• 527
    2. kıl dönmesi ameliyatımın üzerinden iki ay geçmişti. mabadımın yarısı alınmıştı; ama yine de ağrıdan kurtulmanın ve popoyu hafif kaydırarak oturabilmenin mutluluğuyla normal yaşantımı sürdürüyordum. doktorum küçük bir iz kalacağını onun da kılın tüyün arasında çok görünmeyeceğini söylemişti (kıllıyım). 2 ay sonra banyodaki aynada zavallı kıçımla gözgöze geldim, hayatımda ilk kez onu böyle görüyordum. yıpranmıştı, üzgündü, yaralıydı...doktorun söylediği yara izi çatalın karanlığına doğru kavisler çize çize kayboluyor, kim bilir nerelere kadar iniyordu. derken, bir apse fark ettim. kuyruk sokumunu derinin üstünden oyarcasına delmek istiyordu sanki. normal bir şey olmadığını hemen anladım, çünkü iz kalacak denince kastedilen şey dikiş iziydi. nitrat darjan kalemiyle tanışmam bu minnacık apse sayesinde oldu...

    iki kez kıçımı kesip biçen doktorumundan artık sıkıldığım için daha tecrübeli, genel cerrahi ve mabad operasyonları dalında yaşlı kurt olarak tanınan başka bir hekimin muayene odasındaki soğuk sedyeye taşıdım bu kez zavallı popomu. "granülasyon dokusu" dedi ihtiyar hoca. yeni bir ameliyata dünden hazır olan ben hemen ördeğin yerini aramaya başlamış, "sonda" denen kabustan kurtulmak için taklalar atmaya hazır hale gelmiştim. "dur yeğenim" dedi tabib.

    "ben onu hebele hübele kalemle bir güzel yakarım bir şey kalmaz"

    "ney kalemle yakarsınız"

    "nitratdarjan kalemle"

    nitratdarjan kalem ne olaki demeye kalmadan domalıvermiştim. adam yakacağım derken şaka yapmıyormuş, açık yaraya basılan tuz misali dağladı ciğerimi doktor. ben dişimi sıktıkça daha da bastırdı, ben sıktım o bastırdı ve sonunda "tamam topla donunu başını" dedi. acı fenaydı ama en azından ameilyata gerek yoktu...

    "bi iki ay yakalım orayı bir şey kalmaz"

    bir iki ay?...bir iki ay! her hafta bir kez gelip yaktıracakmışım, artık yeniler pek yapmıyormuş bu mucizevi tedaviyi, sivilce çıkarsan ameliyat ediyorlamış. koskoca profesörden iyi bilecek değiliz deyip boynu bükük ayrıldım odasından. her hafta sayın hocamı ziyaret ettim. daha doğrusu ben aslında sadece bir kuryeydim, basit bir lojistik fonksiyonum vardı. esas olay kıçımla doktorun arasınds geçiyordu. ben görevimi yapıyor, her hafta kıç organını o sedyeye taşıyordum. ikisi arkada neler yapıyor haberim olmuyordu. zaten yıllar içinde kıl dönmesi denen illetin gazabıyla ar duygumu yitirmiştim. aç diyene açıyor, yat diyene yatıyordum. o yüzden kıçın sözünden çıkmamamak koymuyordu. "kıçıyla derdi olan adamın dünya gözünde malı olmaz" özlü sözünün kanlı canlı bir temsiliydim. ibret alınacak bir hikayenin aktörüydüm.

