2176
geçen yıl, aşağı yukarı bu zamanlar. stajdayım ama ne staj. sabah 6'da kalkıyorum akşam en erken 8'de dönüyorum. oturduğum bir an bile yok. ama kötü olan çok yorulmam değil, gözlemcim ve amirim olan kadının benden nefret etmesi. bir sebepten tiksiniyor benden ilk günden beri. psikolojik savaş gibi. pasif agresif sataşmalar, her fırsatta çocuk azarlar gibi azarlamalar... dayanamayacak gibi oluyorum bazen ama o stajı bitirmem lazım. 4 ay nedir ki? staj sonunda da o kadın bana not verecek. yani işin ucunda 4 ayım çöpe gidebilir. okul uzayabilir. dişimi sıkıyorum ama mutsuzluğun tanımı gibiyim. staj kötü, galatasaray kötü, bütün fabrika da fenerbahçeli... her pazartesi ayrı çile. ben aklımı kaybetmeden bitsin istiyorum staj, futbol sezonu, yıl…
derbinin ertesi günü o kadın laf arasında büyük bir hınçla şöyle diyor bana "nasıl yendik yine blablabla... galatasaray aciz işte. aciz. aynı taraftarı gibi."
aklımdan geçen tek şey ayağa kalkıp "ne dedin sen?" çıkışı yapmak. ama yapamıyorum. staj yanarsa; okul, süper dahice sistemi yüzünden 1 değil 2 dönem uzuyor. annemi babamı düşünüyorum, yapamıyorum. kalakalıyorum öyle. öyle bir nefret hissediyorum ki. ilk defa aciz hissediyorum gerçekten. o gün zayıf tarafımı yakaladığını fark edip her gün galatasaray'dan vurmaya başlıyor bana.
derbiden yaklaşık 1 ay sonra nisan ayında bir cumartesi hastalanıyorum. şaka değil, daha çok çalıştırıyor beni. eve geldiğimde ölmek üzereyim sanki. yemek yiyip yatıyorum. gece 3 gibi bir baş ağrısıyla uyanıyorum. ateşim var mı yok mu bilmiyorum ama başımın ağrısından gözümü açık tutamıyorum. diğer tarafa dönüp uyumaya çalışıyorum. güzel şeyler düşünmeye çalışıyorum… yok, bulamıyorum güzel bir şey. o kadar mutsuzum ki hayal kursam ağlayacak gibi oluyorum. ağrım daha da artıyor. artık zirve yapıyor ki, midem bulanmaya başlıyor. kalkıyorum, ağrı kesici arıyorum evin içinde. her yeri arıyorum, ama yok. derken bir ağrı kesici kutusu görüyorum. atıyorum elimi sallıyorum, tıkır tıkır ses geliyor. tamam diyorum. kimsenin uyumadığı küçük odaya gidiyorum. bir kanepe var odada, gerisi kitaplık. duvarında benim odam olduğu zamanlardan kalma bir "5-1 hatırası" posteri. çöküyorum kanepeye açıyorum ağrı kesicinin kutusunu. içinden antibiyotik çıkıyor. utanmasam, başımın ağrısının daha kötü olacağını bilmesem ağlayacağım.
kalkıp ışığı kapatıyorum, bitik bir halde geri oturuyorum kanepeye. ayaklarımı çekiyorum kendime, başımı soğuk duvara dayıyorum.
bitmiş gibi hissediyorum, daha mutsuz olamazmışım gibi hissediyorum. güzel şeyler düşünemiyorum, umut edemiyorum. gözlerimi karşı duvara dikip, başımı duvara sertçe vurma isteğimle savaşırken poster takılıyor gözüme o karanlıkta. 5-1 hatırası yazıyor en üstte, bizimkiler kupayı kaldırmış, sarı kırmızı konfetiler her yerde. 4. golü atışımız geliyor aklıma.
mayıs 2005
3. golden sonra artık hangi akla hizmetse salondaki koltukta bağdaş kurup oturuyorum.
