21568
muhakkak ki tartışılacak hatta tartışılmasında büyük fayda olan -çünkü içinde galatasaray olan, içinden galatasaray geçen bir şeydir bu- isimdir fatih terim. yani fatih terim’in de içinde, içinden geçen galatasaray’dır, evvela bunda anlaşalım, fatih terim içinde galatasaray geçtiği için mevzu bahistir, bahse mevzu olan her şey tıpkı hocanın da içinden geçtiği o en büyük özneden ötürüdür, o yüzden özneden hareketle fatih terim’i tartışacağız. çünkü fatih terim bu öznenin en güzel kelimesidir, özne yaşar, kelimeler ne yaşar ne yaşamaz, ama bu özne bu cümlede kuruldukça yazılmış en güzel kelime fatih terimdir. o yüzden zaman zaman öznenin önüne geçmiştir, hatta zaman zaman da cümlede gizli özne olmuştur. hayal bile edemeyeceğiz, çünkü onun hayalleri kelimelerden bile büyüktür, öznenin bizzat kendisine şahane cümleler kurdurmuştur. evet, hatırlayın bazen yüklem yoktu, fatih terim yine de o cümleyi başarıyla bitirdi. bazen dolaylı bazen de dolaysız her türlü devrik cümleye karşı da bir tümleç buldu. ne zaman ve nerede ve hatta nasıl kurulduğu belli olmayan muhteşem cümlelerin de bizzat gizli öznesi oldu, özneyle bir oldu, eğer bir gün galatasaray tarihi ile ilgili bir kaç iyi cümle edilecekse fatih terim her zaman nokta olacaktır, noktadan sonra değil... elbette her kelime her cümleye cuk diye oturmaz, oturmadığı zamanlar da olmuştur, zaten o zaman fatih hoca çok fazla sandalyede de cümlede de oturmamıştır, kalkmış gitmiştir. bazı gitmeleri ağır koymuştur, yalan yok, bazı gitmeleri hala iç gıcırdatır doğrudur; fakat ne zaman cümlenin bir kenarına mektup gibi bir yazı iliştirsek orasından yanar fatih hoca.. herkesin hem çok sevmesi hem nefret etmesi bu ucu yanık mektuplardandır. fatih hoca bütün kahramanlar gibidir işte, cümlenin bir kenarında öyle dursa, otursa, olmayacak işte, mutlaka, bütün büyük ve unutulmaz iç yangınları gibi giderken de gelirken de çok fena yakar... sevdiğini de.. nefret ettiğini de...
fatih hoca cümlenin tam burasıdır, mektubun yakılmış yeri, unutulmaz yeri, içimizi hem mutlu eden hem de çok yakan, bazen aynı anda ve ateşli, hani her yangına benzinle koşarak gitmesi de bundandır hocanın, hoca size ya büyük sevinçler verir ya da büyük hayal kırıklıkları... sıradan değildir, unutulan şeyler bırakmaz geride, son yirmi beş yılda mektubu döndürüp neresinden okusak fatih hocanın yanık kokusunun burnumuzu titretmesi bundandır... hocayla ya “dağ başını duman almış yürüyelim arkadaşlar” dersin ya da “bu nasıl senin takımın hoca” dersin...
