• 43
    türkiye liginin çok üzerinde, katılmış olsak dönemin uefa kupasının favorisi olabilecek, şampiyonlar liginin ise en az başaltı takımı hüviyetini hak eden bir kadro ve oyun alışkanlığı ile uefa süper kupasını alarak başladığımız* ancak sonrasını kupasız kapattığımız buruk sezon. yer yer üstteki yazılarda geçen şeyleri tekrarlayacak olsam da, kendi perspektifimden sezon başını tasvir ederek başlamak istiyorum.

    bizim için rüya gibi geçen 1999-2000 sezonu, lig ve kupa şampiyonu olarak çıktığımız 17 mayıs 2000 galatasaray arsenal maçında uefa kupasını müzemize götürmemizle sona erdi. hemen ardından haziran 2000'de adımızı avrupa'da duyurmamızı sağlayan sistemimizin vizyoneri ve uygulayıcısı hocamız fatih terim ile bu oyun yapısının karakterini oluşturan, rakibe rahat taç bile attırmayan tam saha şok presi en önde başlatan, hücumlarımızda diğer opsiyonlarımıza alan açan hazırlayıcılık yapan, fena olmayan bitiriciliğiyle de gol yükümüzü çeken (yaşça) büyük hakan sonradan anladığımız kadarıyla yönetimin zincirleme hataları sonucu takımdan gönderildi. yeni sezon için forvete avrupa gol kralı fc porto'lu mario jardel ve türkiye gol kralı samsunsporlu serkan aykut, o dönem için oldukça büyük paralara (biri 16 diğeri ise 8.5 milyon dolar olarak hatırlıyorum) görünen o ki takımın ihtiyaçları gözetilmeksizin ezbere transfer edildi.

    takımın başına ise mircea lucescu getiridi. lucescu hoca'nın o dönem en çok ön plana çıkan özelliği gittiği kulüplerde kendisine emanet edilen takımın durumuna göre en uygun planı uygulamaya çalışarak sonuç alabilmesiydi. favori takımı şampiyon yapar, underdog takımı ilk 10'larda gezdirir, ne uzatır ne de kısaltır şeklinde tanımlanabilecek bir cv'si vardı. henüz kendi kurduğu sistemle camiasına ilkleri yaşatacağı şahtar donetsk günleri başlamamıştı. fatih terim gibi kabuğunu kırmak, imkânsızı başarmak için yanıp tutuşan; takıma da bu ruhu aşılamak için kendini adeta parçalayan bir profilden sonra bu tercih elbette ki eleştirilmişti. galatasaray için artık tek eksik kupa şampiyonlar ligiydi. tanıyanlar lucescu'nun galatasaray'ı türk futbolu için imkânsız görülen başarılara taşıyan elementleri ayakta tutarak bir ileri aşamaya geçebileceğine inanmıyor, takımın özellikle geçen yılın* çözüm pratiklerini tekrar ederek başarılarını devam ettiremeyeceğini düşünüyorlardı. futboldan anlamayanlar ise bugün olduğu gibi fatih hocanın takımı özel olarak "motive"(!) ettiğini, "gaz"(?) verdiğini ve hagi'yi iyi yöneterek bizi başarılı kıldığını savunuyorlar, lucescu'yla birlikte aslında bir numaramız olmadığının ortaya çıkacağını düşünüyorlardı. kupa finali öncesinde bayern münih 100. yıl kutlamaları turnuvası kapsamında oynanan 4 ağustos 2000 bayern münih galatasaray maçı ve "fırsat bulsa oturma organıyla bile atar" denilen jardel'in daha ilk günden bunu ispatladığı 5 ağustos 2000 galatasaray real madrid maçı da ara ara olumlu işler yapsak da bizim açımızdan pek ışık vermemişti doğrusu.