"artık heyecanlanmam, 2. devreyi de sakin sakin izlerim." diyorum. *
4. gol gelirken bağdaş kurduğumu unutup ayağa fırla komutu veriyor beynim. doğal olarak paldır küldür, yüz üstü düşüyorum, yok yok, bildiğin uçuyorum salonun ortasına. düşerken kafamı yan taraftaki orta sehpahasına çarpıyorum hafifçe. acıyor. 2.80 yatarken göz ucuyla televizyona bakıp gol sevincine ortak oluyorum. acı falan kalmıyor. goooooooooolllllll derken ben yerde, ablam kesinlikle ruh hastası olduğumu düşünüyor.
ekim 2007
resim dersinin saçmalıkları için okula bir duvarımdan indirip galatasaray posteri götürüyorum. kartondan çerçeve yapılacak. ilkokul çocuğu muyuz liseli miyiz belli değil. kartondan çerçeve ne arkadaş eşşşek kadar olmuşuz. sıkıntıyı en aza indirmek için galatasaray'ı dahil ediyorum ben de işin içine. bir elimde poster bir elimde karton, sınıfa yürürken o zamanların platoniği görünüyor karşıdan. hayatımı cehenneme çeviren. sınıflar karşı karşıya. kapıdan girecekken selam veriyor. ne haber nasılsın derken, "o ne bakayım" diyerek alıyor elimden posteri. fenerbahçeli bir de. açıp bakıyor, kendi çapında galatasaray'a laf sokuyor. cevabını yapıştırıyorum. hırs yapıyor galiba. bir adım geriye atıp sınıfına doğru uzanıyor. benim galatasaray posterimi, çoğu fenerbahçeli sınıfının ortasına atıyor. "ne yapı…?" demeye kalmadan sınıfındaki hayvanlar atlıyorlar üstüne paramparça oluyor poster. tiksiniyorum platonikten de, ona karşı çaresiz kalan kendimden de. çok oturuyor içime. o kadar kötü hissediyorum ki kendimi. dönüp arkamı gidiyorum. o gün, ortak arkadaşlarla konuşurken yine yanımıza geliyor. pişman gibi görünüyor ama benim aklım yitip giden en güzel posterimde. bir ara ne hikmetse, bana sesleniyor dönüp bakmıyorum. koluma dokunmak üzere elini kaldırıyor. başımı çevirip elini havada görünce ağzımdan dökülüyor "dokunma bana!". şok oluyor. ondan daha çok ben şok oluyorum. tiksinti dolu buz gibi bir sesle, 1 saniye bile duraklamadan, çıkıverdi aniden. eli havada kalıyor. yüzünde bir şok. ona hep sevgiyle bakmış olmama o kadar alışkın ki, yüzümdeki tiksinti ifadesine bakakalıyor. dönüp gidiyorum. söz konusu galatasaray olduğunda, dışında kalanlar hiç önemli gelmiyor...
temmuz 1995 -?-
dedemle anneannemin evindeyiz. akşam sofrada, dedem benim nasıl akıllı ve uslu bir çocuk olduğumdan, oyuncaklarımı dağıtmadığımdan, şımarık olmadığımdan falan bahsediyor aile konseyine. "ah bir de fenerbahçeli olsaydı, dedesini üzmezdi" diyor en sonunda. bombaya gel. fenerbahçeli dayım ve oğlu başlıyor hemen konuşmaya. fener de fener. babam susuyor. ben de susuyorum. "dedeni üzme, gel fenerbahçeli ol" mesajlı çile bir süre daha devam ediyor. hiçbir şey söyleyemiyorum. iştahım da kesiliyor. dayım birkaç gün kalmış doğum günümde, hediye olarak bisiklet ya da paten almayı vaat ediyor fenerli olursam. en son kuzenim "fenerbahçeli ol hadi. bak dedem de üzülüyor ayıp yeaa. hadi hadi, oldun =)) *" diyor. kafamı iki yana sallıyorum şiddetle. ama "hadi hadi hööreeööörö"ler arasında kabul görmüyor. yemek bitince dedem daha fazla üstüme gelmemeye karar veriyor ki diğer odaya, televizyonun başına gidiyor. herkes kalkıyor sofradan. sofra toplanırken babamla ben kalıyoruz. aklım çok ermiyor işte… şimdi ben fenerli mi oldum? diye düşünüp ağlamaya başlıyorum. babam kucağına alıyor, yanlış anlıyor beni. " fenerli mi olmak istiyorsun " diye soruyor. benim kanı sarı kırmızı akan hasta galatasaraylı babam… ağlamama dayanamıyor işte. "istiyorsan ol" diyor.