    iki ay sonra tedaviye bir iki ay daha eklendi, derken bir iki ay daha. yanıyor yanıyor iyileşemiyordum. nitratdarjan kalemi derman olmuyordu. yandığımla kalıyordum. artık bu kıç dağlatma işi hayatımın baya sıradan bir parçasıydı. dağlatmayınca huzursuzluk duyuyordum. sonunda ihtiyar kurt bir açıp bakmaya karar verdi. hay hay deyip entariyi giydim, damar yolumu açtırdım ve ameliyathanenin buz gibi sularına atladım. anestezistlerle şakalaşmacalarım omuriliğe yapılan eşek şeyi gibi iğneyi yiyince son buldu. yarı domalık vaziyette uzandım ve her zamanki gibi popomla arama o yeşil perdeyi gerdiler. her şey normal görünüyordu. ta ki o görmüş geçirmiş, her türlü vakanın ve habis belanın kurdu olmuş profesörün "of of of of fiyuuuu....neler dönmüş burda serhat ya" dediğini duyana kadar...sanki ciddiye alınacak bir haldeymişim gibi ne olduğunu sordum. "bi şey yok, içinde bir sarmaşık bitmiş o kadar" dedi biri. meğer beni iki kez kesip biçen doktor, sen git küçük bir parça bırak. o parçadaki kıllar dön dön dön, benim popoyu ele geçir. biz de bunu fark etme,6 ay kalemle kitapla cetvelle gönyeyle yak diye uğraş dur. sen o kıl uza uza kemiğe kadar in. hikaye buymuş. çikan parçayı gösterdiklerinde anladım hikaye mi gerçek mi. ben sanıyordum ki artık orda çıkacak bir şey kalmadı. meğer aylardır g*t diye canavar taşımışım ardımda.

    dikişler atıldı, sondalara direnildi, ördeklere işendi ve bir sonraki kıl dönmesi ameliyatına kadar taburcu olundu. tüm bu süreçten bana kalan 6 ay boşu boşuna sihirbaz değneği tipli bir çubuk tarafından yakılmak oldu. ben de ne zaman hayatın koşuşturmacasına kapılıp aslında hayat denen şeyin nasıl bir illüzyon olduğnu unutsam, o zamanları hatırlayayım diye bu nicki ald..... gibi anlamlı bir yere bağlansın isterdim ama nick seçme anında ıkınıp ıkınıp güzel bir şey bulamadığım sırada hafızamın derinliklerinden bu kelime çıkageldi işte. ne bileyim, sünnetle ilgili bir şey de gelebilirdi. bence yine iyi.
  • 445
    bu hikayeyi kimseye anlatmamaya yeminliydim lakin artık zamanının geldiğini düşünüyorum. uzun yazı takıntısı olanlar lütfen okumasın. ciddi okuyucuları bekliyorum. "özet geç piç" diyenlere ise tek bir lafım var. "sensin piç."

    estalf

    evet estalf. ilk bakışta anlamsız gelen hatta "bu ne amk" diye tepki gösterilen bir nick gibi dursa da aslında olayın gerçek yüzü hiç de öyle değil.

    2004 yılı güneşli bir ilkbahar akşamı okul çıkışı 4-5 bilemedin 6 arkadaş daha önce emsali görülmemiş bir haylazlık peşindeydik. okul çıkışı dememe bakmayın aslında ders henüz bitmemişti ve son ders öğretmen olmadığı için boştu. zaten olayı ürpertici hâle getiren de tam olarak bu. kim bilebilirdi ki bu boş dersin hatıralarımızda derin yaralar bırakacak bir faciaya yol açacağını. aslında bunu hissetmiştik fakat genciz bir kere kanımız kaynamıştı. şimdi olsa belki "asla yapmam" derdim fakat o anki gençliğin ve cahilliğin vermiş olduğu cesaretle arkadaşların bu korkunç teklifini kabul edip son dersin bitmesine tam 7 dakika kala okuldan kaçmıştık. gerçekten zor bir karardı. çünkü o ana kadar yani lise 2. sınıfa kadar hiç okuldan kaçmamıştım. bu karar benim için hayatımda bir dönüm noktası oldu. öyle ki o günkü kaçışın vermiş olduğu cesaretle tam bir hafta sonra yeniden okuldan kaçacak ** ve evde unuttuğum ekmek arası köfte ve ayranı babamın okula (lise) getirmesi sebebiyle babama yakalanacaktım. aslında bu da apayrı bir hikaye. belki ileride bundan da size bahsetme imkanı bulurum.
    yavaşça okulun çıkış kapısına yaklaşırken kapının açık olduğunu farkettim. bu, kaçışımızı daha da kolaylaştıracaktı. bahçenin içindeki okul servisleri yavaş yavaş öğrencilerle dolmaya başlamıştı bile. bu kadar öğrencinin içinde farkedilmemiz neredeyse imkansızdı. işler tam da istediğimiz gibi gidiyordu.