    uefa süper kupası finaline çıkarken rakip yirminci yüzyılın en büyük devi real madrid'di ve ilginçtir ki müzelerinde henüz bu kupa yoktu. oldukça motiveydiler. o şartlarda galatasarayımızın yenilmesi sürpriz olmazdı. terazi aleyhimize dönüktü. ama galatasaraylılar için son düdük çalana kadar mağlubiyet ihtimalini düşünme alışkanlığı yoktu. takımımız özellikle orta saha-forvet bağlantılarında bazı kopukluklar yaşasa da şüphe etmeyenleri utandırmadı. hücumda hızlı aksiyonları su içer gibi uygulayan opsiyonlarımızın katkısıyla ve şansımızın da açık olmasıyla altın golle kupayı kazanmayı başardı. bu zafer bize lige başlarken "2 avrupa kupalı takım" apoletiyle birlikte mutlak favori kimliğini de perçinleyerek rakiplerin umutlarını biraz daha azalttı. bu arada iki rakibimiz beşiktaş ve fenerbahçe, bizim başarılarımızın gölgesinde ciddi yeniden yapılanma süreçlerine girmiş ve önemli transferler yapmıştı. fakat lig rakiplerimizin istediği gibi başlamadı. türkiye ligine kendimizi zorlamadan 3'te 3 yaparak (biri jardel'in 5 golle çılgın attığı 7-0'lık erzurum maçı) giriş yaptık. oyun disiplinimiz yönünden tehlike çanları iç sahada yaşadığımız samsunspor mağlubiyeti* ile duyulmaya başlasa da bu yenilgi, takımımızda önemli bir süre teknik ekipte görev almış dönemin samsunspor teknik patronu bülent ünder'in zayıf yönlerimizi iyi bilmesine bağlandı.

    ancak 12 eylül 2000 galatasaray monaco maçı öncesi ise üzerimizde oldukça prematüre bir "olmuşluk" tavrı gözlemlememek epey zordu. çok güçlü olmasa da avrupa tecrübesi olan köklü takımlardan oluşan bir şampiyonlar ligi grubunun (glasgow rangers, sturm graz, as monaco) ilk maçına çıkarken henüz şampiyonlar ligine galibiyetle başlamışlığımız yoktu. şanlı tarihimizin en önemli sayfalarını daha yeni yazmaya başlıyorduk oysa, kimliğimizi yeni oluşturuyorduk. rüştümüzü ispatlayıp adımızı en büyükler arasına yazdırmamıza daha birkaç avrupa kupası uzaktaydık. oysaki görüntü hiç öyle değildi. tribündeki atmosferden star'da maçı anlatan spikerin* ses tonuna, ısınmaya çıkan oyuncularımıza kadar galibiyetten fazlasıyla emin bir tavır vardı. bu özgüven elbette ki kaynağını yerel rakiplerimize mukabil somut başarılarımızdan alıyordu. ve bu başarıların ehemmiyeti de şüphesiz mağlup ettiğimiz takımların bizden dönem itibariyle daha prestijli, büyük kulüpler olmasıydı. şimdi ise bir başka underdog takımı biz küçük görüyorduk. beklenildiği gibi etkili başladığımız ve biri hagi'nin monaco'ya attığı gol olarak fenomenleşen, sol çaprazdan yaklaşık 35 metreden atılmış müthiş gol olmak üzere 2-0 da öne geçtiğimiz karşılaşmada takım maalesef 2-0'dan sonra her topun değerini bilen, rakibi bir an bile rahat bırakmayan tavrını terk etti ve ikinci yarıda rakibe yakalandı. maçı 2-2'den sonra kendimize bir nebze gelmemizle kazanarak şampiyonlar ligi'ne galibiyetle başlamayı ilk kez başarmış olduk. sonunda avrupa kupalarındaki rekor yenilmezlik serimizi sonlandıran hagi'siz çıktığımız meşhur saha daraltmalı, reha muhtar'ın gaz çıkartmalı 20 eylül 2000 sturm graz galatasaray maçında yediğimiz sağlam tokat, pabuçun pahalı olduğunu, futbolda her takımın durdurulup mağlup edilebileceği, buna bizim de dahil olduğumuzu hatırlatmış, camiamızın bu salak illüzyondan belki de kısmen uyanmasına vesile olmuştu.