nasıl yani? gitti mi şimdi benim galatasaraylılığım? ocak dışı mıyım? çözemiyorum. daha da beter ağlıyorum bu sefer, iç çeke çeke. dayım geliyor sesime.
hönkürüyorum o sırada "ama istemiyorum ki ben fenerli olmak istemiyorum ki".
dayım bozuk, babam gülüyor;
"o zaman olmazsın sen de. hem en büyük cimbom, niye fenerli olacakmışsın sen boşver onları." diyor.
tanıdığım en büyük galatasaraylının yüzüne bakıyorum. gözlerinin içi gülüyor. ben de gülümsüyorum burnumu çekerken. demek ki hala galatasaraylıyım. sanki salgın hastalıktan falan kurtulmuş gibi rahatlıyorum. olmuyorum fenerli.
nisan 2009
arkadaşlarımın yazıp getirdiği yıllık yazıları masamda duruyor. bilgisayara geçirmem lazım. tek tek yazmaya başlıyorum. duygulanıyorum da, güzel yazmış allahsızlar, beni benden iyi tanıyanlar...
"ali sami yen'e ilk adımı seninle atıp, çocuğuna ilk formayı ben alacağım."
"bir tane bile galatasaray maçı izleyemedik ya birlikte, en çok zoruma giden şey bu."
"aklımda hep kocaman kalpli, melek yüzlü acımasız bir galatasaray holiganı olarak kalacaksın."
"...ve galatasaray tutkunu, galatasaray’ın hayatındaki önemini asla unutmayacağım."
"tanıdığım en fanatik galatasaraylı; ..."
"...geçen sene kimi’nin şampiyon olacağından şüphe duyduğumda, bana galatasaray'ın da aynı şeyi yaşadığını, mucizelerin gerçekleştiğini söyledin. ve senin dediğin gibi de bir mucize oldu. bakarsın galatasaray uefa şampiyonu olur, aynı yıl kimi de formula şampiyonu olur, beraber kutlarız..."
mayıs 2006
okulda her yer sarı kırmızı. derste biyolojiciden izin alıp meksika dalgası yapıyoruz. o buz gibi soğuk kadın bile gülümsüyor arada. 29 kişilik sınıfta 21 kişi galatasaraylı. her dersin 20 dakikasını hocalarla futbol muhabbeti yaparak kaynatıyoruz. teneffüslerde herkesin elinde ya bayrak ya forma. benim getirdiğim bayrak sınıf penceremize asıldığından formula hastası arkadaşımın getirdiği ferrari bayrağını pelerin yapıyorum sırtıma.
öğle arasında 3'lü çekiliyor arka bahçede. yakaladığımız* hocaları da aramıza çekiyoruz. halay çekenler, zıplayanlar... öğleden sonraki dersin ortasında müdür yardımcısı giriyor sınıfa, fanatik fenerli.
"hocam izin verirseniz bir duyuru yapıp çıkacağım... gençler tamam anladık. kutladınız. bundan sonra bayrak forma görmeyeceğim. yeter. kızım çıkar o atkıyı. oğlum o bayrağı indir oradan*. üstünüzde okul formanız olacak. tek bir galatasaray formalı görmeyeceğim… bu ne hal yahu tepemize çıktınız sabahtan beri."* kapıyı çarpıp çıkıyor. birkaç saniyelik sessizliğin ardından gülmeye başlıyoruz. öküzün büyüğünü ahırda unuttu. pencereden kocaman bir bayrak sarkıtacağımızı aklına getirmemiş... liseden mezun olana kadar o halinin taklidini yapıyoruz.
