390
insan kimseye anlatamayınca yazmak istiyormuş. en azından 90 senesinde veya daha öncesinde doğan çoğu insanın olduğunu tahmin ettiğim gibi, şimdiki neslin belki tramva diye adlandırdığı ama bizim neslin normali olan baba oğul ilişkisinden ötesi olmadı babamla aramızdaki ilişki. buradan yanlış anlaşılmasın, abimler yemiştir ama ben pek dayak yememişimdir babamdan, çalışkandım, efendiydim yaramazlıklarımız olduysa da gizlemesini bilenlerdendim. ama bir hafta sonu oturup bir aktivite yapmamışızdır, beraber gezmeye gitmemişizdir veya oturup evde iki lafın belini kırmamışızdır. hatta son yıllarda sürekli hatırlattığım şu sıralarda yüzüne en azından bir tebessüm kondurmak adına dokundurduğum, bir iftarda annem olmadan abimlerle beni bir iftara götürmesi vardır ki bu hangisi olduğunu hatırlamadığım bir galatasaray maçının olduğu zamana tekabül eder. olay otobüsle son dakika yetiştiğimiz ve oturduğumuz mantıcıdan hemen birer tabak mantı yiyip maça yetişebilmek adına oraya gitme amacımız olan iftar etkinliklerini yok sayıp apar topar geri dönmemiz üzerinedir. koyu galatasaraylıdır; gençliğinde statta bir gece öncesinde yatangillerden, taraftar kavgalarında karakola düşengillerden. genelde akşam işten geldiğinde veya tatillerde ailesi ile vakit geçirmek yerine arkadaşları ile kahvehanede vakit geçirmeyi tercih etmiştir. ama benim ona sevgim ve saygım hiç değişmedi sözlük. tabi bunlar benim yaş belli bir kemale erdiğinde fark edebildiğim ya da kendime itiraf edebildiğim şeyler. aramızdaki bu mesafe lise, üniversite zamanlarında belki daha da arttı. ona olan sevgim saygımla beraber delikanlılık işin içine girince para istemeye de çekinir olduk, sanki almadan bir halt yiyebilecekmişiz gibi. dolayısıyla işi valide hanım üzerinden, onu da yine istemeyerek de olsa belli ederek ilerlettik;
-paran var mı?
-var anne?
-kaç paran var?
-5...
-...
babam işçiydi. biz dört erkek kardeşiz. eli de her zaman bonkör olmuştur çevresine. allah'ı var istediğimiz hiç bir şeyden de geri çevirmemiştir bizi; bizde olmaz bir şey istemezdik tabi. bize aktarabildiği en büyük şey galatasaray oldu sanırım. ha bu da yanlış anlaşılmasın, hayatımın hiç bir döneminde maddi bir beklentim olmadı babamdan. kardeşlerimin olmuştur, bunu yüzüne de vurmuşlardır ama gerek bu durum sonrası gerek onların diğer kavgaları sonrası ben o yüzü öpen demeyelim de omzuma koyan olmuşumdur, zira babayı öpmek yine çok alışık olduğumuz şeyler değildi. dediğim gibi sözlük, ben ona sevgimi ve saygımı hiç kaybetmedim.
belirli bir yerden sonra o da pişman oldu bu durumdan. belki geç gelen emekliliğinde etkisiyle gelen boşa düşmekle ve yalnızlıkla doğrusunu görüp ailesine döndü. ama hani bir şeye ilk başladığında abartılı bir coşku yaşarsın ya, öyle. her haftayı bir etkinlikle doldurmak isteme, 500 metre aşağısında oturmama ve haftada 3 gün görüşmemize rağmen diğer günlerde telefonla 15 er dakikalık havadan, sudan, çoğunlukla galatasaray'dan sohbetler. o bana fotomaç'tan, spor kanallarından gördüğü haberleri anlatır, ben onu twitter'dan, sözlükten gördüğüm doğrulara ikna ederdim. ama tabi evlenmiştik sözlük, küçük kardeşim hariç hepimizin çekirdek aileleri olmuştu ve babamın bu isteklerinin hepsine yetişemiyorduk. ama gerek eşimin 2 yaşında kaybettiği, hiç hatırlamadığı babası sebebiyle gerekse benim kaybolan yılları bulmuş olmam hasebiyle bu taleplerine yetişmekten de keyif almıyor değildik.
babam işçiydi sözlük. çalışma ortamını pek görmedik ama kazandığı paranın azlığını, verdiği emeğin çokluğunu biliyorduk. emekli olduktan sonra çalıştığı senelerin sebebini de biliyorduk. iki hayali vardı, umreye gitmek ve köye yerleşmek. iş hayatını bitirme kararından sonra umreye gitmek için kenarda kıyıda biriktirdikleri parayla başvurularını yaptık. şubat 2020 de annemle beraber gitmek üzere bütün hazırlıklarını yaptılar. tabi koronayı hesaba katmadılar. bunun üzerine madem bu parayı köydeki evi tadilat etmeye harcayalım diyerek ikinci hayale geçiş yaptılar. iki senede evin bütün eksikliklerini tamamladılar. ikinci hayalini belki de bu sene temelli köye yerleşerek, birincisini de kardeşlerim ile topladığımız parayla bu sene sonunda onları umreye göndererek biz gerçekleştirecektik. hem çok sevdiği oğlundan** torun haberini de almıştı. her şey yolunda gidiyordu sözlük. hem onun hem benim hayatımda...