    sezonun ilk devresinde şampiyonlar ligindeki zorlu mücadelelerin dönüşünde özellikle bazı iç saha maçlarında sorunlar ve mağlubiyetler yaşasak da iki ileri bir geri tempomuz bile ilk 17 haftayı averajla lider bitirmemize ve şampiyonlar ligi ilk gruplarından kolay olmasa da çıkmamıza yetmişti. üç kupada da iddiamız sürüyordu (sonra kupa yarı finalinde fenerbahçe'ye 4-4 biten maçta penaltılarla elendik*). yalnız iki önemli dezavantajımız vardı. biri bıçak sırtı kaybettiğimiz 21 ekim 2000 beşiktaş galatasaray maçında taffarel'in pascal nouma'nın gol vuruşu sırasında kendini sakınmayarak omzunu yırtması ve uzun süre oynayamayacak olmasıydı. ikamesi altyapımızın 80-81 jenerasyonunun önemli isimlerinden kerem inan, yetenekli gibi gözüken fakat çok tecrübesiz olduğu gibi en hafif tabirle mental olarak henüz yeterli seviyeye gelmemiş ham bir kaleciydi. diğeri ve belki daha önemlisi ise takımın yıpranmışlığıydı. 1996-2000 sezonları arasında tüm takım (özellikle küçük hakan, suat, okan ve emre) hagi'nin yerine de koşuyor, zaten yüksek olan oyun temposunda herkes fazladan yük paylaşıyordu. hakan->jardel değişikliğiyle birlikte geçen yılların alışkanlıklarını sürdürebilmek için bu sefer hem fiziken daha da geriye gitmiş hagi hem de top rakipteyken eli belinde ofsaytta mangal yapan jardel yerine koşmak gerekiyor, ideal 14'ümüz haftada 2-3 maçı kaldıramaz hâle geliyordu. avrupa'daki ilerleyişin yerel ligde sorunlara yol açacağı artık bir sır değildi. bu nedenle ikinci yarıya girilirken artık lucescu duruma müdahale etmiş, bizi başarılara götüren genetiğimize işlemiş oyuna kontrast olsa da kendi çözümlerini takıma aşılamaya başlamıştı.

    ikinci yarının başında ligde yine ilk devreye benzer, kapasitemizin altında bir tempoda giderken gücümüzü ağırlıkla avrupa'ya veriyor, ikinci grup aşamasında takımımız psg, milan ve deportivo la coruña'nın olduğu çetin gruptan son maçı beklemeksizin 10 puanla çıkarak inanılmazı başarıyordu. nisan ayına girilirken şampiyonlar liginde çeyrek finalist olarak devam ediyor, ligde ise rakiplerin de tam dikiş tutturamamasıyla iddialı pozisyonumuzu koruyorduk. 3 nisan 2001 galatasaray real madrid maçında muhteşem bir geri dönüşle pek avantajlı skor olmasa da rakipler adına korkutucu bir galibiyet almıştık. ancak bu galibiyetten hemen sonrasında ligde liderlik için çıkılan yozgat deplasmanından* acemice 4 gol yiyip dönerek, real madrid rövanşında* da deplasmanda hiçbir varlık gösteremeden, rakip takım oyuncularımızdan ve oyun şablonumuzdan ölesiye korkmasına rağmen (maç 1-0'dan sonra tek topla oynandı, oyun durunca normalde yapılan seri top sirkülasyonunu engelledi madrid ekibi oyunu soğutabilmek için) onları 1 dakika bile tehdit edemeden ilk yarıda 3 gol birden yiyip elenerek sezonun en önemli kırılma anlarında momentumu yitirmiş olduk. böylece bir yandan ligde rakibimizin direnci ve şampiyonluk inancı artmış, avrupa'da ise bugün dünyadan büyük hayaller olarak tabir ettiğimiz kupayı müzemize götürmek için 1988-89 sezonundan sonra yakaladığımız ikinci fırsatı kaçırmış olduk.

