaray tribünlerine hareket çeken sarışın abla... ne fark eder? ben bu maça asla çocuğumu götüremeyecek olduktan sonra, maç öncesi vip tribününe 6 yaşındaki bir çocuk fenerbahçe formasıyla giremedikten sonra, soruyorum, ne fark eder?
    sarı-lacivert görünce, sarı-kırmızı görünce ‘kırmızı görmüş boğa’ gibi dellenen bir insanlar topluluğuyuz sonuç itibariyle. her maçtan “bu maçın rövanşı da var” ruh haliyle çıkıyoruz... alınacak maçların sonu bir türlü gelmiyor. maçtan sonra antu.com, “insan değil hayvan sürüsü” diye fotoğraf koyuyor açılış sayfasına... hani efes maçlarında taraftarların çıkardığı olaylar sonrası maçlarını seyircisiz oynayan fenerbahçe’nin taraftar sitesi antu.com. insanın gülmek için ajdar’ı seyretmesine gerek yok bu ülkede.. isterse gayet kolay gülmek ağlanacak haline.
    --- alinti ---
  • 29
    ayarlardan ayar beğen yazısı yazmış yine.

    --- alıntı ---

    bir gün, “transfer etmek için adını duyunca herkesin ‘ooo’ diyeceği, taraftarların karşılamak için havaalanına akın edeceği, büyük liglerde oynamış, tecrübeli bir dünya yıldızı getireceksin. fark yaratacak. gençlere örnek olacak. liderlik edecek. hagi gibi olacak!.. ertesi gün, “hiçbir ligde hiçbir takımda dikiş tutturamamış, emekli olmaya yüz tutmuş adamları getiriyorsun, milyonlar veriyorsun. ne yapıyorlar bu paraları hak edecek? onun yerine takım oyunu oynayacak, kendini kanıtlamak için uğraşacak, yetenekli, koşan, ısıran, gelecek vaat eden oyuncuları bulacaksın, getireceksin, sen keşfedeceksin..” daha da ertesi gün, “kim bu giovani dos santos? daha önce ne yapmış? gençmiş! arda genç değil mi? sabri genç değil mi? kendi gençlerine şans vermeden olmaz bu işler. ha, kewell gibi, kendini kanıtlamış, takıma tecrübesiyle katkıda bulunan adamı bul, getir, amenna..” ha? zıt erenköy!
    bir gün, “yabancı oyunculara verilen paralara acıyorum... onlar oynadığı için bizim çocuklar kenarda oturuyor.. bizimkilerin üç katı paraya imza atıyor, sözleşmeleri sağlam olduğu için paralarını tıkır tıkır alıyorlar. takım kazanmış, kaybetmiş, umurlarında değil. e dün gelmiş adama nasıl anlatacaksın karşısındakinin ezeli rakibin olduğunu, derbinin ruhunu?..” sanırsın, kendileri teknik direktör olduklarında takımlarında yabancı oyuncu oynatmayacaklar. oysa o zaman da, “yabancı sayısı serbest bırakılsın. yerlilerin fiyatları kalitelerine göre çok yüksek. yabancılar profesyonel. nerede duracaklarını biliyorlar. bizimkilerde kademe anlayışı yok. özellikle defansa yabancı şart.”