babam heybetliydi, kiloluydu, 140 kilo adam. baktığında sadece göbek, o da dimdik duran adamlar vardır ya onlardan. bize miras bıraktığı şeylerden birisi de budur, iri kemikler*. şöyle dört kardeş yan yana durunca korkmayacak adam pek bilmiyorum. sonra bu iri heybetli adam bir ayda 4-5 kilo verdi, iştahı kesildi. yakışıklı oldun dalgalarıyla beraber en azından sağlık ocağında bir muayene olma, kan vermeye ikna edebildik. babam pek hastaneye gitmezdi, hatta hiç hastaneye gitmezdi. belki genç yaşta kaybettiği abisi ve babasından, belki de hastanede ameliyat sonrası vefat eden ablasından dolayı. kan sonuçları geldiğinde sağlık ocağındaki doktorun da verdiği gazla "bir şeyim yokmuş ya safra kesesinde kum olabilirmiş." diye geçiştirmeye çalıştı her şeyde olduğu gibi. benim hayatta pek kimseye güvenim yoktur sözlük, araştırmayı da severim her konuda en azından bir şeyler bilmeyi de. kan sonuçları acayip bir korkuyu içime saldı. tanıdıklarla, başka şeylerle hemen bütün tetkiklerin yapılması adına hastaneye yatırdık. akabinde kore'ye gittiğimden dolayı bu iki haftalık sürecin sadece özetleri var bende. ilk önce dalak ve karaciğer arasındaki damar tıkanmış denildi. insan buna sevinir mi? çok sevindim. damar tıkanması çok basit bir şeydi. sonra siroz denildi. çok üzüldüm sözlük. ama asıl üzüntüm arkasına gelen haberle oldu. kanser. epeydir ağlamıyordum sözlük. oturdum belki 15 dakika hüngür hüngür ağladım. tabi sonradan anladık siroz denilen illete daha fazla üzülmemiz gerektiğini. arkasına gelen olmayan işlemler, akıllı ilaçlar. tümör küçülüyordu, kan değerleri düzeliyordu ama bir şeyler ters gidiyordu. iyileşmesi gereken adamın karnında su birikiyordu, aklını kaybediyor gibi oluyordu ki bunun adının daha sonra ensefalopati olduğunu öğreniyorduk. sonuç olarak bugunlere geldiğimizde onkoloji tümörün çok küçüldüğünü ama mevcut kan değerleri ile tedavi yapamayacağını, gastroenteroloji ise sirozun çok ilerlediğini söyledi. bunun hep bir film saçması, dizi abartmasi olduğunu düşünürdüm ama kendimi bu soruyu doktora sorarken buldum; " ne kadar yaşayacak?"... evet sözlük, elimizden hiç bir şey gelmeyen maksimum bir sene. sık sık ensefalopati ataklarınin olacağı, sessiz bir şekilde ölümü bekleyeceğimiz maksimum bir sene.
küçükken sorarlardı ya "anneni mi seviyorsun, babanı mı?" diye. ben o zaman dahi içimden annem demek gelirken babam üzülmesin diye ikisi de derdim. ama bazı şeylerin değeri kaybederken daha çok anlaşılıyor sanırım.
ben babamı çok seviyorum sözlük.
-paran var mı?
-var anne?
-kaç paran var?
-5...
-...
babam işçiydi. biz dört erkek kardeşiz. eli de her zaman bonkör olmuştur çevresine. allah'ı var istediğimiz hiç bir şeyden de geri çevirmemiştir bizi; bizde olmaz bir şey istemezdik tabi. bize aktarabildiği en büyük şey galatasaray oldu sanırım. ha bu da yanlış anlaşılmasın, hayatımın hiç bir döneminde maddi bir beklentim olmadı babamdan. kardeşlerimin olmuştur, bunu yüzüne de vurmuşlardır ama gerek bu durum sonrası gerek onların diğer kavgaları sonrası ben o yüzü öpen demeyelim de omzuma koyan olmuşumdur, zira babayı öpmek yine çok alışık olduğumuz şeyler değildi. dediğim gibi sözlük, ben ona sevgimi ve saygımı hiç kaybetmedim.
