---
alıntı ---
futbolla ilgilendiğim ilk zamanlarda, galatasaray'ı tutmaya başladığımda, bu oyun çok başka bir şekildeydi. bir dönüşüm halindeydi belki ama çocuk aklıma farkında değildim. benim için ortada güzel, ulaşılabilir, makyajlanmamış ve "eşit" bir oyun vardı.
2000'lerin başında devamlı olarak maça gitmeye başladım. sayısız maça gittim. sayısız heyecan yaşadım. çok sevindim, üzüldüm. birçok insanla tanıştım. onların hikayelerini dinledim. ve her zaman bizden büyüklerin 80'lere,90'lara dair anlattıkları hikayelere özendim. o günleri kaçırdığım için hayıflandım. o günlere benzer bir dönemin bir daha yaşanmayacağını fark ettiğim için kendimi sürüklediğim ortamdan soğudum.
ve derken kimsenin beklemediği bir şey oldu, aralık ayında istanbul'a kar yağdı.
salı günü oynanan maç angarya gibiydi. yine her zamanki gibi aynı saatte, 21.45'te başlayan, yüksek bilet fiyatlarını ödeyebilen insanların izleyebildiği, süslü, parlatılmış, doğal olmayan ve aynı zamanda başka gruplarda bir sürü hesabın yapıldığı matematikle bezenmiş bir cl gecesi. mecburen izlemek zorunda hissettiğimiz, egoyu tetikleyen, rekabeti genişleten, gücü gösteren bir futbol akşamı... eğer bize anlatıldığı gibiyse; eskilerin anlattıklarına dair hiç bir şey kalmamıştı futbolda.
sonra kar yağdı. hakem oynanması mümkün olan maçı erteledi, uefa maçın 1 gün sonra 15.00'te oynanacağını açıkladı. bütün ezberler bozuldu. hafta içi, gündüz saatinde, mesai zamanında, kar altında kalan istanbul'da bir şampiyonlar ligi maçı... üstelik rakip öyle anderlecht falan değil; en nefret edilesi takımlardan juventus ile bir tamam-devam maçı, küçük bir final...
bu maça gitmem lazımdı... olağanüstü bir durum vardı ve bu ana tanıklık etmek herkese nasip olmayacaktı.
aslında var ya, hayatımdaki birçok şeyi çocuğum için yaşıyorum. sırf ona bazı şeyleri anlatabilmek için. bu günü ona anlatmak için çok sabırsızlanıyorum.
sanki salı gecesi delorean'a bindik ve bir anda 1993'te falan uyandık. istanbul kar altında ve biz maça gidiyoruz. türkiye'yi ab ülkesi sananlara selam olsun, ülkenin büyük kısmı işsiz ve öğrenci. metrobüs maça giden insanlarla oldu. ama çoğunun maça bileti yok. zaten bilet satışı yok, olsa bile çoğunun maça girecek parası yok. daha önce de bu seviye bir maç için hiç olmamış. ama bir umut, herkes stadyuma gidiyor. stadyum da öyle dolmabahçe, mecidiyeköy'de değil. eğer stada giremezsen maçı izleme imkanın da yok...
metrobüse sırtlarındaki okul çantalarıyla binen çocuklar, "ulan devamsızlık 7 gün oldu amk" muhabbeti yapıyor. aslında devamsızlık umurlarında değil. stadın civarına geldiğimizde maçın başlamasına çok az vardı. bize kombine getirecek çocuklar da henüz gelememişti. ufak bir telaş başladı bende. yanımızda da italyan çocuklar var, onlar da maça girmek istiyor. ve bir anda kapılar açıldı. halk stadyuma akın etti... o kalabalıkta italyanları ve bizim mustafa'yı kaybettim. biraz sonrasında da benim telefonun sarjı bitti. 1990'ları yaşamamız için her şey sağlanmıştı artık.
tribüne ilk başladığım zamanlarda, ergenken, sami yen'in merdivenlerinden koşarak çıkıp o çimi ilk gördüğüm o anı yaşamayı çok severdim. yıllar sonra ilk defa aynı hissiyatla koşar adım merdivenlerden çıktım. bu sefer görebileceğimiz bir çim yoktu ve bu beni daha da çok sevindirdi. kar, çamur, kötü zemin, sıkıcı ve yavaş futbol ama tribünden sahaya yayılan müthiş bir heyecan. gündüz vakti final maçı oynuyoruz. sanki eski maçlarla zenginleştirilmiş bir futbol belgeseli izliyorum. juventus'un da galatasaray'ın da klasik formaları üzerlerinde... neredeyse bir ara juventus'ta platini'nin boniek'in oynadığını düşünecek noktaya geliyorum.
15 dakikada ilk yarı bitiyor. tıpkı eski günlerdeki gibi stadyum içinde gezinebiliyorum. gerçi maçtan sonra mustafa daha farklı olaylar anlattı ama bana denk gelmedi. modern bir stadyumda, aynı koltukta ikişer kişiyiz, merdivenler dolu. çevremdeki çocukların bir kısmı ilk defa bir maça girmiş. "oğlum şaka gibi, adamlar önümüzde oynuyor" diyorlar. şu an benim hissettiklerim zaten aşmış durumdayken, onların maçtan sonra gece yatarken neler hissettiklerini tahmin bile edemiyorum.
0-0'a kitlenmiş bir maç... dakikalar geçiyor ve juventus'a yarıyor. artık yavaş yavaş umudumu kesiyordum. yalan yok, kışı seven izi'ye bile laflar hazırlamıştım. tam o anda futboldan vazgeçemiyor oluşumuzun en çılgın örneği bir kez yaşandı. güpegündüz, herkesin gözü önünde, sneijder buffon'a gol attı. maçın bitmesine çok az vardı ve seneler sonra ilk defa aynı tribünde, golden sonra bir hamal, reklam ajansı sahibine sarıldı.
5 dakika sonra, 1 saatlik maç sona erdi. ikinci turda olmak, sezonun analizini yapmak, mancini'nin geleceği vs. unutuldu benim için... önemi yoktu. juventus'u yendik. gazozuna bile olsa çok başka bir keyif... ve öyle bir atmosfer vardı ki, stadyumda ve tüm şehirde, biri gelse "kupa galipleri kupası'nda çeyrek finale kaldık" dese şaşırmazdım.
maç çıkışı izdiham, rezalet. bu stadyumdan nefret etmek için her şey. ama hiç biri önemli değil. tt arena tarihinde ilk kez ali sami yen'e bu kadar yaklaştı. bir daha da böyle olmaz. ama buna da şükür. çok sevindiğin, mutlu olduğun bir günü tekrar yaşamak gibi....
futbolculara da saygım sonsuz, büyük iş başardılar. ama kusura bakmasınlar, en azından bu sefer benim için sahne onların değil. bu şartlarda stadyumda olmak için çaba gösteren herkes bu maçın kahramanı. bilet aldığı için kendini takımın sahibi olarak görenler değil; takıma yakın olabilmek elinden gelen her türlü fedakarlığı yapanlar vardı bugün. futbolun gerçek kitlesi; sonunda bir seferliğine de olsa modern (!) stadyumlara girebildi. kime niyet kime kısmet... ama eğrisi doğrusuna denk geldi...
---
alıntı ---
http://targetstriker.blogspot.com/...ay-1-0-juventus.html