    murat şahin telefonla bağlanınca...
    bir gün, “yardımcı antrenör dediğin nedir? antrenmanda forma taşır, koni yerleştirir, hepsi bu.” ertesi gün, kovulan yardımcı antrenör, eski bir arkadaş olunca, “yardımcı antrenör çok önemlidir. en az teknik direktör kadar önemlidir.” nasıl yani? işte öyle!..
    bir gün, “ezeli rakibi şampiyon olmasın diye galatasaray bursa’ya yatacakmış. bu rezalet, bu ahlaksızlık, bu futbola hakaret...” iki hafta sonra, lazio taraftarı ezeli rakipleri roma şampiyon olmasın diye ınter ’i destekleyip, yedikleri golleri çılgın gibi alkışlayınca, “işte asıl ezeli rekabet bu... boşuna mı adamlar dünyanın en büyük üçüncü derbisi? işte bir futbol rengi, bir futbol hikâyesi daha... ”
    sezon başından bu yana barcelona öyle uçuyor, böyle kaçıyor, messi uzaylı, guardiola ermiş, nou camp mabed, oynanan futbol şiir... barcelona ınter’e yenilince, “barcelonalı oyuncular çok ağlak, yere düşen kalkmıyor... guardiola oyunu okuyamadı... ınter savunma futbolu nasıl yapılır ders verdi... mourinho bir dahi... ıniesta yokken messi bir hiç... ”
    dün, “dünyanın bütün kalecilerini getirin, murat şahin’in yediği o golü gösterin. emin olun hepsi soru işareti ile karşılayacaklardır.” murat şahin pat diye telefona bağlanınca sadece, “hatalı bir gol yediğini kabul ediyor musun?..” dün, “bobo hafta boyunca penaltı çalışmış. mustafa denizli de bunu garipsemiş. bobo, alex ’in yakın arkadaşı bıdı bıdı..” yahu, bobo’nun arkadaşlığı platonik mi? alex neden yakın arkadaşına gol attı, bak işte orası tam belli değil..
    yeni futbol kültürü...
    bu topraklarda futbolla ilişkili insanların, yorumcu, taraftar, teknik direktör fark etmiyor, beyanatları aynı bu tatta seyrediyor. kim ne diyorsa, ertes gün külliyen tersini söyleyebiliyor. bir futbol kültürümüz yok diyoruz ama sadece kendi ligimizi değil, dünya üzerindeki her maçı, kendi futbol klişelerimizle yorumlayabiliyoruz artık... guardiola adam değilse, biz ne yapalım ki?!

    --- alıntı ---

    radikal
  • 8
    hiç kimsenin laf edemeyeceği kadar kaliteli yazıları kaleme alan hanımefendi. öyle "aman kadınvari yazıyor" demesinler diye sürekli teknik teknik anlatmaz derdini, sadece doğal bir dil ile yazar ama ortada "yazarım" diye dolaşan "kuzucuklarım", "aman ölüyorum bu renklere" tarzında bilgiden uzak yazılar karalayan bağyanlardan farklıdır. yazılarında satır arasından derin bilgisi sezilir, zaten tribün çocuğudur "racon"u da bilir. kendisi bir frankofon'dur, fransız futbolunu da çok iyi bilir. kısacası bir de bu özelliklerin en tepesine "galatasaraylılık" eklenince örnek alınacak insanlar arasına giriverir.
  • 15
    bugünkü yazısını çok beğendim, çok kıskandım. ben de böyle yazabilmek isterdim.

    --- alinti ---

    takım yaratmanın iki aşaması var. biri taktik açıdan bir takım yaratmak, diğeri de psikolojik. ülkemizde geçerli olansa ikincisi.
    sizin iyi bir teknik direktör olduğunuzu varsayarak (ki hepimiz öyleyiz), elinizdeki takıma göre taktiği belirlediğinizi ya da daha şanslıysanız kafanızdaki taktiğe göre transferler yaptığınızı, belirlediğiniz taktiği oyuncularınıza aktarmak için antrenmanlar yaptığınızı, futbolcularınızın antrenmanlarda kaytarmadığını, hepsinin her maçta optimal seviyede oynamak için elinden gelen çabayı gösterdiğini, defans olarak dengeli, oyunu kurma açısından becerikli, skoru yakalama açısından bitirici br takım olduğunuzu, takımınızın top ayaktayken yaratıcı, top rakipteyken baskıcı, defansta kademeli, kontrataklarda hızlı olduğunu kabul ediyorum. a planınız, b planınız, gerekirse c planınız bile var. sahaya forması çıksa ilk üçe girecek bir takım olmanıza rağmen hiç havalara girmeden mücadelenizi ediyorsunuz, 1-0’a filan tenezzül etmiyorsunuz. en iyi savunmanız saldırı. kanatları kullanıyorsunuz, göbekten bastırıyorsunuz, altıpas içinde affetmiyorsunuz. evet bu sizsiniz.

