316
2.5 yıldır bizimle, çoğu zaman koynumuzda yaşayan kuşumuz öldü bu hafta.
yazının kalanına bir yakınını, belki evladını kaybetmiş olanlardan özür dileyerek başlıyorum. sizin acınız yanında bizimki hiç bir şey, biliyorum ve çok özür diliyorum sizinle aynı kompartmana girmeye çalıştığım için. ama yine de oradayım, çok üzgünüm ve yazıyorum.
2.5 yıl önce eminönü'ndeki köle pazarı gibi dükkanlardan birinden aldık onu. öncesinde başarısız papağan girişimlerimiz olduğu için bu kez muhabbet kuşu sahiplenmeye karar vermiştik. bir kaç dükkan gezdik. artık yabani bir kuş istemediğimiz için ben kendimce bir yöntem denedim: elimi bir kafesin içine sokup karıştırdım, onlarca kuş sağa sola kaçıştı. bizimki mal gibi olduğu yerde kaldı. "bunu istiyorum" dedim.
gösterişsiz, sıradan, ufak bir kuştu. heyecanla alıp eve getirdik. yine önceki kötü deneyimlerimiz ışığında bu kez havalı değil (yeşil bir monk papağanı almıştık, adını musleradan esinlenip nando koymuştum) kolay öğrenebileceği bir isim koyduk: ceku. evi tanısın da dışarı çıkınca sağa sola çarpmasın diye beş gün kafeste tuttuk. açtığımız gün uçtu, omzuma kondu. iki hafta geçmeden, hiçbir alıştırma yaptırmadığımız halde kendi kendine "cekulamaya" başladı. evin içinde "ceku, ceku" diyen bir kuş vardı. akşam işten gelince bizi karşılıyor, nereye gitsek omzumuzdan inmiyordu.
bir kaç ay içinde inanılmayacak derecede fazla ve ayrıntılı konuşmaya başladı. bazı kayıtlar var, kulaklıkla dinleyip çözümlediğimde 30-40 kelime çıkardığını gördüm. inanılmaz uzunlukta cümleler söylüyordu. bulursam editlerim. salgının ilk günlerinde "corona" diyordu. bazen eşimin bazen benim sesimle konuşuyordu. hiç konuşturmaya uğraşmadık. sadece ilgilendik, konuştuk onunla. ne yediysek içindeydi -ki sanırım ölümüne de bu neden oldu. elime bir şey alıp ağzıma götürdüğümü görürse odanın öteki ucundan pike yapıp payını alırdı. aynı meyveyi, aynı çerezi birlikte yerdik. sıkılınca bırakıp tekrar omzuma konardı. dakikalarca kulağımın içine konuşurdu, en çok da buna şaşırırdık, sanki oradan duyduğumuzu biliyor gibi gelir kulağımıza konuşurdu.
çok zarif, çok hafifti. parmağımdayken ağırlığını hissedemediğim bir gün şaka yaptım "ceku oğlum, tadelleden hafifsin sen" diye. sonra merak edip baktım, ancak bir tadelle ağırlığında olduğunu gördüm.
bütün akşamını bizimle geçirir, bazen uyumak için yatak odasına gitmemize izin vermezdi. türlü numaralarla salonda bırakıp kaçmak zorunda kalırdık.
omzumuzdan hiç inmek istemezdi. bir gün eşim seslendi, "gel bak ceku oyun oynamayı öğrendi" diye. eski bir ermeni evinde kalıyoruz, ortasında büyük bir kolon var. eşim kolonun etrafında dönüyor, ceku da omzuna konmak için yakalamaya çalışıyordu. disney çizgi filmlerinden bir sahne gibiydi. eşime bir kez daha aşık oldum, cekuya sevgim bir kat arttı. bu kadar mutlu bir hayatım olduğu için bildiğim bilmediğim tanırlara, şansa, kadere şükrettim.
bu hafta kaybettik. sabah uyurken eşimin çığlığıyla kendime geldim. "çok kötü bir şey oldu" diyordu. ne zaman bunu söylese biri ölmüş olur. kafesinde yerde görmüş, inanmak istememiş. ceku'dan sonra tüm muhabbet kuşu gruplarına abone olup her bilgiyi yuttuğum için hemen anladım. kalp kaynaklı ölümdü. kafesinden çıkardık. eşim avcundaki minnacık kuşu öpüp koklaya koklaya bir ağıt tutturdu. ben sakin kalmak zorundaydım. kaldırdık, bir kutuya koyduk. başında bütün gün ne yapacağını bilmez halde oturduk. öyle lanet bir çağda, öyle lanet bir şehirde yaşıyoruz ki kuşumuzu gömecek bir yer bulamadık. nasıl uygun şekilde vedalaşılır bilemedik. bir geceyi beraber, her zamanki gibi gözümüzün önünde tutarak geçirdik. ertesi gün motora atladık, sokağa çıkma yasağının ortasında yapabileceğimiz tek saygıdeğer şeyi yaptık. cekumuzu boğazın sularına bıraktık.