    tam da o dönemde ligdeki görüntü şöyleydi. beşiktaş avrupa dönemecinde deplasmanlarda 4-5-6 yiyerek epey yıprsansa da bir süreliğine toplarlamış, ancak tipik mart ayı beşiktaş saçmalama mevsimine yakalanarak iddiasız kalmıştı. yarışta fenerbahçe ve gaziantepspor ile biz kalmıştık. mustafa denizli'nin fenerbahçe'si net mesaj verebilen güçlü bir oyun kimliğine sahip değildi. kabaca milan rapaiç-haim revivo ikilisinin yeteneği, hücum hareketliliği ve zekâsı ile kennet "beleşçi" andersson'un üstün koku alma becerisiyle gol kovalıyor; koşmaktan kafası çalışmayan nikola lazetiç-samuel johnson ikilisinin orta saha direnciyle ayakta kalıyor; ogün temizkanoğlu-uche stoperleriyle de defansif avantaj sağlamaya çalışıyordu. kısaca bizim aksimize yeni kurulmuş olmalarının da etkisiyle oyuncu merkezli bir anlayışla devam ediyorlardı. ama iyi bir iskelet kurmuşlardı ve sezon sonunda 17'de 17 istatistiğini getirecek bir iç saha performansına yetecekti. ancak tek kulvarda savaşmalarına rağmen deplasmanda olur olmaz yenilgiler alıyor, şampiyon takım gibi oynayamıyorlardı. öte yandan ağırlığı hepten kupa 1'i kazanma hırsıyla avrupa'ya vermiş galatasaray'ın tökezlemesiyle ligde olumsuz olmayan bir pozisyon tutmalarına karşın galatasaray'a karşı hissettikleri öğrenilmiş çaresizliği içi boş sloganlarla görmezden gelmeye, şampiyonluğa motive olmaya çalışıyorlardı (tanıdık geldi değil mi?). gaziantepspor ise iyi oynamaya çalışsa da bizden şampiyonluk çalacak kapasitede değildi ve puan kaybetme kredisi yoktu. iki rakiple de deplasmanda oynayacaktık. onları yendiğimiz takdirde önümüz tamamen açıktı. ben her şeye rağmen avrupa'dan elenmemizle lige ağırlık vererek mutlak şampiyon olacağımıza inanıyordum, böyle düşünenlerin sayısı taraflı tarafsız az değildi. zaten rakibin de kötü gittiği döneme denk gelen yozgat maçı sonrası durumu toparlamış, 6 mayıs 2001 fenerbahçe galatasaray maçına gelirken yarışı 3 puan önde lider götürüyorduk. ancak ne yazık ki son 4 maçta 3 yenilgi alarak ritm ve moralini büyük oranda kaybetmiş, hiçbir şey oynamayan rakibe mağlup olarak bu avantajımızı yitirdik. bir hafta sonra da sanki kazanmayı istemiyor gibi oynadığımız 13 mayıs 2001 galatasaray ankaragücü maçıyla birlikte de geriye düşerek fiilen sezonu kaybetmiş olduk. son haftaya girilirken teorik bir şansımız vardı ama zaten gerçekleşmesi çok zordu. hem puan hem averaj hesabı devreye giriyordu. sonuçta yanılmıyorsam galatasarayımızın son 40 yılda, namağlup bitirmesine rağmen averajla ikinci olduğu 1985-86 sezonundan sonra şampiyonluğa bu kadar yakınken, ellerinin arasındayken kaybettiği tek sezon oldu. şahsım adına son anda kaybetmesek de daha acı hissettiren 1994-95 sezonundan sonra ilk, ve yine büyük bir hayalkırıklığı olmuştur.

    bir diğer önemli nokta, sezonun son maçı olan ve 4-0 kazandığımız 26 mayıs 2001 galatasaray trabzonspor maçı, aynı zamanda hagi'nin takımımızdaki son maçıydı. periyot periyot dinlenerek oynama lüksü olduğundan maçlardan zevk alıyordu ama kendi ifadesine göre her gün antrenman yapmak kendisine çok ağır gelmeye başladığı için emeklilik kararı almıştı. dakika 35-40 arası fenerbahçe mağlup duruma düşüp biz de 2-0 öne geçince hafif bir şampiyonluk umudu doğar gibi olmuş; fakat fenerbahçe sonrasında hata yapmayarak galibiyeti ve şampiyonluğu koparmıştı. maç sonu hagi onore edilerek omuzlarda uğurlanmıştı. stattakiler belki de şampiyonluğu kaybetmemize mi hagi'nin gitmesine mi üzüleceğini düşünürken, sezon başındaki o garip ruhsuzluğa benzer bir atmosferde sessiz sedasız sezonu kapatmıştık. fenerbahçe kendisi açısından kazanılması oldukça zor değerli bir şampiyonluk elde etmiş, fakat galatasarayımız acısını 2005-2006 sezonunda fazlasıyla çıkarmıştır.

    bu sezonla ilgili ilk yarısı 0-3, maç sonucu 4-3 olan, rakibimizin attığı gollerin biraz şüpheli göründüğü fakat somut bir şey bulunamayan 21 nisan 2001 fenerbahçe gaziantepspor maçı da bizim haricimizde gelişip şampiyonu belirleyici olanlar arasında en önemli ve dramatik maç olarak kayıtlara geçmiştir. bu maç yukarıda bahsettiğim, fenerbahçe'nin 4 maçta 3 mağlubiyet aldığı periyottaki tek galibiyetidir ayrıca.
App Store'dan indirin Google Play'den alın