katılıp katılmamak okuyucuya kalmakla beraber hakkında gördüğüm en iyi -belki de tek- eleştirel yazıyı paylaşıyorum. okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.
--alıntı--espn ve netflix ortaklığındaki, chicago bulls ve michael jordan efsanesini temel alan on bölümlük mini tv dizisi son dans’ın yarattığı bir aylık coşku ve nostalji seli, 17 mayıs günü son iki bölümünün yayınlanmasıyla nihayet sona erdi ve pek çok rantı da beraberinde getirdi. pandemi sürecinde çoraklaşan gündeme denk gelmesinin de etkisiyle, son yılların belki de en çok konuşulan spor içerikli seyirliği haline gelen son dans’tan ve bu seyirliğin özellikle türkiye spor medyasındaki yansımalarından ortaya saçılan sonuçları tartışmaksa kaçınılmaz hale geldi.
girişte, son dans’tan “belgesel” olarak bahsetmekten özellikle kaçınıldığını ve son dans’ın sona erip beraberinde getirdiği şeyden de özellikle “rant” olarak bahsedildiğini söylemek gerek; çünkü ne son dans bir belgesel, ne de arkasından –en azından ülkemizde– sarf edilen sözler en ufak bir eleştirel veya açıklayıcı öge barındırıyor. yazının devamı da bu iki temel iddiayı ispatlamak üzere kaleme alındı.
belgeselin deşifresi: bu bir belgesel değil
son dans’ın neden bir belgesel olmadığı iddiasıyla başlayalım. jordan, 1998’deki ve 2003’teki emekliliklerinden sonra kendisine yapılan tüm belgesel tekliflerini reddetmişti, ta ki haziran 2016’ya; yani “tarihin en iyi basketbolcusu kim?” tartışmalarında, günümüzde mukayese edildiği tek sporcu olan lebron james’in üçüncü şampiyonluğunu ve üçüncü nba finalleri mvp ödülü’nü kazandığı tarihe kadar. yani aslında son dans’ın çekimleri ve prodüksiyonu, kişisel rekabette önlem almak isteyen ve bunun için yeni(den) bir tarih yazımına ihtiyaç duyan jordan’ın onayıyla başladı. ayrıca, yayın tarihi olarak ilk önce haziran 2020 belirlenmişti; fakat pandeminin yarattığı çorak iklimi fırsat bilen yapım şirketlerinin post-prodüksiyon sürecini hızlandırmasıyla yayın tarihi sonradan nisan 2020’ye çekildi. bunlara ek olarak, jenerikte adı geçmese de dizinin yapımcılarından biri, jordan’a ait “jump 23” isimli şirket.
daha son dans’ın neden bir belgesel olmadığını içerik yönünden tartışmaya başlamadan bile vaziyet çok açık bir şekilde görülüyor. tarihsel gerçekleri anlatma ve belgeleme iddiası taşıyan bir yapım, kişisel hırsların tetiklemesi sonucu hayata geçirilmez, kamuoyuna ilan edilecek –ve dolayısıyla mâl olacak– tarihte piyasa ve reyting koşullarına göre oynama yapmaz, yapamaz. “belgesel” üretim veya bir tarihi, tarihsel çerçeve içinde anlatma iddiası taşıyan herhangi bir girişim, sırf nedensellik ilkesi itibarıyla dahi böyle manipülasyonlardan etkilenmez, etkilenirse o şey belgesel olmaz; ancak pejoratif anlamıyla bir halkla ilişkiler ürünü olabilir. tabii bu jordan için yeni bir şey değil; bu kadar kabiliyetli ve başarılı bir sporcu olmasının en önemli sonuçlarından biri de, kendi imajını ve oynadığı oyunu nasıl amansızca ticarileştirdiğinin hep gölgede kalmış olmasıydı:
“o büyük bir basketbolcu olduğu kadar olağanüstü bir satıcı da… dünyanın çeşitli noktalarında, daha önce basketbol izlememiş milyonlarca insana bu oyunu pazarladı. […] daha yükseğe sıçramak isteyenlere nike ayakkabıları, acıkanlara big mac, susayanlara önce coca-cola sonra gatorade, mısır gevreği isteyenlere wheaties, iç çamaşırı isteyenlere hanes sattı. gözlük, parfüm, hot-dog pazarladı. en çok da kendini pazarladı. yıllar içinde gelen şampiyonluklar, birbirini kovalayan son saniye kahramanlıkları, bu satışı işinin kolay kısmı yapmıştı.”
