232
yaş 12-13 falan. hasan şaş'ın brezilya'ya gol atıp da sevinmeyerek dünya piyasasında prim yaptığı yaz. saçma sapan bir sınav vardı okulda. kazara sağını solunu kurcalarken burda da bişey varmış diye pipini keşfettiğin dönemler. tam o günlerde yanımda yakınımda o vardı. zaten ben de konuyu tam anlayamadığımdan hiç bahsetmedim ona. o da hiç bilmedi. babasıyla yıllar sonra tesadüfen bir süre aynı yerde bulunduk ettik, beni çok sevdi. hayat... şimdi evli ve mutlu, bir de kendine benzeyen çocuğu var...
31 ekim 2003 beşiktaş galatasaray maçından bir hafta öncesi falan. aynı sınıftaydık zaten, e kurcalaya kurcalaya anlamıştık yavaştan ne işe yaradığını, daha doğrusu o yaşların heyecanları falan anladık sanmıştık. bir mesaj gecenin bir körü, hayattaki ilk reddediliş. önlü arkalı sıralarda geçen aylar, yıllar. hayat bilgisi dizisinde milletin sevgilisine çıkmak için kağıtları değiş tokuş ettiği ama süzmenin kendi kendini çektiği için aslında geçersiz olan kuranın çekildiği yılbaşı. kurada adını çektikten sonra elde kağıt kalakaldım, hediye alıp verme günü gelince şok iki katına çıktı, benim adımın yazılı olduğu kağıt da ondaymış zira. hediye aldık verdik, bir de dans ettik. en yakın maceramız da buydu zaten. kim bilir nerdedir şimdi o üzerinde galatasaray arması olan kolyeyle rengarenk atkı-bere... geçip gittikten yıllar sonra bir yaz günü, alakasız bir düğün mekanı, damadın davetiyle gidilen bir düğündü o hikayenin final sahnesi...
yeterince üzüldük herhalde derken, arabeskten sıkılmışken falan yeni umutlara yelken mi açıyorduk. bir pazartesi sabahı yanına giderken koluma giren başka bir kol. yoldan çevirip abuk sabuk bir soru sordu. bazı şeyleri anlarsın da anlamazdan gelmek zorunda kalırsın ya öyle bir andı.. ilişki durumu hanesi single'dan maluma doğru dönüyorken hayata dair pek bir algı yoktu. 2 gün sonrası 11 mayıs 2005 galatasaray fenerbahçe maçı, 5 değil 25 atsak da sevinmezdim muhtemelen... ertesi gün okulda herkes coşar eğlenirken ben yine ölü gibiyim... 22 mayıs 2005 fenerbahçe galatasaray maçı bir pazar günü ama cümbür cemaat bir yerlerdeyiz. önceki gece bişeyler olmuş, ben de yanından ayrılmıyorum fırsatçı bir yavşak olarak... o gün şampiyonluk gidiyor, yine pek algılayamıyorum... onlar bir dargın bir barışık giderken yıllar geçti... bu hikayenin tamamında yer alan ve alacak karakterler arasında sonu bana en benzeyen belki de... o da beşiktaşlıydı zaten, tromso maçından sonra teselli edip edip dalga geçmelerini hatırlıyorum mesela... kariyerimin ilk uzun yazılarından birini de ona yazmıştım mesela...
uni şşhh şşhh şşhh zamanları geliyor sonra. bilinmedik bir şehirde bilinmedik maceralar yaşarken kısa bir dönem. malum şehri bilenler 515'in istikametini bilir. birkaç kısa muhabbet, ima eder etmez tüm hatları kesti. meşhur engellenmiş profil görüntüsü var ya, daha emekleme zamanlarında tanışıyoruz... zaten bu iki hikaye birbiriyle iç içe bazen... unilere sarılarak geçiriyoruz bu dönemi de...