muhabbet kuşlarıyla ilgili bir belgesel izlemiştik. avustralya'da, sürüler halinde yaşadıklarını, bu yüzden başka canlılara alışkın olup yadırgamadıklarını, taklit yeteneklerinin (herhalde ayna nöronlarının) çok olduğunu öğrenmiştik. bizi de kendi türünden zannettiğini anlamıştık. kuşumuzu o kadar çok seviyorduk ki ben o belgeselden sonra hep acaba avustralya'ya gidip bir sürüye katılmasını sağlayabilir miyiz, daha mutlu olur mu, yaban hayatına alışabilir mi, başına bir şey gelir mi diye düşündüm. ciddi ciddi bunun planını yaptığımız zamanlar oldu. çünkü tek isteğimiz o mutlu kuşun daha mutlu olmasını sağlamaktı.
bu hafta kaybettik. kime, ne diye dert yanacaksın? hayat dehşet dolu, çok daha büyük acılara göğüs germeye çalışarak yaşıyor insanlık. sustuk, evimizde oturduk. konusu açılıp da konuşabilmemiz henüz bu gece oldu. eşim dün gece uyku tutmuyor diye salona gitmişti. biraz ağlamış, sonra bir uyku ilacı içip uyumuş. az önce cekumuzu konuştuk, yine ilacını içip gitti. ben de size bunları yazıyorum. ve biliyorum, dostlar, renktaşlar, hepinizin bundan kat be kat büyük acıları var. biliyorum ve özür de diliyorum.
ama benim kimseye bir zararı olmayan ve sevgiden başka bir şey bilmeyen tadelle kadar kuşum çok erken öldü. kime anlatayım?
dinlediğiniz için teşekkür ederim.
yazının kalanına bir yakınını, belki evladını kaybetmiş olanlardan özür dileyerek başlıyorum. sizin acınız yanında bizimki hiç bir şey, biliyorum ve çok özür diliyorum sizinle aynı kompartmana girmeye çalıştığım için. ama yine de oradayım, çok üzgünüm ve yazıyorum.
2.5 yıl önce eminönü'ndeki köle pazarı gibi dükkanlardan birinden aldık onu. öncesinde başarısız papağan girişimlerimiz olduğu için bu kez muhabbet kuşu sahiplenmeye karar vermiştik. bir kaç dükkan gezdik. artık yabani bir kuş istemediğimiz için ben kendimce bir yöntem denedim: elimi bir kafesin içine sokup karıştırdım, onlarca kuş sağa sola kaçıştı. bizimki mal gibi olduğu yerde kaldı. "bunu istiyorum" dedim.
gösterişsiz, sıradan, ufak bir kuştu. heyecanla alıp eve getirdik. yine önceki kötü deneyimlerimiz ışığında bu kez havalı değil (yeşil bir monk papağanı almıştık, adını musleradan esinlenip nando koymuştum) kolay öğrenebileceği bir isim koyduk: ceku. evi tanısın da dışarı çıkınca sağa sola çarpmasın diye beş gün kafeste tuttuk. açtığımız gün uçtu, omzuma kondu. iki hafta geçmeden, hiçbir alıştırma yaptırmadığımız halde kendi kendine "cekulamaya" başladı. evin içinde "ceku, ceku" diyen bir kuş vardı. akşam işten gelince bizi karşılıyor, nereye gitsek omzumuzdan inmiyordu.
bir kaç ay içinde inanılmayacak derecede fazla ve ayrıntılı konuşmaya başladı. bazı kayıtlar var, kulaklıkla dinleyip çözümlediğimde 30-40 kelime çıkardığını gördüm. inanılmaz uzunlukta cümleler söylüyordu. bulursam editlerim. salgının ilk günlerinde "corona" diyordu. bazen eşimin bazen benim sesimle konuşuyordu. hiç konuşturmaya uğraşmadık. sadece ilgilendik, konuştuk onunla. ne yediysek içindeydi -ki sanırım ölümüne de bu neden oldu. elime bir şey alıp ağzıma götürdüğümü görürse odanın öteki ucundan pike yapıp payını alırdı. aynı meyveyi, aynı çerezi birlikte yerdik. sıkılınca bırakıp tekrar omzuma konardı. dakikalarca kulağımın içine konuşurdu, en çok da buna şaşırırdık, sanki oradan duyduğumuzu biliyor gibi gelir kulağımıza konuşurdu.