ve günümüze kadar en ufak hasar görmeden korunagelmiş jordan imajına yeni bir cila atma ihtiyacının tek, hatta en büyük sebebinin jordan’ın “goat” unvanını koruma isteği olmadığı, dizinin son bölümündeki kısacık final sekansından bile anlaşılıyor. jordan’ın yakın plandan çekildiği bu sekansta kamera, bütün bu yapımın arkasındaki başlıca niyetin ne olduğunu açık edecek kadar uzun bir süre jordan’ın giydiği ayakkabıları gösteriyor; henüz satışa çıkmamış ayakkabıları.
espn ve jordan, son dans ile “tarihi kaydetmek” adı altında mit inşa ediyor, “gerçek” adı altında halkla ilişkiler satıyor. dizi, bir belgesel olarak tanıtılıyor fakat değil. yaşamı boyunca 2 milyar dolar kazandıktan sonra, jordan satılacak ne varsa satmaya devam ediyor: kendisini.
jordan kuralları mı, kapitalizmin yasaları mı?
içeriğe geçelim. son dans, esasında chicago bulls’un son şampiyonluk sezonunu ve o sezona gelinirken hangi yollardan geçip hangi badireleri atlattığını anlatma iddiası taşıyan bir yapım. kuşkusuz bu girişimin, jordan gibi hem karakteri hem de kazandığı başarılar bakımından baskın bir figürün çekim kuvvetine bir miktar yenik düşmesi çok normal; bulls tarihi herkesten çok jordan üzerinden, jordan’la birlikte okunabilir. fakat bu kritik noktada büyük bir denge kaybı söz konusu. özellikle nba’in ’92 barselona olimpiyatları ile birlikte nasıl küreselleşmeye başladığını ve jordan’ın bu sayede nasıl bir spor ve kültür ikonuna dönüştüğünü anlatan beşinci bölümden itibaren, dizi bir bulls anlatısı olmaktan çıkıyor ve jordan tamamen merkeze, hatta yönetmen koltuğuna oturuyor. daha önceki veya sonraki bölümlerde de, diğer önemli bulls oyuncularının veya idari personellerin kişisel hikâyeleri, kurgudaki kronolojik sıçramalarla ele alınıyor ve anlatı geçmişten günümüze gelirken sürekli jordan’a bir şekilde uğruyor ve jordan tarafından tabiri caizse gasp ediliyor. tartışmalı konu başlıklarında son sözü her zaman jordan alıyor ve muhataplarına ikinci bir söz hakkı verilmiyor; hatta söz hakkı verilemeyecek olan, günümüzde hayatını kaybetmiş olan kişilere dek hemen hemen herkes, jordan mitinin yaratılması ve kutsanması uğruna kendi etkenliklerinden taviz vermiş veya bizzat jordan denetimindeki kurgu ekibi tarafından kopartılmış görünüyor.
son dans’ın amacı, jordan’ın titizlikle inşa ettiği imajı sarsmak; jordan’ı onun istediğinden farklı bir şekilde sıkıştırmak değil; onu yuvarlak, gölgeli, tahmin edilemez bir figür gibi göstermek için yeterli görüşmeyi ve soruşturmayı toplamakmış gibi görünüyor.8
kısacası her şey jordan’da başlayıp jordan’da bitiyor. bir kahramanlaştırmadan öte, bir tanrılaştırma hali. jordan’ın her şart ve durumda nasıl davranılacağını bilen ve yetkinliği sınırsız bir “alfa erkeği” olarak gösterilmesi, bu tanrılaştırma haliyle de uyumlu görünüyor. ve tabii ki bu işin son zamanlardaki en büyük temsilcisi olan marvel’ın her filminde olduğu gibi, jordan miti de bir parça gülünçleşiyor. aşırı doz tanrılaştırmanın yanında, jordan ile bulls takımının genel menajeri jerry krause üzerinden kurulan “iyi-kötü” diyalektiğinin “siyah-beyaz”dan da öte bir tek boyutluluğa indirgenmesi ve jordan’ın “ne yaptıysam takımın başarısı için, en iyi olmak için yaptım” hallerinin karşısında, hayatını kaybetmiş olan ve dolayısıyla cevap hakkı da olmayan krause’un “kişisel husumetlerden dolayı hanedanı dağıtan baş belası kaprisli menajer” gibi yansıtılması, bu gülünçlüğü katmerleyen bir diğer başlıca unsur. özellikle krause’un bir şampiyonluk sonrasında kurduğu “şampiyonlukları oyuncular değil, kulüpler kazanır” cümlesinin ardındaki tartışmalara bir de buradan bakmak gerekiyor.