sonra eve dönüş senaryoları başlıyor. tabi kurtlu bünye rahat duramıyor. mikrofonlarımız çok ama çok yakın bir yere çevriliyor. tarihe geçecek ben erkek sevmiyorum biliyor musun cevabının üzerinden ay geçmeden sevilmeyenin ben olduğu gerçeği yüzümüze vuruluyor. bir sonraki sevgilisiyle askerde bir gün aynı kamyonetin arkasında yan yana yatarak vakit geçiriyoruz, çocuk bu detayları hiç bilmiyor... zamanında hayal ettiğim fotoğrafı ise hayal ettiğim yerde bir başkası çekinip yüklüyor feysbuka, iç çekip ekranı kapatmakla yetiniyoruz...
tüm bu hezimetler içinde en bir şerefli mağlubiyetimiz, olmadı yenildik ama ezilmedik maçımız. 3 temmuzun hemen ertesi, bu çocuk olmayacak herhalde beklentileri tavan yapmayı geçmiş yer yer realiteyle kucak kucağa girmiş. bir sınıfın önü, bir merdiven basamağında başlıyor hikaye. bir quiz öncesi reddedilip bitiyor sanırken aslında belki de yeni başlıyor. dönüp gitme şimdi diyor o ses, zaten dönüp gidecek pek yer de yoktu... 5 buçuk senede 2 farklı okulda 2 sınıfı tamamlayamayan bünye 3 senede 3 küsur sınıfı devirip diplomayı kapıyor. diplomayla kalsa iyi, ziyan olmaktan kurtulup etiket ismiyle adam oluyor... kaybederken kazanılabildiğine bu hikayede ilk defa şahit olurken bu hikayenin sonu da ondan alakasız bir sebepten kafanın kırıldığı askeriyenin son çeyreğinde redam redam gezerken denk gelinen bir davetiye oluyor... bebiş de 3 yaşına girmiş bu arada, maşallah tombiş tombiş sevimli bir çocuk...
askerlik tedavisiydi şantiyeciliğe alışmaydı oydu buydu derken günlerden bir gün, sıcak mı sıcak bir şantiye günü... önce uzaklardan, sonra yakınlardan bakmalar. daha ilk anlarda ciğeri delen olmayacak bu iş hissiyatı. olmayacak bir duaya amin derken her seferinde daha bir tedirginleşen bünye. tabi bir küsur senelik ilaçlı tedavi sonrası ilk deneme oluyor. meğersem tüm ayarlar karman çorman olmuş. doktorun güya iyileştirdiği obsesyon daha beter olmuş, anksiyetenin sadece kendisini yok edebilmiş yan etkilerinin alayı misli misli... anlaşılabilecek herşeyi anlaşılabileceğinden de fazla yanlış anlamalar, bir hafta on gün küsmeler, masalarda yemekten kalkıp milleti işkillendirmeler, hazımsızlıklar falan... muhtemelen benim bile sahiplenemeyeceğim bir yalana inanmasını bekliyorum, inanmıyor haliyle. önce kibarca reddediliyorum. ama işte yüzsüzlüğün ve yaşı büyük olmanın verdiği yetkiyle bitiyor mu bitmiyor... bir dargın bir barışık bazen sen abartıyosun falan derken sonunda ipler kopuyor. hüzünlü adam ayakları, gelip sözlükte süslü püslü yazmalar gerçeği hiç ama hiç değiştirmiyor. gurbete çalışmaya gelmiş gencecik kıza musallat olmuş pisliğin tekinden öteye geçemiyorum... kız işe geldiği güne de, bana selam verdiğine de vereceğine de pişman oluyor netice itibarı ile...
o saçma heyecanların yerini yürek söken bir sıkntı alıyor. uzaklardan bakıp iç çekerken yakında karşılaşınca sinirlerine hakim olamama hali oluyor. o karşılıklı gülümsemeler başını yana çevirip sert sert bakarak geçmelere evrildi. kaybeden belki ben gibi görünsem de asıl mağdurun o olduğu saçma sapan bir hikaye bir yerlerde bir şekilde yazılmaya devam ediyor...
bugün 14 şubat, ortalık kalplerden çiçeklerden geçilmiyor belki ama bizim içimizde her yer san mames çamuru adeta...