şubat 2009
üniversiteye hazırlanıyorum. dershanedeki sınıfım son deneme sınavında fizikten o kadar kötü bir ortalama yapıyor ki, hocayı çıldırtıyoruz. her perşembe akşamı ek dersten sonra ek-ek derse bırakıyor bizi. sıkıysa gitme o derslere… ve bu esnada galatasaray uefa kupasında öyle işler yapıyor ki, içimde acayip bir inanç var. o kadar eksik sakat var takımda, yine de en kötü ihtimalle yarı-final göreceğimizi düşünüyorum ve tek başıma da değilim.
maç günleri yalvarıyoruz "başka zaman yapalım hocam" diye ama dinletemiyoruz. bordeaux’la oynadığımız rövanş maçında çoğunluğu galatasaraylı olan sınıfta kimsenin kafası sınıfta değil. en arka köşeleri kapanlar kulaklıkları kamufle etmiş, radyodan dinliyor. ben de telefona gelen bildirimlerden takip ediyorum. arkadan denetlenemeden kaçmış bir “gool” sesi, aynı anda yarı zıplamamla dizimin sıraya çarpışının gümlemesi. arka sıralara yöneltilen "gol mü lan gool mü" "kim attı" "kaç kaç oldu" soruları… hoca engellemeye çalışsa da herkes dersi bırakıyor. o da bizi zapt edemeyeceğini anlayıp erken bırakıyor. 2. yarıya yetişebilmek için kanatlanıp uçuyorum.
kimse önümüzde duramayacak, biliyorum. hamburg maçına kadar neredeyse her gün
http://www.youtube.com/watch?v=L1_TLTPtPnE bunu izliyorum. ama bazen olmayınca olmuyor işte.
velhasılı eleniyoruz. kahroluyorum. o gece hastalanıyorum. ateşim 39a kadar yükseliyor...
ama ertesi gün bilgisayarı açtığımda, bir zamanlar ezeli rakibimiz olan takımın resmi internet sitesinden yaptığı komikli şakalı espriyi öğreniyorum. "final maçına biletiniz bizden." resmen maçı heyecanla takip edip, derin bir oh çekmişler. keyifleniyorum yine. ama onların kendi kendilerini düşürdükleri duruma değil.
anlıyorum ki adamlar korkmuş. çok, ama çok korkmuş. çünkü onlar da inanmış o kupayı tekrar alacağımıza. ben inanırım, sen inanırsın, taraftar zaten takımına inanır. ama rakibi inanmış, galatasaray bu kupayı yine alırsa diye, kabuslardan kabus beğenmiş. çünkü biliyorlar; galatasaray bunu başarabilecek tek takım.
aralık 2010
eski arkadaşlarla uzun bir zaman sonra bir araya gelme fırsatı buluyoruz.
- pazar günü tekrar buluşalım, sen ankaraya ne zaman dönüyorsun? birlikte şuraya gidelim, şöyle yapalım, - çok özlüyoruz seni aramıyorsun sormuyorsun.
- tamam ya, pazar olu.. olmaz. pazar olmaz. maç var.
- e yuh. biz ne diyoruz o ne diyor ya. fikstürle yaşıyor resmen.
- çocukken de böyleydi bu, sen ne diyorsun. beni de değiştirdi. alışkanlık oldu, saate bakıp 19.05 görünce seviniyorum.
nisan 2011
o küçük odada, ağrı kesici bulamayıp da köşesine sindiğim kanepede, anıların biri diğerini çağırırken*, unutuyorum ağrımı ben. uyuyakalıyorum. galatasaray yine ilacım oluyor, dermanım... en kötü zamanında, tarihinin benim gördüğüm açık ara en kötü sezonunu geçirirken bile, sığınacak liman oluyor bana. düşünecek umutlu ve güzel şeyler bulamayacak kadar mutsuzken bile, karanlık bir odada kendi kendime gülümsememi sağlıyor. acımı, ağrımı, mutsuzluğu unutturuyor.
şimdi o zamandan aşağı yukarı 1 yıl sonra, galatasaray'la alay edebileceğini sananların kimi kümeye düşmüş, kiminin şikesi tescillenmiş... galatasaray sezon boyunca hepsini tokatlamış... ve en kötü zamanında olduğu gibi, en iyi zamanlarında da yine hayatımın merkezinde. ben yine her gün gurur duyuyorum taraftarı olmaktan. ilacım, sığınacak limanım. en güzel anılarımın baş kahramanı... düşünüyorum, ne değiştirebilir ki bunu?
hani "umutsuz yaşanmıyor" demiş ya nazım...
hastalıksa hastalık, tutkuysa tutku olsun; umutsuz galatasaray, galatasaraysız umut yok benim için. galatasaraysız yaşanmıyor.