bir mit yaratmak: apolitizm ve “mike gibi ol”
bunun yanı sıra, kendisinin yapmadığı hiçbir şeyi takım arkadaşlarından istemediği vurgusu (günümüzün kariyerist yöneticilerinin kimden esinlendiği de belli oluyor) ile jordan’ın sapkınlık derecesinde başarı odaklı ve işkolik olduğunun, ne yaptıysa kendi ve takımın başarısı için yaptığının altı öyle kalın çiziliyor ki neredeyse kâğıt yırtılıyor. hatta jordan’ın bir dokunulmaz zırh içerisinde sportmenliğin sınırlarını çizmeyi de tekeline aldığı, “eksiksiz rol model” ile “sütten çıkmış ak kaşık” arasındaki seyri sürekli parlatılıyor. bir playboy dergisinin röportajında “saf bir centilmen, kusursuz bir sportmen, temiz aile babası ve mütevazı, ayakları yere basan bir yarı-tanrı” olarak tarif edilen jordan’ın da bir insan olduğunun ortaya çıkışı ise biraz zaman alıyor.
sözgelimi beşinci bölümde, 1990 kuzey carolina senato seçimlerinde, jordan’dan demokrat parti’nin siyahi adayı harvey gannt’i, ırkçı olduğunu hiçbir beyanında gizlemeyen cumhuriyetçi adaya karşı desteklemesi istendiğinde, jordan’ın çekimser kalmasının ve bunu soran gazetecilere “cumhuriyetçiler de spor ayakkabı alıyor,” gibi bir –kendi iddiasına göre– şakayla karşılık vermesinin de bahsi geçiyor. jordan’ın bu konudaki açıklaması şöyle oluyor: “muhammed ali’nin inandığı şeyi savunmasına saygı duyuyorum. ama ben kendimi hiçbir zaman bir aktivist olarak tanımlamadım. ben kendimi her zaman bir basketbolcu olarak tanımladım. işimi yaparken bir siyasetçi değildim, tamamen zanaatıma odaklanmıştım. bu bencilce miydi? muhtemelen. ama benim gücüm buradan geliyordu.” bu konuyla ilgili obama’nın da fikri soruluyor. onun cevabı da, şaşırtıcı değil ama evlere şenlik: “insan hakları hukuku üzerine çalışmaya hazırlanan biri olarak, jordan’ın bu konuda biraz daha gayret ettiğini görmüş olmayı dilerdim. fakat diğer yandan, yarattığı imajı nasıl yöneteceğini ve bununla nasıl yaşayacağını anlamaya çalışıyordu.” bu sözlerden, jordan’ın popüler ve kültürel bir mit olarak küresel ölçekte servis edilmesinin en büyük dayanaklarından birisinin de, toplumsal eşitlik ve adalet gibi konularda bir sessizlik rutininde kalması ve buna paralel olarak siyasetsizlik hali olduğu ortaya çıkıyor.
jordan’ın siyaset üstü bir yerde konumlandırılan bu adanmış sporcu imajının, abd emperyalizminin en büyük savaş suçlularından olan bir siyasetçi tarafından bizzat aklanıp paklanması, dizinin en büyük dalaletlerinden biri kuşkusuz. buna ek olarak obama, bir önceki abd başkanı olarak, sscb’nin çözülmesiyle birlikte 90’lı yıllarda dünyayı etkisi altına almaya başlayan abd –kültür– emperyalizminin en akçeli temsilcilerinden jordan’a, hizmetlerinden dolayı âdeta amerikan halkı adına minnet ve teşekkürlerini sunuyor. dünya siyasi tarihinin nesnelliğinden bu denli uzak, tek taraflı olmasının da ötesinde bu derece sığ ve çapsız bir halkla ilişkiler yöntemi de hem son dans’ı bir belgeselden ziyade ucuz bir propaganda filmine, hem de jordan’ı başarılı bir sporcudan ziyade kapabildiği bütün parsayı kapmaya çalışan bir tüccar profiline yaklaştırıyor. akıllara da şu soru yerleşiyor: jordan, piyasaya sürülen bir mit olarak neyin temsiliyetini üstleniyor?