    o dönem esaretin bedeli'ni haftada 3 kez izliyor oluşumun da bu zorlu kaçış sürecinde etkili olduğuna eminim.

    ve kapının eşiğinden geçtik.

    evet dediğim gibi artık okulun soğuk, gri ** ve beton duvarlarının dışındaydık ve özgürdük. bu bir mucizeydi. insanlar başarımızı kutlarcasına yüzümüze bakıp tebessim ediyor, ağaçlar dallarıyla bize el sallıyor, çöpü karıştıran kedi bile kulaklarını dikmiş hayretle bize bakıyordu. gökyüzü daha mavi, yapraklar daha yeşil, güneş daha bir sarıydı o gün. sanırım cennette olmalıydık. her gün okula gidip gelirken gördüğüm okulun tam karşısındaki berber ders saatinde dışarıda olmanın verdiği mutluluk ve heyecanla gözüme adeta cennet bahçesinde güllerden yapılmış bir baraka, berberci ise bir huri gibi gözüküyordu.

    sırt çantamız tek omzumuzda asılı, üstteki üç düğmesi açık olan beyaz gömleklerimizin içinde renkli tişörtlerimiz, düğüm kısmı göbek deliğimizin üzerine denk gelen kravatlarımız ve ayağımızda çakma halısaha ayakkabılarımızla okuldan uzaklaşmaya başlarken az ileriki cafede oturan bir grup öğrenci gözümüze çarptı. çocuklara yaklaştıkça bir yerden tanıdık geldiklerini farkettim. tam da düşündüğüm gibiydi, bunlar bizim karşı sınıfın çocuklarıydı. okuldan kaçtığımızı farketmemeleri için çocuklarla göz göze gelmemeye çalışıyordum. sonuçta ertesi gün öğretmenlerden birine ispiyonlayıp hayatımızın kararmasına neden olabilirlerdi.

    karşı sınıfın çocukları: sizin de mi ders boştu?
    bizim çocuklar: evet, son iki ders boştu.
    karşı sınıfın çocukları: şimdi mi çıkıyosunuz olm, biz iki saattir bilardo oynuyoz. şimdi biraz atıştırdık birazdan servise binicez. (gülüşmeler)

    ben bizim çocuklara dönerek, sesim kısık bir şekilde;
    -okuldan kaçtığımızı bilseler yine böyle gülebilirler miydi acaba hehe.

    arkadaşlarımın suratıma manasızca bakmalarına anlam verememiştim. sanırım hâlâ olayın şokundaydılar. bir iki dakikalık sohbetin akabinde tekrar yola koyulmuştuk. dar, sessiz, arnavut kaldırımlı sokaklardan geçerek sonunda istediğimiz yere ulaşmıştık.

    -milenium internet c@fe-

    2000 yılından sonra açılan her internet cafe gibi buranın da adı milenium'du. ama bu diğerlerinden daha milenium'du. monitörleri düz geniş ekran, diğer cafe'lerdeki bilgisayarların işletim sistemi windows 98 iken burada windows xp vardı. tam bir teknoloji harikası.

    artık counter oynamaya hazırdık.

    t'ye basınca duvara sıkılan spreyimi turuncu kuru kafa olarak ayarladım ve her zamanki gibi teröristleri seçerek oyuna başlamıştım. fakat nickimi ayarlamayı unuttuğumu farketmemiştim ta ki sıra arkadaşım fahri bana headshot yapana kadar. benim teröristim yerde kanlar içinde kıvranırken korkuyla beklediğim soru fahri'den geldi:

    -flatse kim amına koyim?