"nasıl da almış aklımı,
sürmüş, filiz vermiş içimde sevdan,
dost, düşman söz eder kendi kavlince,
kınanmak, yiğit başına.
bu, ne ayıp, ne de yasak,
öylece bir gerçek, kendi halinde,
belki, yaşamama sebep..."
derbinin ertesi günü o kadın laf arasında büyük bir hınçla şöyle diyor bana "nasıl yendik yine blablabla... galatasaray aciz işte. aciz. aynı taraftarı gibi."
aklımdan geçen tek şey ayağa kalkıp "ne dedin sen?" çıkışı yapmak. ama yapamıyorum. staj yanarsa; okul, süper dahice sistemi yüzünden 1 değil 2 dönem uzuyor. annemi babamı düşünüyorum, yapamıyorum. kalakalıyorum öyle. öyle bir nefret hissediyorum ki. ilk defa aciz hissediyorum gerçekten. o gün zayıf tarafımı yakaladığını fark edip her gün galatasaray'dan vurmaya başlıyor bana.
derbiden yaklaşık 1 ay sonra nisan ayında bir cumartesi hastalanıyorum. şaka değil, daha çok çalıştırıyor beni. eve geldiğimde ölmek üzereyim sanki. yemek yiyip yatıyorum. gece 3 gibi bir baş ağrısıyla uyanıyorum. ateşim var mı yok mu bilmiyorum ama başımın ağrısından gözümü açık tutamıyorum. diğer tarafa dönüp uyumaya çalışıyorum. güzel şeyler düşünmeye çalışıyorum… yok, bulamıyorum güzel bir şey. o kadar mutsuzum ki hayal kursam ağlayacak gibi oluyorum. ağrım daha da artıyor. artık zirve yapıyor ki, midem bulanmaya başlıyor. kalkıyorum, ağrı kesici arıyorum evin içinde. her yeri arıyorum, ama yok. derken bir ağrı kesici kutusu görüyorum. atıyorum elimi sallıyorum, tıkır tıkır ses geliyor. tamam diyorum. kimsenin uyumadığı küçük odaya gidiyorum. bir kanepe var odada, gerisi kitaplık. duvarında benim odam olduğu zamanlardan kalma bir "5-1 hatırası" posteri. çöküyorum kanepeye açıyorum ağrı kesicinin kutusunu. içinden antibiyotik çıkıyor. utanmasam, başımın ağrısının daha kötü olacağını bilmesem ağlayacağım.
kalkıp ışığı kapatıyorum, bitik bir halde geri oturuyorum kanepeye. ayaklarımı çekiyorum kendime, başımı soğuk duvara dayıyorum.
bitmiş gibi hissediyorum, daha mutsuz olamazmışım gibi hissediyorum. güzel şeyler düşünemiyorum, umut edemiyorum. gözlerimi karşı duvara dikip, başımı duvara sertçe vurma isteğimle savaşırken poster takılıyor gözüme o karanlıkta. 5-1 hatırası yazıyor en üstte, bizimkiler kupayı kaldırmış, sarı kırmızı konfetiler her yerde. 4. golü atışımız geliyor aklıma.
mayıs 2005
3. golden sonra artık hangi akla hizmetse salondaki koltukta bağdaş kurup oturuyorum.
"artık heyecanlanmam, 2. devreyi de sakin sakin izlerim." diyorum. *
4. gol gelirken bağdaş kurduğumu unutup ayağa fırla komutu veriyor beynim. doğal olarak paldır küldür, yüz üstü düşüyorum, yok yok, bildiğin uçuyorum salonun ortasına. düşerken kafamı yan taraftaki orta sehpahasına çarpıyorum hafifçe. acıyor. 2.80 yatarken göz ucuyla televizyona bakıp gol sevincine ortak oluyorum. acı falan kalmıyor. goooooooooolllllll derken ben yerde, ablam kesinlikle ruh hastası olduğumu düşünüyor.