jordan’ın, dünyevi her şeyden ve her duygudan azade bir yerde konumlandırılan insanüstü profilinin yanında, tabii ki insani taraflarına da değiniliyor; fakat yine jordan’ın dokunulmaz ve dış etkenlerce önlenemez imajını perçinlemesi şartıyla: jordan’ın, babası öldürüldükten sonra çıktığı ilk final olan 1996 nba finalleri’nde, kazandıkları ilk üç maçtan sonra bulls’un rakibi seattle supersonics, jordan’ı savunma işini dönemin en iyi savunmacılarından biri olan gary payton’a veriyor ve bu taktiksel değişiklik işe yarıyor; jordan ve bulls 4-2 ile şampiyonluğa ulaşsa da serinin sonraki üç maçında çok zorlanıyor. dizide bu konuyla ilgili fikri sorulduğunda jordan, kötü oynamasının sebebinin payton olmadığını, yaklaşmakta olan babalar günü sebebiyle duygusal açıdan zor bir süreç geçirdiğini ve saha içine konsantre olmakta zorlandığını söylüyor. yani, “cumhuriyetçiler de spor ayakkabı alıyor,” sözünün şaka olduğunu iddia etmesindeki ve dizideki diğer birkaç örnekte daha olduğu gibi, jordan’ın bazı tartışmalı konulara dair söylediği sözler, jordan aksini söylemedikçe ya da itiraf etmedikçe yanlışlanabilir sözler değil. bu tipte aşırı şahsi ve yanlışlanamaz beyanların bir belgeselde, hatta bir jordan belgeselinde işi var mı peki? olağan şartlarda olmamalı. olsa bile, karşı taraflara ikinci bir söz hakkı tanınmalı. fakat hayır, son noktayı sadece jordan koyuyor.
bir son parantez de jordan’ın tüm bu süreç yaşanırken “zamanın ruhu”na ne kadar iyi ayak uydurduğuna değinmek için açılmalı. “mj gibi olmak” derken, jordan’ın nasıl da önemli bir “marka” haline geldiği ortada. jordan’ın daha ligdeki ilk sezonunda larry bird, magic johnson gibi süperstarlar, aynı zamanda nba sponsorlarından converse ile 100 bin dolarlık anlaşmalar yaparken; kendisinin 250 bin dolarlık anlaşma yaptığı nike ile yarattığı yeni marka “air jordan”, kayıtlarda hep ön planda tutuluyor. ayakkabıların moda ve kültür sembolü oluşuna, amerikan tarzı basketbol ve yaşam kültürünün satılmasına giden yolda bir jordan otonomisi yaratmak böyle başlıyor. otonomi, dream team ile “abd’nin haysiyetini korumak” gerekçesiyle gidilen 92 barselona olimpiyatları’nda doruğa çıkıyor. kişisel sponsoru nike gücenmesin diye, olimpiyatların resmî sponsorlarından reebok’ın, abd takımının madalya töreninde giydiği eşofmandaki logosunu “vatanseverlik kisvesi altında” abd bayrağıyla kapatmak goat olmanın bir semptomu olsa gerek… nitekim jordan’ın yaptığı şeyi, birebir aynı şekilde, yine nike’ın sponsorluğundaki charles barkley de yapıyor; fakat son dans’ta vatanseverlik pastasından sadece jordan’a pay düşüyor.