    önce bir müddet cevap veremedim. kafamdan daha büyük kulaklıkla farkedileceğimi bildiğim hâlde başımı olabildiğince aşağıda tutmaya çalışıyordum. nasıl açıklardım bu durumu? nasıl derdim "flatse benim" diye. kakarakukara olsa bir nebze açıklayabilirdim. fucker and fuckara olsa yine öyle. bi şekilde espri olsun diye yazdığımı söyleyebilirdim.

    ama gerçekten de flatse neydi amına koyim?

    bu ismi kim bulmuştu? kim cs*'de nick olarak kullanmıştı? bu cafe'de bizden başka sadece ilkokullu ergenler takılıyordu ama hangi ergen böyle bir ismi kendine nick olarak kullanırdı? o veledi bulmaya ant içmiştim. nickimi değiştirmeden günlerce o cafe'de cs atıyordum. hep aynı bilgisayara oturuyordum ve nickin benim oynamadığım zamanlarda da hiç değişmediğini farkettim. derken yine okul çıkışında gittiğimiz bir gün bilgisayarda bir ilkokullunun oturduğunu gördüm. çocuk gerçekten de tam bir ilkokulluydu. ilkokulluluğunun hakkını veriyordu. gerek yan sandalyeye koyduğu kendinden büyük sırt çantası, gerek oyunu dili dışarıda ve ayakta oynaması, gerek yanındaki çocuğun ekranını kesmeye çalışırken bi taraftan da kafasından düşen kulaklığı tutmasıyla ortaokul ve liselilere adeta taş çıkartıyordu. flatse fikri pekâlâ bu küçük kafalıdan çıkabilirdi. arkasından sessizce yaklaştım, yandaki arkadaşının ekranını kesmeye çalışırken günlerce kendisini aramamın vermiş olduğu hırsla kafasına bi tane patlattım. kulaklığı kafasından çıkıp önündeki çocuğun kafasına düştü. çocuk neye uğradığını şaşırdı. gözleri yaşlı bir şekilde bana döndü. "flatse sen misin?" dedim. "evet" dedi. bi tane daha vurdum. ağlamaya başladı. "neden?" dedim "neden???"

    -neden flatse??!

    meğer ona da başkasından kalmış. kendisi ilkokullu olduğu için yabancı dilde bi kelime sanıp kullanmaya devam etmiş. "bundan sonra kullanmam" dedi. "hayır" dedim.

    -kullanacaksın!! kullanacağız!!! gelecek nesillere flatse'yi anlatacağız. yurdun dört bir yanında yeni flatse'ler yetişecek. onlar da yeni flatse'ler yetiştirecek!

    böyle söylemedim tabi. "la sigtir git bilmediğin şeyleri kullanma bi daha burda hayatımı sktin kaç gündür da vinci'nin şifresi gibi bunu çözmeye çalışıyorum ben it" dedim. ama ne hikmetse ne zaman bi yerde nick kullanmam gerekse "flatse"yi kullandım. istemsiz bir şekilde hayatımın bir parçası oluverdi. ta ki gs sözlük'e üye olana kadar. farkettim ki flatse nickini kullandığımdan beri hayatımda her şey ters gitti. nasıl gitmesin aq. ben de bu tersliğe ancak bir şekilde engel olurum diyerekten flatse'nin tersini nick olarak kullanmaya başladım.

    işte dostlar estalf'in hikayesi budur. biliyorum çok merak ediyordunuz. ufkunuzu iki katına çıkardığım için pişman değilim.

    sevgiyle kalın.
  • 504
    işçi bir babanın ve gurbetçi bir annenin çocuğu olarak her zaman hayatın ne kadar zor ve kıymetli olduğu öğretilerek büyüdüm. özellikle annem, oturmamdan kalkmama, büyüklerimin yanında nasıl davranmam gerektiğine kadar bana adab-ı muaşeret kurallarını bir ders gibi öğretirdi. bu sebeple her zaman saygılı, efendi bir insan oldum. hala da öyle olduğumu söylerler.

    okul hayatı başladığında, ilkokuldan itibaren çok farklı bir dünya gördüm. çünkü o zamana kadar sadece 3 kişiyi tanıyordum. annem, babam ve ablam. topluma karıştıkça yeni yeni şeyler öğreniyor ve bir çok şeye de şaşırıyordum. okul benim için büyük bir eğlenceydi her zaman. insanları uzaktan izlerken çok zevk alıyordum.

