1387
eğer bahsi geçtiği gibi, yönetimin kendisine müdahalesi söz konusu ve kendisinin de bu duruma tepkisiz kaldığı/kalacağı doğruysa, yanlış yapar, kendine eder. yani yanlışı kendine eder babında. neden? şu yönetimin birinin arkasında duracağını düşünüyorsa, yanlış düşünüyor. eğer, biraz olsun gündemi takip ediyor, galatasaray taraftarının yönetime tepkisini görebiliyorsa, yönetime yapacağı restin karşılığı taraftarın onu bağrına basmasıyla son bulacağını da görebilir. futbolculara karşı tutumunda taraftar bölünebilir ama burada yönetimden bahsediyoruz. tabii, bu işin sonrası da var. bu durumda mevcut yönetim onu istemeyeceği gibi, bu yönetim bir şekilde düşürülürse, yeni gelen yönetim dahi kendisini istemeyebilir.
burada bir husus da şu: ideal kulüplerde yönetim ya da başkan, sportif direktör ile teknik direktör, zaman zaman birbirine müdahale edebilir. burada bir yanlış olduğunu düşünüyoruz ama aslında yok. kulüp içinde bir denetim mekanizması olmak zorunda. igor tudor'un galatasaray dönemi iyi geçmiyor -yooo, iyi geçiyor diyenler varsa, buyursun- ve yönetim bu duruma el atmak isteyebilir. hakkı vardır. en azından bana göre olmalıdır. uzlaşı aranabilir. mühim olan, kırmızı çizgileri net olarak belirleyebilmektir.
soru şu: bir yönetim, futbolcular rahatsız diye, antrenmanın düzenine karışmalı mı?
bir diğer soru şu: yönetim, teknik direktörün oyuncu tercihleri ve oyun sistemine karışmalı mı?
bir diğer soru ise şu: eğer karışmalı ise, bu oyuncunun kim olduğu önemli midir? burada yönetime göre oyuncu profillerine de bakmak lazım. mesela, iyi bir transfer parası almak için teknik direktörü bir oyuncuyu oynatmaya zorlamak isteyebilir. gözden çıkarılan bir oyuncunun, teknik direktör oynatmak istese dahi, kadro dışı bırakılmasına veya oynatılamamaya zorlanabilir. veya takım içinde söz sahibi olan, bir otonomluğu bulunan oyuncuların yönetim kanalıyla, teknik direktörü zorlaması görülebilir. yanlışlığı doğruluğu şöyle dursun, bazı durumların doğruluk/yanlışlık eşiği, bazı zamanlarda bazı şartlarda biraz sislidir.
gelelim, tam tersi duruma. yani bir teknik direktörün yönetime karışması durumuna. eğer karışamayacağını düşünüyorsak, o konuda yanlış düşünürüz. tabii güç gerekir. igor tudor bu güce haiz midir? elbette, değildir. ne namı vardı, ne zamanı vardı, ne bu kısa zamanda afisi yetecek kazanımı... ne var ki, fatih terim'in veya şenol güneş'in yönetimde alınan kararlarda söz söylemediği düşünülebilir mi? ya da sir alex'in, ya da wenger'in... bazı bazı futbolcuların bile söz sahibi olduğu oluyor. totti çıksın, ben şu oyuncuyu istemiyorum takımda desin bakalım ne oluyor. messi, birini istemesin, paket edip gönderiyor, evelallah.
yani demek istediğim, bir uzlaşı yolu aramalı. daha doğrusu, aramalıydı. ta geldiği ilk günden bunu yapmalıydı. sneijder'in gönlünü almalı, en azından görüşlerini dikkate aldığını göstermeliydi. bu başka bir oyuncu da olabilir. göz önünde olanı söylüyorum. mesela, riekerink de, muslera'nın görüşünü almamıştı. harbiden, galatasaray'da futbolcuya dayalı düzen üst noktada. ama futbolcuların söz hakkı olmadığı bir takım düşünülebilir mi? bu işin emekçisi onlar. hagi, saha içinde taktik verirdi. kenarda fatih terim ve sonrasında lucescu gibi adamlar olmasına rağmen. al en son, milli takımda fatih terim ile arda turan olayı... neyse...