tüm bu handikaplarının yanında son dans, belgesel maskesinin arkasında yapmak istediği her şeyi başarıyla yapmış görünüyor: basketbolu sevsin sevmesin her kuşaktan milyonlarca izleyiciyi bir ay boyunca, yayınlanmadan önce “daha önce hiç görmediğiniz 500 saatlik arşiv görüntüleri” diye bayağı promosyonu yapılan ama pek de matah bir şey sunmayan idman, soyunma odası ve saha dışı görüntüleri; çuvalla telif ücreti ödemekten sakınılmadığı belli olan ve dönemin ruhunu oldukça iyi yansıtan onlarca tematik şarkı; jordan’ın hafızalara kazınan sayısız ikonik smaç ve maç kazandıran şutunun görüntüsü; bulls’un tüyleri diken diken eden maç önü seremonisi ve sanat, magazin, siyaset dünyasından tam 113 katılımcıyla yapılan güncel röportajlar eşliğinde nba’in o dönemini, zaten bilindiği kadarıyla ve şekliyle tekrar yâd etme fırsatı sunuyor; sırf jordan ve yapımcılar parsayı biraz daha toplasın diye.
bizim seçkin spor medyamız: sizin son dansınız ne zaman?
peki bütün bu tabloda, spor medyamızdaki yansımaların içeriği ve karakteri neydi?
açıkçası bu yazı yazılmadan önce, herhangi birinin büyük tartışmaya yol açacak herhangi bir söylemde bulunup bulunmayacağını yeterince beklediğimi; gözden kaçmaması adına da başlıca bütün görsel, sesli ve yazılı medya üretimini incelediğimi düşünüyorum. fakat dizi yayınlanmadan önce, yayınlandığı andan itibaren ve sona erdikten sonraki bir haftadan uzun süre boyunca spor medyasında son dans’ın aleyhine, birkaç ufak sızlanma dışında yaprak dahi kımıldamadı. bunun yerine son dans’ın hem sanatsal hem de sportif içeriği bakımından fütursuzca övüldüğü tweet’ler atıldı, podcast’ler yayınlandı, youtube videoları çekildi, yazılar yazıldı; hatta son dans’a karşı bir argüman geliştirmek şöyle dursun, bir dergi mayıs sayısının büyük kısmını ve kapağını, “basketbolseverlere izlerken eşlik etmesi için” (tanıtımı gerçekten bu şekilde yapıldı) son dans’a ve jordan’a ayırarak mevcut küresel medya “hype”ının değirmenine su taşımayı tercih etti. tüm dünyada, gerek basın-yayın kuruluşlarında gerekse sosyal medyada az sayıda ve dar kapsamlı da olsa muhalif sesler yükselirken ve röportaj yapılan/yapılmayan bulls oyuncularından bazıları, kendilerine haber verilmeden bazı kısımların kesildiğini, gerçeklerin çarpıtıldığını ve taraflı aksettirildiğini söylerken türkiye medyasındaki çoraklık daha da tuhaf bir görünüme büründü. yazının devamında bu durumun sebeplerinin bir kısmına değinmeye çalışacağız.
öncelikle, alternatif ve entelektüel (“düşünen” anlamında) olma iddiasındakiler dâhil, spor medyasındaki ana akım dışı üretimin durgunluğu, mevcut söylemsizlik, düşünce ve eylem bazındaki politikasızlık, batı dünyasındaki üretimlerin hâkim niteliğine ve doğrultusuna bağımlı, âdeta sömürgeleştirilmiş bu vaziyet alma hali son dans ile sınırlı değil. son dans, bir istisna olmaktan öte malumun en kapsamlı ilamı oldu. türkiye spor medyasının son yıllarında nitelikli, edebî ve özgün olduğu iddia edilen –ve bence uzun bir süredir, “bir şeyi kırk defa söyleyince olur” misali sadece bu iddia sayesinde öyle gözüken ve kabul edilen– üretimler de, saha içine dair istatistiksel ve edimsel analizleri dışarıda tutarsak (ki bunların da ne ölçüde nitelikli olduğu tartışmaya açık ama bu yazının konusu değil), aslında sportif eylemin kişiler, takımlar veya kurumlar bazında tesadüfler zinciri sonucu ortaya çıkardığı bazı ilginç anekdotların bir araya getirilerek, oğuz haksever’in “ve insan…” programındaki duyarlılığa denk bir sosyopolitik perspektifle, hatta âdeta politik içeriğinden tamamen soyutlanarak salt sübjektif, rasyonaliteden uzak ve hissî yorumlamalarla aktarılmasından ibaret. bu sakat tutum, “nba şu an dünya üzerinde sosyalizme en yakın sistem” gibi tuhaf analojilere, ne sebeple ve niyetle çekildiği kabak gibi ortada olan icarus ve chernobyl gibi yapımlarla ilgili sarf edilen övgü dolu sözlere sebep olurken, spor gazeteciliğine olan ihtiyacı da giderek azaltıp (çünkü artık ilgilendiğimiz şey sadece sporun görünen yüzeyindeki kâh trajik, kâh çilekeş, kâh neşeli insan hikâyeleridir) bu kavramın içini boşaltarak istediği gibi doldurmaya başlıyor. ve nihayet mesele, belgesel dahi olmayan, en ufak gazetecilik başarısı içermeyen bir halkla ilişkiler operasyonuna sorgusuz sualsiz alkış tutmaya kadar varıyor.