    ilkokul ve orta okul bittiğinde artık daha ciddi bir okul hayatımın olacağının farkındaydım. lise, çocukların çocukluktan çıktıkları, ilk ciddi kavgalarının yaşandığı, ilk kez aşık oldukları, okuldan kaçtıkları, kendilerini bir birey olarak hissettikleri bir yerdi sonuçta.

    okul arkadaşlarım her okul çıkışı türlü türlü zibidilikler yaparken ben hiç bir atraksiyona dahil olmadan yaşıyordum. lise hayatım 2000'lerin başlarına denk geliyor ve o zaman internet pek yaygın değildi. sanat, müzik, dergi, kitap tarzı şeylere ulaşabilmek için bayağı çaba sarfetmek gerekiyordu. ailemden gelen öğreti doğrultusunda 15 yaşında sürekli kitap okuyan, pasajları gezen bir tiptim. kadıköy'deki akmar pasajını bilen bilir okul çıkışlarında sürekli oradaydım. kendime kitaplar bakıyorum, bir yandan da müziği heves etmişim gitar falan çalıyorum, ama tabi nerede şimdi ki imkan, youtube'u açıp şarkılar dinleyemiyoruz. jimi hendrix'in voodoo child'ını dinleyebilmek için 2 saat falan dolanıyordum pasaj içerisinde. sonra melodiyi kafama yazıp eve koştura koştura gidip gitarda çalmaya çalışıyordum. okuduğum kitapları satıp karışık cd yaptırıyordum.

    o zamanlarda da akmar pasajı'nın çok kötü bir imajı var. sanırım rockçı, metalci tayfası orada takıldığı için bir ara haberlerde akmar pasajında satanist ayinler yapılıyor, kedi kesiyorlar kanını içiyorlar falan diye haber olmuştu. * tabi yok öyle bişey. neyse ki ailem ileri görüşlü olduğu için benim akmar pasajı'na gidip gelmem onları pek endişelendirmedi.

    ama tabi okuldaki arkadaşlar benim sürekli kadıköy civarında dolaşıp pasaj çevresinde takıldığımı biliyorlar. kendi aralarında "oğlum biliyon mu bu çocuk okuldan sonra sataniklerin takıldıkları yere gidiyomuş hee" diye konuştukları kulağıma geliyor. ama tabi aldırmıyorum. sürekli yanıma gelip "oğlum orda kedi kesiyolarmış takılma sen oraya gitme falan" diyolar. * hem beni düşünürmüş gibi yapıyolar hem de okulda söylenti çıkarıyolar. tabi yalniz değilim okulda benim gibi kadıköy'e takılan bir kaç arkadaşım daha var -ki hala görüşürüz- ama onlara pek yürüyemiyorlar. çünkü onlar benden daha sert çocuklardı. ben ağzımdan küfür çıkmayan bir tiptim. gücü yeten yetene işte.

    o sıralarda da kurtlar vadisi piyasaya yeni çıkmış lisedeki çocukların çoğu kurtlar vadisicilik oynuyor. bizim okulda da bir tayfa var birinin lakabı polat, biri çakır, diğeri memati falan, bu ne lan. * tahmin edersiniz ki okulda dövecek adam arıyor bu tayfa.

    yine tahmin edersiniz ki gözlerine beni kestirmişler. * okul kantininde otururken tepeme dikildiler bunlar, sürekli sıkıştırıyorlar. bu tip ne len bilmem ne falan. her yerimden terler akıyor büyük rezillik çıkacak okulda hissediyorum, kantin kalabalık, sanki herkes etrafımı sarmış gibi hissediyorum. boğuluyorum resmen. dövsünler diyorum hiç problem değil ama o kadar insanın içinde yapmasınlar diyorum bari. ee adamlarla bir şey de konuşulmuyor zaten, dayağı yiyeceğim kaçarı yok. benden nefret eden kadar beni seven arkadaşlarım da vardı neyse ki. şu anda da hala görüştüğüm bir arkadaşım araya girip napıyosunuz lan çocuğun başında, dağılın lan sieeee diye bunları kovunca (muğdat'ın jailson'a yaptığı kafa hareketinin aynısını düşünün), memati'lerin havası söndü tabi.

    ama memati'ler boş durur mu hemen çember oluştururdular, yüksek sesle bize bakarak "abimi ben biri ariyim ya nerdeymiş okul çıkışına bi gelsin" diyorlar insanların duyacağı bir şekilde. bu sefer büyük dayak gelecek diyorum içimden. neyse bunlardan biri sözde abisini arayıp konuşmaları bize duyurmaya çalışıyor.