belirli bir yerden sonra o da pişman oldu bu durumdan. belki geç gelen emekliliğinde etkisiyle gelen boşa düşmekle ve yalnızlıkla doğrusunu görüp ailesine döndü. ama hani bir şeye ilk başladığında abartılı bir coşku yaşarsın ya, öyle. her haftayı bir etkinlikle doldurmak isteme, 500 metre aşağısında oturmama ve haftada 3 gün görüşmemize rağmen diğer günlerde telefonla 15 er dakikalık havadan, sudan, çoğunlukla galatasaray'dan sohbetler. o bana fotomaç'tan, spor kanallarından gördüğü haberleri anlatır, ben onu twitter'dan, sözlükten gördüğüm doğrulara ikna ederdim. ama tabi evlenmiştik sözlük, küçük kardeşim hariç hepimizin çekirdek aileleri olmuştu ve babamın bu isteklerinin hepsine yetişemiyorduk. ama gerek eşimin 2 yaşında kaybettiği, hiç hatırlamadığı babası sebebiyle gerekse benim kaybolan yılları bulmuş olmam hasebiyle bu taleplerine yetişmekten de keyif almıyor değildik.
babam işçiydi sözlük. çalışma ortamını pek görmedik ama kazandığı paranın azlığını, verdiği emeğin çokluğunu biliyorduk. emekli olduktan sonra çalıştığı senelerin sebebini de biliyorduk. iki hayali vardı, umreye gitmek ve köye yerleşmek. iş hayatını bitirme kararından sonra umreye gitmek için kenarda kıyıda biriktirdikleri parayla başvurularını yaptık. şubat 2020 de annemle beraber gitmek üzere bütün hazırlıklarını yaptılar. tabi koronayı hesaba katmadılar. bunun üzerine madem bu parayı köydeki evi tadilat etmeye harcayalım diyerek ikinci hayale geçiş yaptılar. iki senede evin bütün eksikliklerini tamamladılar. ikinci hayalini belki de bu sene temelli köye yerleşerek, birincisini de kardeşlerim ile topladığımız parayla bu sene sonunda onları umreye göndererek biz gerçekleştirecektik. hem çok sevdiği oğlundan** torun haberini de almıştı. her şey yolunda gidiyordu sözlük. hem onun hem benim hayatımda...
babam heybetliydi, kiloluydu, 140 kilo adam. baktığında sadece göbek, o da dimdik duran adamlar vardır ya onlardan. bize miras bıraktığı şeylerden birisi de budur, iri kemikler*. şöyle dört kardeş yan yana durunca korkmayacak adam pek bilmiyorum. sonra bu iri heybetli adam bir ayda 4-5 kilo verdi, iştahı kesildi. yakışıklı oldun dalgalarıyla beraber en azından sağlık ocağında bir muayene olma, kan vermeye ikna edebildik. babam pek hastaneye gitmezdi, hatta hiç hastaneye gitmezdi. belki genç yaşta kaybettiği abisi ve babasından, belki de hastanede ameliyat sonrası vefat eden ablasından dolayı. kan sonuçları geldiğinde sağlık ocağındaki doktorun da verdiği gazla "bir şeyim yokmuş ya safra kesesinde kum olabilirmiş." diye geçiştirmeye çalıştı her şeyde olduğu gibi. benim hayatta pek kimseye güvenim yoktur sözlük, araştırmayı da severim her konuda en azından bir şeyler bilmeyi de. kan sonuçları acayip bir korkuyu içime saldı. tanıdıklarla, başka şeylerle hemen bütün tetkiklerin yapılması adına hastaneye yatırdık. akabinde kore'ye gittiğimden dolayı bu iki haftalık sürecin sadece özetleri var bende. ilk önce dalak ve karaciğer arasındaki damar tıkanmış denildi. insan buna sevinir mi? çok sevindim. damar tıkanması çok basit bir şeydi. sonra siroz denildi. çok üzüldüm sözlük. ama asıl üzüntüm arkasına gelen haberle oldu. kanser. epeydir ağlamıyordum sözlük. oturdum belki 15 dakika hüngür hüngür ağladım. tabi sonradan anladık siroz denilen illete daha fazla üzülmemiz gerektiğini. arkasına gelen olmayan işlemler, akıllı ilaçlar. tümör küçülüyordu, kan değerleri düzeliyordu ama bir şeyler ters gidiyordu. iyileşmesi gereken adamın karnında su birikiyordu, aklını kaybediyor gibi oluyordu ki bunun adının daha sonra ensefalopati olduğunu öğreniyorduk. sonuç olarak bugunlere geldiğimizde onkoloji tümörün çok küçüldüğünü ama mevcut kan değerleri ile tedavi yapamayacağını, gastroenteroloji ise sirozun çok ilerlediğini söyledi. bunun hep bir film saçması, dizi abartmasi olduğunu düşünürdüm ama kendimi bu soruyu doktora sorarken buldum; " ne kadar yaşayacak?"... evet sözlük, elimizden hiç bir şey gelmeyen maksimum bir sene. sık sık ensefalopati ataklarınin olacağı, sessiz bir şekilde ölümü bekleyeceğimiz maksimum bir sene.
küçükken sorarlardı ya "anneni mi seviyorsun, babanı mı?" diye. ben o zaman dahi içimden annem demek gelirken babam üzülmesin diye ikisi de derdim. ama bazı şeylerin değeri kaybederken daha çok anlaşılıyor sanırım.
ben babamı çok seviyorum sözlük.