183
bir cümle sahibi cümlesini nerede bitireceğini bilir. ağızdan çıkan her cümle önem arz etmez. kimi cümle çok mühimdir, kimiyse alelade çıkıverir ağızdan. fakat her cümlenin biteceği sözcüğü sahibi seçer. cümleyi isterse uzatır, isterse kısa keser. bazı cümleler o ana anlam verirken , bazıları an’dan anlam kazanır. belki de sınırlı sayıda cümle ile gelmişizdir dünyaya kim bilir. yaşayan her insan kendi cümlelerini bir şekilde kuracak ve bir gün cümleler bitecek ansızın. o an geldiğinde yani söylenecek bir söz , kurulacak cümle kalmadığında bir telaş saracak benliğimizi, kuramadığımız cümleler dolduracak etrafımızı. sonra yardımımıza yerinde kurduğumuz cümleler yetişecek, kurtaracak bizi o henüz kuramadığımız ve kuramayacağımız her cümlenin sessizliğinden. birden bizim kurmadığımız, bizim yerimize kurulan cümleler dökülecek tanıdık ağızlardan ortalığa. bir zaman daha yer bulacak varlığımız ya da var sandığımız o koca boşluk. belki bir akşamüstü çayın yanında kurulacak son yer aldığımız cümle, belki bir sonbahar pazarı ; kahvaltı masasında yer bulacağız kendine adımıza kurulan bir cümlenin içinde son kez.
o perşembe ikindi vakti ihtiyarın son cümlesi belli belirsiz saçıldı ortalığa. duyan oldumu pek önemli değildi. zaten son zamanlarda cümlelerini insanlardan çok ahbablığını ettiği kediler, köpekler ve kargalar duyar olmuştu. hem kimin duyduğunun ne anlamı var ki? artık onun için duyanın öneminden çok cümleleri bitirmekti önemli olan. yeterince hangi sözcüğün önce , hangisinin sonra geleceğini düşünmüş ; duyanın üzerine düşüneceği çok cümleler kurmuş bir ihtiyardı. ilk cümlelerini kurduğuna şahitlik edenler çoktan susmuş , en anlamlı cümlelerini kurduğunda yanında olanlar , ondan çok uzaklara gitmişti artık. fakat cümlelerinde hep onlar vardı. her cümlesinin içinde yer bulurlardı kendilerine. omuzlarında kiminin son kez yer aldığı bir çok cümlenin yükü ile o da o perşembe son cümlesini etti ve kendi sessizliğine çekildi. onun yerine bir kaç karga kendi arasında konuşmaya başladı;
-sen nereden tanıyorsun merhumu?
-ihtiyarı ilk gördüğümde bir pike yapmıştım valide-i cedid’e doğru mihrimah’ın üzerinden , imarethanenin avlusunda güvercinlere yem atmıştı. önce duvarına tünedim viranenin, gördü beni buyurmaz mısın fakir sofrasına? deyince emin olamadım benle konuştuğuna. tekrarladı sözlerini -bir gun ben de uçup gideceğim buralardan tıpkı senin gibi iinşallah- diye de ekledi.
-amma yaptın ha sen de! aha musalladaki onun tabutu değil mi? uçuyor gibi mi duruyor sizce?
bir diğeri dayanamadı
-ulan andaval onların uçması ile bizim ki bir mi? biz uçtuk mu aha bu iki cami arasını geçeriz olmadı doğancılar'a tırmanırız geceleri de karacaahmet'teki servilere tüneriz. bazen canımız sıkılır salacağın üstünden kız kulesi’ne bir bakarız yerinde mi diye. onlar uçtu mu yerin yedi kat üstüne giderler.