ekim 2007
resim dersinin saçmalıkları için okula bir duvarımdan indirip galatasaray posteri götürüyorum. kartondan çerçeve yapılacak. ilkokul çocuğu muyuz liseli miyiz belli değil. kartondan çerçeve ne arkadaş eşşşek kadar olmuşuz. sıkıntıyı en aza indirmek için galatasaray'ı dahil ediyorum ben de işin içine. bir elimde poster bir elimde karton, sınıfa yürürken o zamanların platoniği görünüyor karşıdan. hayatımı cehenneme çeviren. sınıflar karşı karşıya. kapıdan girecekken selam veriyor. ne haber nasılsın derken, "o ne bakayım" diyerek alıyor elimden posteri. fenerbahçeli bir de. açıp bakıyor, kendi çapında galatasaray'a laf sokuyor. cevabını yapıştırıyorum. hırs yapıyor galiba. bir adım geriye atıp sınıfına doğru uzanıyor. benim galatasaray posterimi, çoğu fenerbahçeli sınıfının ortasına atıyor. "ne yapı…?" demeye kalmadan sınıfındaki hayvanlar atlıyorlar üstüne paramparça oluyor poster. tiksiniyorum platonikten de, ona karşı çaresiz kalan kendimden de. çok oturuyor içime. o kadar kötü hissediyorum ki kendimi. dönüp arkamı gidiyorum. o gün, ortak arkadaşlarla konuşurken yine yanımıza geliyor. pişman gibi görünüyor ama benim aklım yitip giden en güzel posterimde. bir ara ne hikmetse, bana sesleniyor dönüp bakmıyorum. koluma dokunmak üzere elini kaldırıyor. başımı çevirip elini havada görünce ağzımdan dökülüyor "dokunma bana!". şok oluyor. ondan daha çok ben şok oluyorum. tiksinti dolu buz gibi bir sesle, 1 saniye bile duraklamadan, çıkıverdi aniden. eli havada kalıyor. yüzünde bir şok. ona hep sevgiyle bakmış olmama o kadar alışkın ki, yüzümdeki tiksinti ifadesine bakakalıyor. dönüp gidiyorum. söz konusu galatasaray olduğunda, dışında kalanlar hiç önemli gelmiyor...
temmuz 1995 -?-
dedemle anneannemin evindeyiz. akşam sofrada, dedem benim nasıl akıllı ve uslu bir çocuk olduğumdan, oyuncaklarımı dağıtmadığımdan, şımarık olmadığımdan falan bahsediyor aile konseyine. "ah bir de fenerbahçeli olsaydı, dedesini üzmezdi" diyor en sonunda. bombaya gel. fenerbahçeli dayım ve oğlu başlıyor hemen konuşmaya. fener de fener. babam susuyor. ben de susuyorum. "dedeni üzme, gel fenerbahçeli ol" mesajlı çile bir süre daha devam ediyor. hiçbir şey söyleyemiyorum. iştahım da kesiliyor. dayım birkaç gün kalmış doğum günümde, hediye olarak bisiklet ya da paten almayı vaat ediyor fenerli olursam. en son kuzenim "fenerbahçeli ol hadi. bak dedem de üzülüyor ayıp yeaa. hadi hadi, oldun =)) *" diyor. kafamı iki yana sallıyorum şiddetle. ama "hadi hadi hööreeööörö"ler arasında kabul görmüyor. yemek bitince dedem daha fazla üstüme gelmemeye karar veriyor ki diğer odaya, televizyonun başına gidiyor. herkes kalkıyor sofradan. sofra toplanırken babamla ben kalıyoruz. aklım çok ermiyor işte… şimdi ben fenerli mi oldum? diye düşünüp ağlamaya başlıyorum. babam kucağına alıyor, yanlış anlıyor beni. " fenerli mi olmak istiyorsun " diye soruyor. benim kanı sarı kırmızı akan hasta galatasaraylı babam… ağlamama dayanamıyor işte. "istiyorsan ol" diyor.
nasıl yani? gitti mi şimdi benim galatasaraylılığım? ocak dışı mıyım? çözemiyorum. daha da beter ağlıyorum bu sefer, iç çeke çeke. dayım geliyor sesime.