    - ha abi nerdesin, okul çıkışına gelsene bi mevzu var da. hmm uçakta mısın, trabzon'a mı gidiyosun. neyse döndüğünde hallederiz artık mevzuyu." dedi telefonu kapattı.

    benim kafa da zehir ya, yanımdaki posta koyan arkadaşımdan da gaz almışım zaten. bağıra bağıra "ulan uçakta telefonla mı konuşulur, sen kimi kandırıyosun hıamınaa" diye bişey çıktı benden. bir an kantinde sessizlik oldu, 3 saniye sonra millet yerlerde puhahahahah falan diye. memati'ler de büyük rezil olunca kalabalık dağıldı.

    sonra mezun olana kadar bütün okul bu çocukları gördüğünde kağıttan uçak yapıp "şşt memati abin geliyo lan hahahah" diye dalga geçti. ben yine olayları uzaktan izliyordum tabi. *

    velhasıl kelam, kurtlar vadisi'ni hiç izlemedim. memati nasıl bir karakterdir hiç bilmiyorum. belki de süper kahraman gibi birşeydir bilemiyorum. ama tanıdığım memati'ler gibi olmamanın gururuyla ve bana komik anıları hatırlatmasıyla bu rumuzu seçtim.
  • 595
    çocukken mahallede oynadığımız futbol maçlarında genellikle kaleci olurdum. büyük abilerimiz kaleye geçirirdi hâliyle. genellikle de “mondragon” olurdum kendimce. bir kurtarış yaptığımda “kaleci mondragon” diye de bağırırdım.

    maç bitiminde yol kenarındaki erik ağaçlarına dalardık hep birlikte. vücudumuzdan süzülen ter suyunun açığını komşunun o ekşi eriklerinden damlayan suyla ikâme ederdik. evet, o zamanlar istanbul’da ağaçlı evler vardı. hani şu topa sabri reyiz gibi vurup gittiği yerde takılı kalan topların olduğu bahçe ağaçları. hikayesi bu.
  • 600
    gençliğimde ultraslan avrupa'ya üyeydim ve sultans of europe yazılı atkılarımız vardı. 89 doğumlu olarak galatasaray'ın sultans of europe oluşunu yaşayıp gördüğüm için o ismi çok beğeniyordum. buraya 9 sene önce kayıt olurken de bunu seçtim.