-birader sen benle dalga mi geçiyorsun? bunların hepsi toprağın altında değil mi karacaahmet'te? daha birini havada görmedim!
tünedikleri ağacın dalında birbirleri ile didişirlerken baştan aşağı kapkara kargalar sela okunmaya başladı tartışmalarına ara vermek zorunda kaldılar. esnafça hoş karşılanmazlardi. çıkardıkları sesler ve çirkin olduklari yönündeki yaygın inanış; hep insanlarla aralarında görünmez bir duvar olmuştu. bazen bir masalda tilkiye kaptırdıkları peynir ile dalga geçilir , bazen ise onlardan beklenen sadakat duygusunun karşılığını vermedikleri için oyulan bir gözün müsebibi olurlardı. oysa ihtiyarın yalnızlığına arkadaştı çoğu. bazen sabahları kahvaltı arkadaşı, bazen çayın yanındaki simite ortak olurlardı.iihtiyar onları beslemenin karşılığında anılarını anlatır , hasret dolu gönlünü onlara dökerdi.
gökyüzü, gümüş grisi bulutlarla kaplıydı o gün, rüzgar usulca esiyor nice cenaze namazı deneyimlemiş bu avlu giderek kalabalıklaşıyordu. avlunun eski çınar ağaçlarından birine tünemiş olan kargalar ise, alışıldık sessizliklerinin ötesinde ; duymak istenmedikçe işitilemeyecek bir fısıltıyla avludaki kalabalığı tahlil ediyorlardı. her biri gelenleri gözlüyor, ihtiyarın daha önce kendilerine anlattığı insanları tek tek tanıyarak
-şuradaki kızı olmalı. bir gün bana cebinden bir kaç ceviz çıkarıp ikram etmişti o gün bahsetmişti kızından, siyah uzun saçlı güzel yüzlü hafif kilolu. iki de oğlu varmış kızının , bakın yanında iki erkek çocuk var kesin kızı bu! cevizi pek severmiş ihtiyar söylemişti.
bir diğeri dile geldi
-şu da yurt dışındaki oğlu olmalı şuradaki gözlüklü kel , bana simit verirken hep oğlundan bahsederdi yurt dışında yaşadığından en çok sıcak simiti özlermiş, o bile gelmiş onca yoldan!
-evet evet de bir kişiyi göremedim ben siz gördünüz mü?
-kimi yahu?
-yahu iki lafından biri hatçam değil miydi bu ihtiyarın? hanımı nerede?
-gerçekten her sabah avluyu süpürürken bir türkü söylerdi nasıldı dur bakim -denizin dibinde hatçam demirden evler-
dayanamadı diğerleri
-kapa çeneni kerkenez ne berbat sesin var!
-karısını o kadar severdi bunca kişi geldi karısı gelmedi, yazık vallahi ihtiyara!
sohbetlerini ezan kesti , havalanıp gitti onlar ve diğer bütün kuşlar. tabut cenaze arabasına yüklendi göğe yükselen diğerlerinin yanına karacaahmet’teki aile kabristanına defnedildi ihtiyar, karısının yanına.
o perşembe ikindi vakti ihtiyarın son cümlesi belli belirsiz saçıldı ortalığa. duyan oldumu pek önemli değildi. zaten son zamanlarda cümlelerini insanlardan çok ahbablığını ettiği kediler, köpekler ve kargalar duyar olmuştu. hem kimin duyduğunun ne anlamı var ki? artık onun için duyanın öneminden çok cümleleri bitirmekti önemli olan. yeterince hangi sözcüğün önce , hangisinin sonra geleceğini düşünmüş ; duyanın üzerine düşüneceği çok cümleler kurmuş bir ihtiyardı. ilk cümlelerini kurduğuna şahitlik edenler çoktan susmuş , en anlamlı cümlelerini kurduğunda yanında olanlar , ondan çok uzaklara gitmişti artık. fakat cümlelerinde hep onlar vardı. her cümlesinin içinde yer bulurlardı kendilerine. omuzlarında kiminin son kez yer aldığı bir çok cümlenin yükü ile o da o perşembe son cümlesini etti ve kendi sessizliğine çekildi. onun yerine bir kaç karga kendi arasında konuşmaya başladı;
-sen nereden tanıyorsun merhumu?