hönkürüyorum o sırada "ama istemiyorum ki ben fenerli olmak istemiyorum ki".
dayım bozuk, babam gülüyor;
"o zaman olmazsın sen de. hem en büyük cimbom, niye fenerli olacakmışsın sen boşver onları." diyor.
tanıdığım en büyük galatasaraylının yüzüne bakıyorum. gözlerinin içi gülüyor. ben de gülümsüyorum burnumu çekerken. demek ki hala galatasaraylıyım. sanki salgın hastalıktan falan kurtulmuş gibi rahatlıyorum. olmuyorum fenerli.
nisan 2009
arkadaşlarımın yazıp getirdiği yıllık yazıları masamda duruyor. bilgisayara geçirmem lazım. tek tek yazmaya başlıyorum. duygulanıyorum da, güzel yazmış allahsızlar, beni benden iyi tanıyanlar...
"ali sami yen'e ilk adımı seninle atıp, çocuğuna ilk formayı ben alacağım."
"bir tane bile galatasaray maçı izleyemedik ya birlikte, en çok zoruma giden şey bu."
"aklımda hep kocaman kalpli, melek yüzlü acımasız bir galatasaray holiganı olarak kalacaksın."
"...ve galatasaray tutkunu, galatasaray’ın hayatındaki önemini asla unutmayacağım."
"tanıdığım en fanatik galatasaraylı; ..."
"...geçen sene kimi’nin şampiyon olacağından şüphe duyduğumda, bana galatasaray'ın da aynı şeyi yaşadığını, mucizelerin gerçekleştiğini söyledin. ve senin dediğin gibi de bir mucize oldu. bakarsın galatasaray uefa şampiyonu olur, aynı yıl kimi de formula şampiyonu olur, beraber kutlarız..."
mayıs 2006
okulda her yer sarı kırmızı. derste biyolojiciden izin alıp meksika dalgası yapıyoruz. o buz gibi soğuk kadın bile gülümsüyor arada. 29 kişilik sınıfta 21 kişi galatasaraylı. her dersin 20 dakikasını hocalarla futbol muhabbeti yaparak kaynatıyoruz. teneffüslerde herkesin elinde ya bayrak ya forma. benim getirdiğim bayrak sınıf penceremize asıldığından formula hastası arkadaşımın getirdiği ferrari bayrağını pelerin yapıyorum sırtıma.
öğle arasında 3'lü çekiliyor arka bahçede. yakaladığımız* hocaları da aramıza çekiyoruz. halay çekenler, zıplayanlar... öğleden sonraki dersin ortasında müdür yardımcısı giriyor sınıfa, fanatik fenerli.
"hocam izin verirseniz bir duyuru yapıp çıkacağım... gençler tamam anladık. kutladınız. bundan sonra bayrak forma görmeyeceğim. yeter. kızım çıkar o atkıyı. oğlum o bayrağı indir oradan*. üstünüzde okul formanız olacak. tek bir galatasaray formalı görmeyeceğim… bu ne hal yahu tepemize çıktınız sabahtan beri."* kapıyı çarpıp çıkıyor. birkaç saniyelik sessizliğin ardından gülmeye başlıyoruz. öküzün büyüğünü ahırda unuttu. pencereden kocaman bir bayrak sarkıtacağımızı aklına getirmemiş... liseden mezun olana kadar o halinin taklidini yapıyoruz.
şubat 2009
üniversiteye hazırlanıyorum. dershanedeki sınıfım son deneme sınavında fizikten o kadar kötü bir ortalama yapıyor ki, hocayı çıldırtıyoruz. her perşembe akşamı ek dersten sonra ek-ek derse bırakıyor bizi. sıkıysa gitme o derslere… ve bu esnada galatasaray uefa kupasında öyle işler yapıyor ki, içimde acayip bir inanç var. o kadar eksik sakat var takımda, yine de en kötü ihtimalle yarı-final göreceğimizi düşünüyorum ve tek başıma da değilim.
