292
lyon’a ilk gittiğimde şehrin kendine güvenen ama abartısız bir havası olduğunu fark etmiştim. ne paris gibi gösterişli, ne marsilya gibi hırçın… lyon tam ortada duruyor: sakin ama güçlü, mütevazı ama derin. futbol da burada aynı anlayışla yaşanıyor.
şehirde dolaşırken ol logosunu bir anda bir fırının camında, bir bisikletçinin formasında, bir köprü ayağındaki küçük bir çıkartmada görüyorsun. lyonlular takımlarını seviyor ama bunu bağırarak değil, sahiplenerek gösteriyorlar. bu şehir futboldan çok anlıyor; fazla konuşmuyorlar ama izlerken doğru yere bakıyorlar.
groupama stadyumu’na doğru giderken şehrin düzenli temposu yavaş yavaş artıyor. lyon tribünü yıllardır tutkulu ama aynı zamanda sabırlı bir taraftar yapısına sahip. yıllarca genç oyuncu yetiştirdiler, yıldızlar çıkardılar, şampiyonluklar gördüler. bu birikim tribünün duruşuna da yansımış: sinirle değil, bilinçle destek var.
maça gittiğimde ilk fark ettiğim şey sakin bir özgüvendi. lyon taraftarı, “biz futbolu biliriz” havasında ama bunu asla kibirle yapmıyor. bir oyuncu doğru pası atınca tribünde küçücük bir memnuniyet mırıldanması olur, genç bir çocuk güzel bir koşu yapınca herkesin gözünde aynı umut belirir. burada futbol, detaylarla yaşayan bir şey.
takımın karakteri de şehre çok benziyor. teknik, planlı, çok keskin olmasa da doğru kararları veren bir yapı. lyon’un o orta hâlli ama kaliteli yaşam biçimini futbol sahasında görmek mümkün. genç oyuncuların gelişmesi, oyun aklının hep sahada olması, zaman zaman sabır gerektiren dakikalar… ol’nin ruhu bu.
benim amatör edebi tarzımla söyleyeyim: lyon’da futbol yüksek sesli bir tutku değil; daha çok iyi hazırlanmış bir yemeğin tadını ağır ağır çıkarmak gibi. ilk lokmada değil, sonrasında hissedersin. şehir gibi takım da sakin görünür ama içi doludur.
lyon’un sokaklarında gezerken hissettiğim o sade zarafet, stadyumda da aynen devam etti. bu yüzden lyon’u anlatmak kolay, çünkü şehir zaten futbolla aynı dili konuşuyor.
şehirde dolaşırken ol logosunu bir anda bir fırının camında, bir bisikletçinin formasında, bir köprü ayağındaki küçük bir çıkartmada görüyorsun. lyonlular takımlarını seviyor ama bunu bağırarak değil, sahiplenerek gösteriyorlar. bu şehir futboldan çok anlıyor; fazla konuşmuyorlar ama izlerken doğru yere bakıyorlar.
groupama stadyumu’na doğru giderken şehrin düzenli temposu yavaş yavaş artıyor. lyon tribünü yıllardır tutkulu ama aynı zamanda sabırlı bir taraftar yapısına sahip. yıllarca genç oyuncu yetiştirdiler, yıldızlar çıkardılar, şampiyonluklar gördüler. bu birikim tribünün duruşuna da yansımış: sinirle değil, bilinçle destek var.
maça gittiğimde ilk fark ettiğim şey sakin bir özgüvendi. lyon taraftarı, “biz futbolu biliriz” havasında ama bunu asla kibirle yapmıyor. bir oyuncu doğru pası atınca tribünde küçücük bir memnuniyet mırıldanması olur, genç bir çocuk güzel bir koşu yapınca herkesin gözünde aynı umut belirir. burada futbol, detaylarla yaşayan bir şey.
takımın karakteri de şehre çok benziyor. teknik, planlı, çok keskin olmasa da doğru kararları veren bir yapı. lyon’un o orta hâlli ama kaliteli yaşam biçimini futbol sahasında görmek mümkün. genç oyuncuların gelişmesi, oyun aklının hep sahada olması, zaman zaman sabır gerektiren dakikalar… ol’nin ruhu bu.
benim amatör edebi tarzımla söyleyeyim: lyon’da futbol yüksek sesli bir tutku değil; daha çok iyi hazırlanmış bir yemeğin tadını ağır ağır çıkarmak gibi. ilk lokmada değil, sonrasında hissedersin. şehir gibi takım da sakin görünür ama içi doludur.
lyon’un sokaklarında gezerken hissettiğim o sade zarafet, stadyumda da aynen devam etti. bu yüzden lyon’u anlatmak kolay, çünkü şehir zaten futbolla aynı dili konuşuyor.