-ihtiyarı ilk gördüğümde bir pike yapmıştım valide-i cedid’e doğru mihrimah’ın üzerinden , imarethanenin avlusunda güvercinlere yem atmıştı. önce duvarına tünedim viranenin, gördü beni buyurmaz mısın fakir sofrasına? deyince emin olamadım benle konuştuğuna. tekrarladı sözlerini -bir gun ben de uçup gideceğim buralardan tıpkı senin gibi iinşallah- diye de ekledi.
-amma yaptın ha sen de! aha musalladaki onun tabutu değil mi? uçuyor gibi mi duruyor sizce?
bir diğeri dayanamadı
-ulan andaval onların uçması ile bizim ki bir mi? biz uçtuk mu aha bu iki cami arasını geçeriz olmadı doğancılar'a tırmanırız geceleri de karacaahmet'teki servilere tüneriz. bazen canımız sıkılır salacağın üstünden kız kulesi’ne bir bakarız yerinde mi diye. onlar uçtu mu yerin yedi kat üstüne giderler.
-birader sen benle dalga mi geçiyorsun? bunların hepsi toprağın altında değil mi karacaahmet'te? daha birini havada görmedim!
tünedikleri ağacın dalında birbirleri ile didişirlerken baştan aşağı kapkara kargalar sela okunmaya başladı tartışmalarına ara vermek zorunda kaldılar. esnafça hoş karşılanmazlardi. çıkardıkları sesler ve çirkin olduklari yönündeki yaygın inanış; hep insanlarla aralarında görünmez bir duvar olmuştu. bazen bir masalda tilkiye kaptırdıkları peynir ile dalga geçilir , bazen ise onlardan beklenen sadakat duygusunun karşılığını vermedikleri için oyulan bir gözün müsebibi olurlardı. oysa ihtiyarın yalnızlığına arkadaştı çoğu. bazen sabahları kahvaltı arkadaşı, bazen çayın yanındaki simite ortak olurlardı.iihtiyar onları beslemenin karşılığında anılarını anlatır , hasret dolu gönlünü onlara dökerdi.
gökyüzü, gümüş grisi bulutlarla kaplıydı o gün, rüzgar usulca esiyor nice cenaze namazı deneyimlemiş bu avlu giderek kalabalıklaşıyordu. avlunun eski çınar ağaçlarından birine tünemiş olan kargalar ise, alışıldık sessizliklerinin ötesinde ; duymak istenmedikçe işitilemeyecek bir fısıltıyla avludaki kalabalığı tahlil ediyorlardı. her biri gelenleri gözlüyor, ihtiyarın daha önce kendilerine anlattığı insanları tek tek tanıyarak
-şuradaki kızı olmalı. bir gün bana cebinden bir kaç ceviz çıkarıp ikram etmişti o gün bahsetmişti kızından, siyah uzun saçlı güzel yüzlü hafif kilolu. iki de oğlu varmış kızının , bakın yanında iki erkek çocuk var kesin kızı bu! cevizi pek severmiş ihtiyar söylemişti.
bir diğeri dile geldi
-şu da yurt dışındaki oğlu olmalı şuradaki gözlüklü kel , bana simit verirken hep oğlundan bahsederdi yurt dışında yaşadığından en çok sıcak simiti özlermiş, o bile gelmiş onca yoldan!
-evet evet de bir kişiyi göremedim ben siz gördünüz mü?
-kimi yahu?
-yahu iki lafından biri hatçam değil miydi bu ihtiyarın? hanımı nerede?
-gerçekten her sabah avluyu süpürürken bir türkü söylerdi nasıldı dur bakim -denizin dibinde hatçam demirden evler-
dayanamadı diğerleri
-kapa çeneni kerkenez ne berbat sesin var!
-karısını o kadar severdi bunca kişi geldi karısı gelmedi, yazık vallahi ihtiyara!
sohbetlerini ezan kesti , havalanıp gitti onlar ve diğer bütün kuşlar. tabut cenaze arabasına yüklendi göğe yükselen diğerlerinin yanına karacaahmet’teki aile kabristanına defnedildi ihtiyar, karısının yanına.