maç günleri yalvarıyoruz "başka zaman yapalım hocam" diye ama dinletemiyoruz. bordeaux’la oynadığımız rövanş maçında çoğunluğu galatasaraylı olan sınıfta kimsenin kafası sınıfta değil. en arka köşeleri kapanlar kulaklıkları kamufle etmiş, radyodan dinliyor. ben de telefona gelen bildirimlerden takip ediyorum. arkadan denetlenemeden kaçmış bir “gool” sesi, aynı anda yarı zıplamamla dizimin sıraya çarpışının gümlemesi. arka sıralara yöneltilen "gol mü lan gool mü" "kim attı" "kaç kaç oldu" soruları… hoca engellemeye çalışsa da herkes dersi bırakıyor. o da bizi zapt edemeyeceğini anlayıp erken bırakıyor. 2. yarıya yetişebilmek için kanatlanıp uçuyorum.
kimse önümüzde duramayacak, biliyorum. hamburg maçına kadar neredeyse her gün
http://www.youtube.com/watch?v=L1_TLTPtPnE bunu izliyorum. ama bazen olmayınca olmuyor işte.
velhasılı eleniyoruz. kahroluyorum. o gece hastalanıyorum. ateşim 39a kadar yükseliyor...
ama ertesi gün bilgisayarı açtığımda, bir zamanlar ezeli rakibimiz olan takımın resmi internet sitesinden yaptığı komikli şakalı espriyi öğreniyorum. "final maçına biletiniz bizden." resmen maçı heyecanla takip edip, derin bir oh çekmişler. keyifleniyorum yine. ama onların kendi kendilerini düşürdükleri duruma değil.
anlıyorum ki adamlar korkmuş. çok, ama çok korkmuş. çünkü onlar da inanmış o kupayı tekrar alacağımıza. ben inanırım, sen inanırsın, taraftar zaten takımına inanır. ama rakibi inanmış, galatasaray bu kupayı yine alırsa diye, kabuslardan kabus beğenmiş. çünkü biliyorlar; galatasaray bunu başarabilecek tek takım.
aralık 2010
eski arkadaşlarla uzun bir zaman sonra bir araya gelme fırsatı buluyoruz.
- pazar günü tekrar buluşalım, sen ankaraya ne zaman dönüyorsun? birlikte şuraya gidelim, şöyle yapalım, - çok özlüyoruz seni aramıyorsun sormuyorsun.
- tamam ya, pazar olu.. olmaz. pazar olmaz. maç var.
- e yuh. biz ne diyoruz o ne diyor ya. fikstürle yaşıyor resmen.
- çocukken de böyleydi bu, sen ne diyorsun. beni de değiştirdi. alışkanlık oldu, saate bakıp 19.05 görünce seviniyorum.
nisan 2011
o küçük odada, ağrı kesici bulamayıp da köşesine sindiğim kanepede, anıların biri diğerini çağırırken*, unutuyorum ağrımı ben. uyuyakalıyorum. galatasaray yine ilacım oluyor, dermanım... en kötü zamanında, tarihinin benim gördüğüm açık ara en kötü sezonunu geçirirken bile, sığınacak liman oluyor bana. düşünecek umutlu ve güzel şeyler bulamayacak kadar mutsuzken bile, karanlık bir odada kendi kendime gülümsememi sağlıyor. acımı, ağrımı, mutsuzluğu unutturuyor.
şimdi o zamandan aşağı yukarı 1 yıl sonra, galatasaray'la alay edebileceğini sananların kimi kümeye düşmüş, kiminin şikesi tescillenmiş... galatasaray sezon boyunca hepsini tokatlamış... ve en kötü zamanında olduğu gibi, en iyi zamanlarında da yine hayatımın merkezinde. ben yine her gün gurur duyuyorum taraftarı olmaktan. ilacım, sığınacak limanım. en güzel anılarımın baş kahramanı... düşünüyorum, ne değiştirebilir ki bunu?
hani "umutsuz yaşanmıyor" demiş ya nazım...
hastalıksa hastalık, tutkuysa tutku olsun; umutsuz galatasaray, galatasaraysız umut yok benim için. galatasaraysız yaşanmıyor.
"nasıl da almış aklımı,
sürmüş, filiz vermiş içimde sevdan,
dost, düşman söz eder kendi kavlince,
kınanmak, yiğit başına.
bu, ne ayıp, ne de yasak,
öylece bir gerçek, kendi halinde,
belki, yaşamama sebep..."