    yeter mi? yetmeeeez...
    bu ülkede kazanan bir takım yaratmak için önce kazanmalısınız. hep kazanmalı. bir mağlubiyetin futbolda çok da önemi olmadığını düşünen bir almansanız mesela, geçmiş olsun. skibbe mesela, bence tamamen bu ülkenin bu anlamsız dinamiklerini bilmediği ve bizim için yeterli kısalıkta bir sürede öğrenemediği için gitti. bizimkiler yurtdışına gidince uyum süreci deriz, adaptasyon deriz, türkiye’den kendisine yemek yapsın diye, misal annesini götürmesini filan anlayışla karşılarız, takıma giremeyince veryansın ederiz ama buraya gelenler farklıııı... bir kere ‘yabancı’. yok haşa, biz ırkçı değiliz, bak zencileri ne kadar çok severiz. bıdı bıdı...
    biz ‘duygusal’ insanlarız cümlesinin alt metni, ‘beni motive et, beni öv yoksa küserim’ anlamına gelir. pire için yorgan yakmak deyimi ‘konvertibıl’ değildir. bu yüzden sizin teknik direktörlükteki taktik beceriniz yetmez. bu yüzden abilerin motivasyonu, cevat hocalar’a duyulan sevgi şampiyonluk kazandırır. bu yüzden medyanın gözünde, ‘hocanın’ bek kadar değeri yoktur. çünkü bu ülkede forma çıksa oynar, gerekirse cevat hoca da şampiyon olur. cevat hoca’nın başarısını küçümsemek için değil, bakış açısını özetlemek için.
    bizdeki maç skorları da maçı yansıtmaz bilir misiniz? nice beraberlikler vardır, aslında takımlardan biri maçı domine etmiş, maçın bir anında talihsiz bir gol yemiştir, nice farklı galibiyetlerde aslında kazanan fazlaca bir şey yapmadan, ilk gole kadar ‘kas kas’ taktiğiyle oynayan rakibin direnci kırıldığı için fark gelmiştir. maç skorlarının ‘bile’ psikolojik olduğu bir ülkeyiz vesselam.
    bu yüzden bir koç olarak, oyuncularınıza sadece sahada oynayacakları taktiği değil, kazanan olmanın sırrını, bunda bir nebze cesaret, bolca kendine güven, kazanma arzusu kadar kaybetmeme tutkusu olduğunu da öğretmelisiniz. kontrollü bir hırs. sinirden rakibe daldırmayan, öfkeden kendi formasını yırttırmayan, maçtan sonra gözlerini aça aça konuşturmayan. bir noktada, mağlubiyeti hazmetmeyi de öğretmelisiniz. 90 dakika mağlubiyeti kabul etme, ama 91. dakikada da kabullen. üzül, ama öfkelenme. sorumluluk al, en azından galibiyette aldığın kadar. ders al. hatta ağla... açılırsın...

    maç sonu konuşmaları
    maç sonunda mustafa sarp’ın konuşmasını ben çok beğendim. derli toplu buldum, “premier lig’de maç seyrederken futbolculuğumdan utanıyorum” cümlesini de müthiş bir otokritik. beğenmeyenler de oldu ama görüşüm değişmez. futbolcular konuşmalı. futbolculara, “takım arkadaşını, taktiği, hocayı, hakemi, yöneticileri eleştirme” şeklinde basit bir kural getirip serbestce konuşmalarına izin verilmeli. geriye konuşacak ne mi kalıyor? illa eleştireceklerse kendilerini eleştirmek mesela ya da övmek. olumlu olanı söylemek. zor mu? kabul etmek gerekirse, bu ülkede evet.

    --- alinti ---

    kaynak : www.radikal.com.tr
App Store'dan indirin Google Play'den alın