tabii, ben bunları böyle öttürüyorum ama içeride ne olduğu belirsiz. ikili ilişkiler, diyaloglar nasıldır, haberim yok.
yani, büyük bir takımda, “al bu takımın anahtarı, tüm yetki sende,” denmez. ya da denmemeli. denecekse de o adamın kendini kanıtlamış olması gerekir ki o zaman da bir denetim sağlamalısın. yoksa önünü alamazsın. zaten bir adama “eti senin kemiği benim!” deyip, takımı emanet etmekten dolayı, "kendi kurduğu kadro değil, sene sonunda kendi yaptığı kadroyla görmek lazım," gibi bir söylem sinmiş dilimize. bu söylem yanlıştır demiyorum. doğru, bir teknik direktör oynatacağı sisteme göre oyuncuları kendi seçerse başarılı olma ihtimali artar. gelgelelim, başarılı olamazsa, nanniği yeme ihtimalin de artar. sonra gönder bakalım o oyuncuları ve yeni teknik direktörün kadrosunu kur. bu bir devri daim.
hah, işte yönetimlerin ehil olanları burada ortaya çıkıyor zaten. iyi bir kaleciye ihtiyaç duymayacak bir takım olabilir mi? olmaz. o halde iyi bir kalecin olacak. iyi bir stoper istemeyen teknik direktör olabilir mi? iyi bir orta saha istemeyen takım olabilir mi? iyi bir forvet istemeyen teknik direktör olabilir mi? şimdi diyeceksiniz ki, forvet var, forvet var. profilleri değişik olabilir. zaten kadro mühendisliği iyi yapılmış bir takım, birbirinin aynı adamları kadroya transfer etmez. ben bunu deyince, bazı arkadaşlarım bana sistemin devamlılığından bahsedip durur. yine bazı arkadaşlarım, sistem takımlarında oyuncu profillerinin birbirine benzemesi gerektiğini, bir sakatlık olursa oyuncunun yerini daha kolay doldurulması gerektiğini savunur. bence, böyle takımlar önlemleri kolay takımlardır ve kurulmaları da zordur. teoride tabii. pratikte, iş zorlaşabilir. bu elinizdeki oyuncu grubunun teoriyi pratiğe dökmekte ne kadar başarılı olduğuna bakar. ne diyordum, hah, bence bir takım kurarken, oyuncunun sakatlanması düşünülmez. oyuncunun yokluğunda oynanabilecek yeni bir plan düşünülür. ne demek bu, bir oyuncunun yokluğunda, onun yerine oynayacak oyuncu yerine, oynayacağınız sistemi düşünürsünüz. bu size bir takım avantajlar sağlar. mesela, önlemi zor bir takım olursunuz. üç farklı profilde forvetiniz var diyelim. bu üç farklı oyuncu profiline uygun planlarınız olmalı. bunun size hem maç içinde, hem de sezon genelinde büyük faydası dokunur. geriye dönersek, bugün bir beşiktaş takımı bir ikinci atiba’yı bulabilir mi? biz ikinci bir melo bulabilrdik mi? bir ikinci muslera’yı veya sneijder’i ne zaman bulabileceğiz? mesela başakşehir takımını ele alalım. puan kaybettikleri maçlara bakın. önlemi aslında kolay bir takım. kule santrafor ile oynuyorlar. benim gördüğüm kadarıyla, orta sahayı kitleyip, atılan uzun toplarda kuleyi iyi marke edersen ve oyun kenara açılınca gelen kenar ortalarında vurdurmazsan oyunları sıkışıyor. tabii, teoride. bazı takımlar bunu yapabiliyor, bazı takımlar bunu yapamıyor. mesela biz... neyse...
uzlaşı da burada devreye giriyor. elindeki iyi oyuncuları oynatıp, ihtiyaç dahilindeki transferleri yaptırmak. diyalog da işin burasında, liderlik ve insan ilişkileri de işin burasında.