    nick değişikliği imkanım olsa galatasarayshirts ismini seçerdim. sosyal medyada bu nickle yazıyorum genelde. sebebi de ultraslan'a artık pek sempati beslemiyorum ve galatasaray taraftarları arasında forma koleksiyonumla tanınmak isterim. eğer tanışacaksak yani, öyle fenomen hayali falan yok. bilen öyle bilsin anlamında.
  • 66
    1995 yılının sıcak bir yaz günüydü. bir fransız, bir ingiliz, bir amerikalı, temel, fatih terim'li tadelle reklamında oynayan "hey arkadaş" diye çağırılan çocuk, adnan polat ve ben bir uçağa binmiştik. uçak kalkmak üzereydi. adnan polat, temel ve ingiliz ciddi bir şekilde inşaat sektörü hakkında sohbetler ediyor ben, fatih terim'li tadelle reklamındaki "hey arkadaş" diye çağırılan çocuk ve fransız ise tipik erkek muhabbeti olan "lan 5000 $ verseler pilotla akşam yemeğine çıkarmısın"* muhabetinin dibine vuruyorduk. amerikalı ise kendi koltuğunda tek başına o dönem yepisyeni bi icat olan ve o dönemde henüz uçaklarda kullanımı yasaklanmamış olan devasa, hayvani büyüklükteki motorola marka cep telefonuyla uğraşıyordu. hostes hanım yaşanabilecek acil durumlarda ne yapmamız gerektiği hakkında bizlere bilgi verirken adnan polat o full karizma ses tonunu birden yükselterek:
    "temel inşaat sektörü bitmez!" diyiverdi. dinlenmediğinin farkına varan hostes adnan polat'a hitaben:
    "adnan bey lütfen birkaç dakika beni dinlermisiniz?" dedi.
    o an adnan polat ve ben birden hostese baktık. benim de hostese baktığımı gören adnan polat bana:
    "hayırdır evlat, yoksa senin de ismin benimki gibi adnan mı?" dedi.
    ben: "e-evet bayım" diyince adnan polat:
    "benim adım da adnan senin adın da adnan. bundan sonra senin adın ultradnan olsun!" dedi.
    bu esnada hala onu dinlemediğimizi farkeden hostes ağlayarak kokpite gitti. ben görmedim fatih terim'li tadelle reklamında "hey arkadaş" diye çağırılan çocuk görmüş. çünkü ben o esnada adnan polat ile konuşuyordum. işte o günden beri ultradnan rumuzunu kulanır oldum. *
  • 500
    sözlüğe bir ileti yollamıştım. hagi abi sağolsun, 19 temmuz 2018 günü beni aradı. beni sözlüğe yazar yapacağını söyledi ve büyük bir mutluluk yaşadım o anda. ben o esnada sözlükte kayıtlı okur modundaymışım. aslında seçtiğim nick "90'a vurdu" idi.
    sonra hagi abi, "madem spor medyasında yer almak gibi bir hedefin var; o halde bence kendi isminle yazman daha doğru olur. insanlar da seni tanımış olur böylece." dedi.
    gayet mantıklı geldi bana ve "murat ulusan" olarak kendi ismimi almış oldum.
    sözlüğe yazar olmadan önce, entry'leri okurken, eğer uzun bir entry ise önce kimin yazdığına bakar ve "dur bakalım kim yazmış bu entry'yi?" diye düşünürdüm.
    bazen bir başlıktaki entry'leri sırayla okurken, hazırlıksız şekilde kendi entry'me rastlıyorum. kendi ismimi görünce hala biraz garip geliyor. tam alışamadım açıkçası.
    burada yazmak benim için bir rüyaydı yıllar önce.
    şu anda bu rüyanın gerçek olması benim için gerçekten harika bir his.
    burayı çok seviyorum.
    (bkz: burası benim evim)
  • 284
    " isveç mitolojisinde yer edinmiş ruh izdüşümüm demigod " misali cool hikayelere sahip olabileceğim bir nick olmayıp, üni 2. sınıfta (2007) emlakçıya kaptırdığımız depozito sonrası , "lan olm uğraşmayalım sıkıntı olacak eleman başımıza " fikrime istinaden ev arkadaşımın verdiği "lan sen winrara bile para verirsin kodumun salağı" şeklinde cevaptan esinlenilmiştir.

    gurbettesin, kimseyi tanımazsın etmezsin. arkamızda rent a car cı abimiz vardı da biz mi geri yaptık, kime-neye atarlanıyorsun g.t!
  • 601
    1971 yapımı bir yol filmi olan vanishing point'in anti kahramanının ismi kowalski. filmde abd'nin doğu yakasından batısına kısıtlı zamanda bir 1971 model dodge challenger teslim etmesi gerekir kowalski'nin. bunu yapmak için de hız sınırını aşarak araç kullanir çöllerin arasindan geçerken. derken bir polis onu çevirir ve sadece ceza yazması gerekirken faşizan tavrıyla kowalski'ye şiddet uygular. kowalski de buna cevapsiz kalmaz ve iki tokat atip kacak olarak yollara düşer. kısa sürede popüler olur yerel radyo kanallari sayesinde ve olaylar gelisir.
    varoluşçu bir filmdir. kült statüsündedir. kowalski ise en sevdigim pop kültür karakteridir.
    vanishing point, izlemeyenlere kesin tavsiyedir bu arada.
App Store'dan indirin Google Play'den alın