31 ekim 2003 beşiktaş galatasaray maçından bir hafta öncesi falan. aynı sınıftaydık zaten, e kurcalaya kurcalaya anlamıştık yavaştan ne işe yaradığını, daha doğrusu o yaşların heyecanları falan anladık sanmıştık. bir mesaj gecenin bir körü, hayattaki ilk reddediliş. önlü arkalı sıralarda geçen aylar, yıllar. hayat bilgisi dizisinde milletin sevgilisine çıkmak için kağıtları değiş tokuş ettiği ama süzmenin kendi kendini çektiği için aslında geçersiz olan kuranın çekildiği yılbaşı. kurada adını çektikten sonra elde kağıt kalakaldım, hediye alıp verme günü gelince şok iki katına çıktı, benim adımın yazılı olduğu kağıt da ondaymış zira. hediye aldık verdik, bir de dans ettik. en yakın maceramız da buydu zaten. kim bilir nerdedir şimdi o üzerinde galatasaray arması olan kolyeyle rengarenk atkı-bere... geçip gittikten yıllar sonra bir yaz günü, alakasız bir düğün mekanı, damadın davetiyle gidilen bir düğündü o hikayenin final sahnesi...
yeterince üzüldük herhalde derken, arabeskten sıkılmışken falan yeni umutlara yelken mi açıyorduk. bir pazartesi sabahı yanına giderken koluma giren başka bir kol. yoldan çevirip abuk sabuk bir soru sordu. bazı şeyleri anlarsın da anlamazdan gelmek zorunda kalırsın ya öyle bir andı.. ilişki durumu hanesi single'dan maluma doğru dönüyorken hayata dair pek bir algı yoktu. 2 gün sonrası 11 mayıs 2005 galatasaray fenerbahçe maçı, 5 değil 25 atsak da sevinmezdim muhtemelen... ertesi gün okulda herkes coşar eğlenirken ben yine ölü gibiyim... 22 mayıs 2005 fenerbahçe galatasaray maçı bir pazar günü ama cümbür cemaat bir yerlerdeyiz. önceki gece bişeyler olmuş, ben de yanından ayrılmıyorum fırsatçı bir yavşak olarak... o gün şampiyonluk gidiyor, yine pek algılayamıyorum... onlar bir dargın bir barışık giderken yıllar geçti... bu hikayenin tamamında yer alan ve alacak karakterler arasında sonu bana en benzeyen belki de... o da beşiktaşlıydı zaten, tromso maçından sonra teselli edip edip dalga geçmelerini hatırlıyorum mesela... kariyerimin ilk uzun yazılarından birini de ona yazmıştım mesela...
uni şşhh şşhh şşhh zamanları geliyor sonra. bilinmedik bir şehirde bilinmedik maceralar yaşarken kısa bir dönem. malum şehri bilenler 515'in istikametini bilir. birkaç kısa muhabbet, ima eder etmez tüm hatları kesti. meşhur engellenmiş profil görüntüsü var ya, daha emekleme zamanlarında tanışıyoruz... zaten bu iki hikaye birbiriyle iç içe bazen... unilere sarılarak geçiriyoruz bu dönemi de...
sonra eve dönüş senaryoları başlıyor. tabi kurtlu bünye rahat duramıyor. mikrofonlarımız çok ama çok yakın bir yere çevriliyor. tarihe geçecek ben erkek sevmiyorum biliyor musun cevabının üzerinden ay geçmeden sevilmeyenin ben olduğu gerçeği yüzümüze vuruluyor. bir sonraki sevgilisiyle askerde bir gün aynı kamyonetin arkasında yan yana yatarak vakit geçiriyoruz, çocuk bu detayları hiç bilmiyor... zamanında hayal ettiğim fotoğrafı ise hayal ettiğim yerde bir başkası çekinip yüklüyor feysbuka, iç çekip ekranı kapatmakla yetiniyoruz...