işi zor. böyle niteliksiz bir yönetim tarafından, kararları tartışılır olmuş, müdahale görüp takımda ıslahat yapması isteniyor. ihtimallerden bahsediyoruz. ki ihtimali bile vahim. bir otelci gelecek, yıllarını verdiğin futbolda sana öneride bulunacak. otelci futboldan anlamaz demiyorum, bizim otelci futboldan anlamıyor diyorum. otelciler sendikası yanlış anlamasın.
biz, oynayan ve oynamayan oyuncular konusunda, igor tudor’un tercihi olduğunu düşünüyoruz ama acaba gerçekten öyle mi? ta en başından, belki biz imitasyon bir bahaneler zincirine vehm etmiştik. ve şimdi, durumlar kötü gitmeye başlayınca, herkes kendini kurtarmaya çalışacak haliyle. tudor’cuğum, bizim bir başkan var, dün “böyle oldu,” dediğine, bugün “yok, ben demedim,” diyebilir. sevgili başkanımız, iyi öğrenmiş. kimden öğrenmiş, bilemiyorum. dün “bunları yapalım, biz senin arkandayız,” diyen, yarın “yok bizim öyle bir tahamülümüz olmadı, bunu niye yaptın?” diye hesap sorup, seni taraftarın önüne atabilir. türkiye, burası. inananlar çıkabilir. ayıp olmasın diye, kör göze çomak sokup, bile bile lades deriz, huyumuz kurusun! işimize öyle gelir.
sene sonunda ne olur bilmiyorum. ama kendisine şunları soruyor mudur acaba? ben bu takıma geldim geleli, bu takıma ne kazandırdım? ne gibi bir katma değerim oldu? çünkü sene sonu gelince aynı soruları biz soracağız. belki sene sonuna kalmadan başlayacak bu sorular.
farkında mıdır, yine bilmiyorum. merhaba, ben bay bilmiyorum. galatasaray, bu sezonu hiçbir derbi ve önemli maçı kazanamadan ve hatta ilk dörde bile giremeden kapatma tehlikesiyle karşı karşıya. selefin riekerink bey, uzay futbolu oynayan(!) bir beşiktaş’a karşı müthiş bir 45 dakika izletmişti bize. senin döneminde ise bok gibi, evet, mübalağasız bok gibi, ehem, bir doksan dakika izleyip doksan dakikada bir kaleyi bulan şutumuz olmadan tamamladığımız günleri de gördük. çok şükür! bundan da kötüsü olamaz. olur mu? olmasın, lütfen. daha kötüsünü hayal bile edemiyorum. yani düşün, beklentilerimiz ne kadar düştü.
“maalesef istifa etmeyeceğiz”den “nasıl oldu ben de anlamadım”lara bir yolculuk bizimkisi.
ilber ortaylı, bir tarih programında, “bu dizideki -the tudors’tan bahsediyor- tudors o tudors değil, değiştirme var,” demişti. müthiş bir ilerigörüşlülük mü? bilemiyorum. belki bir gün, “bu bizim tudorların igor değil mi?” diye sorarız. yine bilemiyorum. tanışmış mıydık? ben bay zaman gösterecek.
şimdi biri çıkıp “biraz inisiyatif al, deyiver bakalım, bu adam iyi mi, kötü mü?” diyecekler olabilir. “bilemiyorum, zaman gösterecek,” derim. ben inisiyatif aldığım iki seferdir yaftalandım. bir daha o toplara biraz zor girerim. muallak olunca, sözleri yuvarlayınca, kararları ikilemde bırakınca, "ama neden karar vermek zorundayım ki ne? bir üçüncü seçenek olarak, bu seçenekleri seçmemeyi seçebilirim," deyince, hı-hı, hem daha bir kuğul görülüyormuşsun. ben bilmiyorum, öyle diyorlar, standart olarak efendi yerine piç adam tercihi yapan dişil arkadaşlarım.
ya biz neden bahsediyorduk, allasen? buraya nasıl geldim, şaşılacak şey. laf lafı açtı, iyi muhabbet oldu yalnız. burası iyi mekanmış, kızla gelinir.