şimdi yine kırılgan yerindeyiz cümlenin.. kokusu kükürtlü yangınlı “hocam bu nasıl senin takımın” kelimeleri dökülüyor ağızlardan. ama mektuptaki tarihlere bakılırsa -ki tarih tekerrür sever ve tekerrürden ziyade anlatmayı sever- hocanın mektuplarda en sevdiği kısımdayız... evet, duyuyorum, haklısınız, mektubu kapatıp ucunu da hiç yakmadan sadece bir çakmak sesiyle çekip gitmişliği de vardır lakin bu mektup bu kez öyle yazılmıyor gibi dostlar. fatih hoca postanedeki senle vedalaşmadan gitmeyecek. nereden biliyorsun dersen, bütün yangınlı kükürtlü ve kahramanı çok yel değirmenli hikayelerde bütün kahramanlar -yani şu ortası olmayan, ya sana büyük mutluluklar veren ya da büyük hayal kırıklıkları yaratan o büyük kahramanlar- mektubu zarfa koymadan, son cümlesini etmeden, hatta bizzat pastaneye gidip adrese teslim etmeden gitmezler. ha sen biliyorum, tabelacı skorcu ve genelde yan komşunun oğlunun mutluluğuna göre hayat dizayn ettiğin için (ki bu yüzden senin yel değirmenlerin ve kahraman hikayelerin ve mektubun ve içinde kelimelerin yok; olsa olsa instagram storilerin var, o akşam orada maçı izliyorduk diye yan komşunun oğluna hava attığın (sen stori attın sanırsın bak şu cümlenin yaptığına!) ama bilir misin gerçekten hikaye sevenler bir gönlü hikayenin olanlar pür dikkat sahaya bakarlar, tam sahaya, tam da sevdiğinin gözlerinin içine bakar gibi, bilir misin, tam da sevdiğinin gözlerinin içine bakmak nedir?) sen de fatih terim’in cümlenin içinde kazanıp kazanmadığına bakacaksın, tabelacılık da taraf olmaktır ama taraftar olmak değildir, çünkü biz (o kadar mıyız ki acaba biz?) postanede olacağız ve mektubun gelmesini bekleyeceğiz. mektubu açıp okuyacağız, çünkü mektup gözlerinin içine bakmaktır, mektup tarih düşmektir, mektup not düşmektir sevdanın bir kenarına, mektup yangındır kükürtlü benzinli, mektup kazanırsın kaybedersin ama sahibi olan öznesi olan hikayesi olan her cümledir..
fatih terim o cümlenin en güzel yazılmış kelimesidir, şimdi okumam deseniz bile, bu mektup bunamış, çekilsin evine, çıkmasın sokağa, uğramasın bir daha postaneye deseniz bile, bir gün teker teker hepinizin (bu ülkedeki her futbolseverin) adresine postalanacak, tarihe not düşülmüş olan ve bu ülkede yazılmış en güzel mektuptur.
ha, illa tabela mı istiyorsunuz, şimdi ne olacak mı diyorsunuz, bu cümlenin sonu nasıl biter mi diyorsunuz, postaneye bu sene de sarı kırmızı bayrağı asar mıyız diyorsunuz, hemen cevaplayayım, zira şimdi mektupla yazsam üç günde buradan çıksa üç günde eline ulaşsa nereden baksan bir hafta eder, sen o kadar bekleyemezsin, fakat on dört sene pastaneden mektup bekledi de bu taraftar bir gün bile postacı üzmedi, bu da tarihinden bir not, okumasını bilirsen yani, yoksa mektup olmuş not olmuş dümdüz yazı olmuş sen okumayacaksan ve kafanı kaldırıp yine tabelaya bakacaksan nafile, yine de diyeyim ama, ne mi olacak; fatih terim bu cümleyi belki bitiremeyecek, noktayı koyamayacak, noktadan sonra başka virgüller atılacak, sen de “bu nasıl takım hoca” diyeceksin, veya da fatih terim bu cümleyi yine en şahane el yazısıyla bitirecek sen de “dağ başını duman almış” diyeceksin, ve noktayla bitecek öznenin en şahane kelimesi. tabelada ne yazarsa o yani, belki alkış belki yuh. bilmiyorum, belki de bunayan senin kelimelerin, hiç böyle düşündün mü?
sen, o postaneden, üstünde tarihi yazılı o şahane mektupları asla silemeyeceksin ama. o kelimeler bir postacı yardımı ile bir gün muhakkak kapını çalacak. okuyacaksın. işte o mektup, o postane, o bakış, o yüzündeki tebessüm hiç değişmeyecek..
fatih terim odur işte.
postanedeki en güzel mektubumuzdur...