tüm bu hezimetler içinde en bir şerefli mağlubiyetimiz, olmadı yenildik ama ezilmedik maçımız. 3 temmuzun hemen ertesi, bu çocuk olmayacak herhalde beklentileri tavan yapmayı geçmiş yer yer realiteyle kucak kucağa girmiş. bir sınıfın önü, bir merdiven basamağında başlıyor hikaye. bir quiz öncesi reddedilip bitiyor sanırken aslında belki de yeni başlıyor. dönüp gitme şimdi diyor o ses, zaten dönüp gidecek pek yer de yoktu... 5 buçuk senede 2 farklı okulda 2 sınıfı tamamlayamayan bünye 3 senede 3 küsur sınıfı devirip diplomayı kapıyor. diplomayla kalsa iyi, ziyan olmaktan kurtulup etiket ismiyle adam oluyor... kaybederken kazanılabildiğine bu hikayede ilk defa şahit olurken bu hikayenin sonu da ondan alakasız bir sebepten kafanın kırıldığı askeriyenin son çeyreğinde redam redam gezerken denk gelinen bir davetiye oluyor... bebiş de 3 yaşına girmiş bu arada, maşallah tombiş tombiş sevimli bir çocuk...
askerlik tedavisiydi şantiyeciliğe alışmaydı oydu buydu derken günlerden bir gün, sıcak mı sıcak bir şantiye günü... önce uzaklardan, sonra yakınlardan bakmalar. daha ilk anlarda ciğeri delen olmayacak bu iş hissiyatı. olmayacak bir duaya amin derken her seferinde daha bir tedirginleşen bünye. tabi bir küsur senelik ilaçlı tedavi sonrası ilk deneme oluyor. meğersem tüm ayarlar karman çorman olmuş. doktorun güya iyileştirdiği obsesyon daha beter olmuş, anksiyetenin sadece kendisini yok edebilmiş yan etkilerinin alayı misli misli... anlaşılabilecek herşeyi anlaşılabileceğinden de fazla yanlış anlamalar, bir hafta on gün küsmeler, masalarda yemekten kalkıp milleti işkillendirmeler, hazımsızlıklar falan... muhtemelen benim bile sahiplenemeyeceğim bir yalana inanmasını bekliyorum, inanmıyor haliyle. önce kibarca reddediliyorum. ama işte yüzsüzlüğün ve yaşı büyük olmanın verdiği yetkiyle bitiyor mu bitmiyor... bir dargın bir barışık bazen sen abartıyosun falan derken sonunda ipler kopuyor. hüzünlü adam ayakları, gelip sözlükte süslü püslü yazmalar gerçeği hiç ama hiç değiştirmiyor. gurbete çalışmaya gelmiş gencecik kıza musallat olmuş pisliğin tekinden öteye geçemiyorum... kız işe geldiği güne de, bana selam verdiğine de vereceğine de pişman oluyor netice itibarı ile...
o saçma heyecanların yerini yürek söken bir sıkntı alıyor. uzaklardan bakıp iç çekerken yakında karşılaşınca sinirlerine hakim olamama hali oluyor. o karşılıklı gülümsemeler başını yana çevirip sert sert bakarak geçmelere evrildi. kaybeden belki ben gibi görünsem de asıl mağdurun o olduğu saçma sapan bir hikaye bir yerlerde bir şekilde yazılmaya devam ediyor...
bugün 14 şubat, ortalık kalplerden çiçeklerden geçilmiyor belki ama bizim içimizde her yer san mames çamuru adeta...