medyanın nitelikli addedilen üretim kanallarının bu tutumla yaşayabilmesi ve ekonomik açıdan sürdürülebilir olması için, spor organizasyonlarının yarattığı dönemsel ve sürekli “döner sermaye”lerden nemalanan, etliye sütlüye pek dokunmayan bir yayın politikası oluşturmak da kaçınılmaz oluyor. bu da, asıl politik olanla ilgili vizyonun ve sağduyunun giderek kaybolması –hatta hiç gelişmemesi– sonucunda ideolojik körleşmeye sebep oluyor. sonunda da, tek niyeti masumane spor hikâyeleri anlatmak olan anlatıcımızı belli bir ideolojik kampın sözcüsü haline getiriyor. çoğunun gazetecilik demekte beis görmediği bu yazarlık biçimi; simbiyotik bile olmayan, spor ekonomisinin gözeneklerinde var olmaya çalışan, asalakça ve lümpence bir yaşam formuna tekabül etmeye başlıyor.
biraz uçuk bir mukayese olacak ama bu yaşam formu, chp’nin özellikle son yıllarının en net ifadesi olan, belediyecilik ve bürokrasi yaşamında hapsolduğu rant çukuruna çok benziyor. toplumsal muhalefeti harekete geçirme yetisi halihazırda kötürüm bir yapının, kendisine çizilen rant ve siyaset alanına alışıp sonunda hâkim ideolojiden de önce onun sözcülüğüne soyunmasıyla; son dans rantı üzerinden geçinenlerin spor ekonomisi içinde kendilerine gösterilen alan kadar var olmalarını, son dans’la ilgili gerçeğin aslında ne olduğuna ve nasıl izlenmesi gerektiğine dair alternatif bir okuma geliştirememesini yan yana getirdiğimizde, spor medyasındaki çoraklığın sebeplerini çok daha iyi kavrayacağımızı düşünüyorum.
son olarak, mayıs sayısını son dans ve jordan özel sayısı olarak tasarlayan ve pazarlayan dergiyi, herkesin malumudur artık ama yine de adlı adıyla anmadan geçmeyelim. adı “socrates”, sloganı da “düşünen spor dergisi”. iddialı bir isim, iddialı bir slogan. hem filozof sokrates’e hem de yeteneği kadar brezilya’daki diktatörlüğe karşı halkı örgütlemesiyle ve sosyalist kimliğiyle de bilinen futbolcu socrates’e selam çakılıyor. ama galiba o kadar. sokrates’in bir düşünür, socrates’in de bir sosyalist oluşunun pek üzerinde durulmamış olacak ki zaman içinde geldikleri bu noktaya gelmişler. gerçi muhtemelen hep bu noktadalardı. belki de ismin sadece fonetiğini sevmişlerdir. pazarlama açısından uygun bir fonetiktir belki. aslında, socrates yerine platini daha uygun bir isim olabilirmiş. neyse, derginin mayıs sayısındaki sunuş yazısının sonundaki şu ironik, hatta gülünç cümleyle bitirelim:
“bu sayı, hafızayı tahrip edip hafızanın boşluklarından yararlananlara karşın gerçeği amansızca aramaya devam edenler için…”
görünen o ki “post-truth” muhalifliğinin hakikati arayışı ve düşünüşü de, kendilerine çizilen alanın sınırlarına, yani burunlarının ucuna kadar devam ediyor.
--alıntı--https://sol.org.tr/...ZsGK_Ec_YEUHVdVQQ6Cc