---
alıntı ---
galatasaray, 21. yüzyıla yine giremedi… pazar gecesi saracoğlu’nda oynanan derbinin ‘tarihi’ olması için tek bir sonuca ihtiyaç vardı: bu statta 1999’dan beri galip gelemeyen galatasaray’ın geceyi üç puanla kapaması ve böylece literatüre geçebilmesi… ama mücadele ev sahibinin 1-0’lık galibiyetiyle biterken sarı-kırmızılıların başkanı duygun yarsuvat’ın ifadesi durumu gayet iyi özetliyordu: “gelenek bozulmadı…”
bu topraklarda futbolun, modern zamanlardaki öncelikli kahramanları hagi, alex gibi isimler olsa da bir alttan alta sahaya sürülen ’yabancı düşmanlığı’, eline ilk fırsatı geçirdiği aşamada kıyıya vuruyor. bunun somut örneğini bu sezon galatasaray’ın kulübesindeki değişimde net bir şekilde hissediyoruz. süper lig’deki serüveni ‘puan cetveli’ bakımından hiç de kötü olmayan cesare prandelli takımdan uzaklaştırılıp görev hamza hamzaoğlu’na verildiğinden bu yana, aslında futbol kalitesinde gözle görülür bir düzelme olmayan ama biraz da şansla kazanılan maçlar sonunda genç teknik direktör son derece abartılı bir biçimde göklere çıkarılmaya başlandı.
mesele aslında basitti; bruma, emre çolak, telles, olcan gibi yetenekli ama bir türlü işlenemeyen (ki bazıları bence ‘halı saha topçusu’ vasıflarından başka özelliklere sahip değil) isimlerin yanı sıra tarık gibi ortalamanın bile altında futbolcularla zaten kim gelirse gelsin mucize yaratması imkânsızdı. takımın elinde uluslar arası ölçüde tek bir yıldız var; o da malumunuz sneijder. burak yılmaz’ın zaman zaman fırsatçılığı, umut bulut’un emekçiliği, melo’nun azmi (ve her daim takımı eksik bırakacak potansiyeli), hamit altıntop’un dirayeti, chedjou’nun yüreği, muslera’nın tecrübesi vs. derken eldeki artılar da böyleydi…
şans bu kez yanında değildi
hamzaoğlu’na biçimler rolün içeriğini ise daha önce mustafa denizli ve fatih terim için çokça söylenegelen, “bizden, futbolcumuzu tanıyor, onun dilinden konuşuyor, oyuncular tarafından çok seviliyor, sayılıyor” gibi motivasyona yönelik tanımlamalar dolduruyordu. lakin hamzaoğlu, söz konusu ustalar kadar elbette ki tecrübe sahibi değildi. ama futbol madem sonuç oyunu, alınan galibiyetler fenerbahçe maçı öncesi camiayı umutlandırmıştı. kadıköy’de gelecek olası bir galibiyet, ‘makus talih’in yenilmesi demekti. ve genç teknik direktör lucescu, hagi, gerets, skibbe, rijkaard, mancini gibi isimlerin gerçekleştiremediğini başararak tarihe geçecekti. lakin pazar geceki maçta gördük ki ortaya konan futbol, birkaç pozisyon (özellikle yasin’inki) hariç trabzonspor’un kadıköy performansından farklı değildi. ve genç teknik direktörün uzun süredir yanında taşıdığı şans, bu kez (mesela 0-0’lık maçtaki bordo-mavililer kadar) yanında değildi ve mücadeleyi hak eden kazandı.
aslında buraya kadar bütün aktardıklarım yaşananların bir tekrarı. benim derdim şu: bu topraklarda hayat aklıselimle ve vicdanla birlikte akmıyor. futbol, hayatın belki de en iyi yansıdığı alanlardan biri olduğu için ‘ayak topu’nda da genellikle benzer ritüeller tekrarlanıyor. biz her alanda iç sularda yüzmeye çok seviyoruz, bu da bilinçaltındaki ‘yabancı düşmanlığı’nı körüklüyor. oysa her alanda kriterler bellidir: iyi ve kötü… yerli ve yabancı değil…
‘kendi oyunu oynarım’ dedi ama…
toparlarsak derbi hamza hamzaoğlu yönetimindeki galatasaray’ı gerçek anlamda test edecek bir mücadeleydi, bu sınav verilemedi. genç teknik direktörün, “ben rakibe bakmam, kendi oyunumu oynarım” sözü de havada kaldı. ya bundan sonrası? galatasaray, bu topraklardaki kurulu düzenin üç ana bileşeninden biridir. ve tecrübesiyle kalan maçlardaki hata oranını en aza indirgeyerek mutlu sona ulaşabilir. yani şampiyon olabilir; ama yazmayı düşündüğü tarihi, bu sezon da yazamadığı gerçeğini aklında tutarak…
küçük bir not: hamzaoğlu için yeni bir fırsat da (yani galatasaray’ın başındayken fenerbahçe’yi yenmek), belki türkiye kupası finalinde gerçekleşir…
---
alıntı ---
uğur vardan