çok zarif, çok hafifti. parmağımdayken ağırlığını hissedemediğim bir gün şaka yaptım "ceku oğlum, tadelleden hafifsin sen" diye. sonra merak edip baktım, ancak bir tadelle ağırlığında olduğunu gördüm.
bütün akşamını bizimle geçirir, bazen uyumak için yatak odasına gitmemize izin vermezdi. türlü numaralarla salonda bırakıp kaçmak zorunda kalırdık.
omzumuzdan hiç inmek istemezdi. bir gün eşim seslendi, "gel bak ceku oyun oynamayı öğrendi" diye. eski bir ermeni evinde kalıyoruz, ortasında büyük bir kolon var. eşim kolonun etrafında dönüyor, ceku da omzuna konmak için yakalamaya çalışıyordu. disney çizgi filmlerinden bir sahne gibiydi. eşime bir kez daha aşık oldum, cekuya sevgim bir kat arttı. bu kadar mutlu bir hayatım olduğu için bildiğim bilmediğim tanırlara, şansa, kadere şükrettim.
bu hafta kaybettik. sabah uyurken eşimin çığlığıyla kendime geldim. "çok kötü bir şey oldu" diyordu. ne zaman bunu söylese biri ölmüş olur. kafesinde yerde görmüş, inanmak istememiş. ceku'dan sonra tüm muhabbet kuşu gruplarına abone olup her bilgiyi yuttuğum için hemen anladım. kalp kaynaklı ölümdü. kafesinden çıkardık. eşim avcundaki minnacık kuşu öpüp koklaya koklaya bir ağıt tutturdu. ben sakin kalmak zorundaydım. kaldırdık, bir kutuya koyduk. başında bütün gün ne yapacağını bilmez halde oturduk. öyle lanet bir çağda, öyle lanet bir şehirde yaşıyoruz ki kuşumuzu gömecek bir yer bulamadık. nasıl uygun şekilde vedalaşılır bilemedik. bir geceyi beraber, her zamanki gibi gözümüzün önünde tutarak geçirdik. ertesi gün motora atladık, sokağa çıkma yasağının ortasında yapabileceğimiz tek saygıdeğer şeyi yaptık. cekumuzu boğazın sularına bıraktık.
muhabbet kuşlarıyla ilgili bir belgesel izlemiştik. avustralya'da, sürüler halinde yaşadıklarını, bu yüzden başka canlılara alışkın olup yadırgamadıklarını, taklit yeteneklerinin (herhalde ayna nöronlarının) çok olduğunu öğrenmiştik. bizi de kendi türünden zannettiğini anlamıştık. kuşumuzu o kadar çok seviyorduk ki ben o belgeselden sonra hep acaba avustralya'ya gidip bir sürüye katılmasını sağlayabilir miyiz, daha mutlu olur mu, yaban hayatına alışabilir mi, başına bir şey gelir mi diye düşündüm. ciddi ciddi bunun planını yaptığımız zamanlar oldu. çünkü tek isteğimiz o mutlu kuşun daha mutlu olmasını sağlamaktı.
bu hafta kaybettik. kime, ne diye dert yanacaksın? hayat dehşet dolu, çok daha büyük acılara göğüs germeye çalışarak yaşıyor insanlık. sustuk, evimizde oturduk. konusu açılıp da konuşabilmemiz henüz bu gece oldu. eşim dün gece uyku tutmuyor diye salona gitmişti. biraz ağlamış, sonra bir uyku ilacı içip uyumuş. az önce cekumuzu konuştuk, yine ilacını içip gitti. ben de size bunları yazıyorum. ve biliyorum, dostlar, renktaşlar, hepinizin bundan kat be kat büyük acıları var. biliyorum ve özür de diliyorum.
ama benim kimseye bir zararı olmayan ve sevgiden başka bir şey bilmeyen tadelle kadar kuşum çok erken öldü. kime anlatayım?
dinlediğiniz için teşekkür ederim.