325
"sonraları kadınlara nasıl aşık olduysam, futbola da öyle aşık oldum: ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden"... bu satırların sahibi arsenal'le "kafayı bozmuş" ünlü romancı nick hornby ve salı gecesi ali sami yen'de maç bitti bitecek derken, ceza sahamızın sol tarafından nagatomo'yu geçip, sol ayağıyla topa ölümüne vuran diatta'nın şutu "ip gibi" muslera'nın kalesine doğru yol alırken "hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçip" aklıma fever pitch ( futbol ateşi) adlı romanın giriş cümlesi düşüverdi: "... üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden"
önce futbola, sonra galatasaray'a aşık olmuştuk ve pek çoklarından farklı olarak mutlu olmak için değil, biraz psikopatça olacak ama "hüznü ve acıyı" paylaşmak için koşmuştuk yıllar yılı peşinden sevdamızın. mutlu olmak ve eğlenmek için sinemaya, tiyatroya ya da konsere para verip gidilir de sonucunu bilmediğin bir maça para ve zaman harcarken mutsuzluğu da göze alırsın, hem de bile bile... galatasaray özelinde galibiyet ve sonucunda mutluluk çoğunlukla fazlaydı ama öyle günler gelirdi ki o alışılan başarılar geçmişte kalıyor ve rahmetli kayahan'ın dediği gibi "yine bize hüsran, yine bize hasret var"li o "esmer günlerde" gerçek sevdalılara "sefer-görev emri" tebliğ ediliyordu... bu emir bazen doğrudan bir çağrı ile bazen de fatih terim'in maçtan bir gün önce sarf ettiği "taraftarlarımızın hiç merak etmesinler, ben bir defa galatasaraylıyım. bu üzüntü değil, sevinç sebebi." cümlesi ile yerine getiriliyordu. 50 bin kişi yoktu salı gecesi ali sami yen'de, maç günü bilet devretmeye çalışan da çoktu, satılamayan bir tomar bilet de mevcuttu gişelerde ama 20 bin cıvarında "önünü arkasını" düşünmeden takımına sevdalı taraftar vardı, olması gereken yerde... ve hasretle beklenen sonbaharın ilk yağmur çisiltisi altında "imparator fatih terim" diye inletiyorlardı mabedi... eski günlerdeki gibi...
tribünlerde oluşan sinerji takıma da yansımıştı ki "o varmış bu yokmuş" diye bakmadan sahaya sürülen topçular cehennemi yaşatıyordu belçika'dan gelen konuklarına... daha 5 dakika olmadan ömer'in "allah'a sığınıp" vurduğu serbest atışı kaleci mignolet son anda çeliyor, dönen topta yapılan ortaya adem hügo sanches misali bir rövaşeta ile gol arıyordu. lemina'nın mücadelesi, seri'nin maçtan evvel cruyff'un hayat hikayesini okumuşçasına topu basit ve hızlı kullanmasıyla sarı-kırmızılılar oyun hakimiyetini eline geçmiş, ilk on dakika dolarken ömer'in geliştirdiği bir atakta ceza sahasına yolladığı pasla adem buluşuyor ve "harika" bir kontrol ile "rakip stoperin belini kırıp" kalecinin bakışları arasında galatasaray'ın golünü kaydediyordu. evet, tam 4 maç sonra avrupa'daki ilk gol... 93-94 sezonunu belki bir çoğu okur hatırlamayacaktır da, manchester united'ı eleyip şampiyonlar ligine kalan galatasaray, oynadığı 5 maçta iki beraberlik almış ama gol sevinci yaşayamamışken, sami yen'deki son maçta bitime 4 dakika kala cihat arslan "şeytanın bacağını" kırmış, siftahı yapmıştı. nasıl cihat kulübün tarihine attığı bu golle geçti, adem büyük de ilerde torunlarına anlatacak unutulmaz bir mirası cebine koymuştu 11. dakikada... oyuncular o kadar hırslıydı ki, gol sevincinde lemina'nın taraftara "daha çok bağırın, daha çok tezahürat yapın" şeklindeki hareketleri gözlerden kaçmıyordu..
psg ve real madrid deplasmanlarında bile bu kadar zorlanmayan brugge, beklemediği bu galatasaray karşısında oyuna tutunmakta zorlansa da, sağ kanattan dennis ve soldan da diatta ile muslera'yı zorlamaya çalıştı ama uruguay'lı file bekçisi yine formundaydı, gol yemeye pek niyeti yoktu. donk ve marcao'nun da "konsantre" olduğu düşünülünce, brugge'lü oyuncular topu ayaklarında tutuyor, galatasaray yarı alanında top dolaştırıyor ama yüreğimizi ağzımıza getiren pozisyonlar yaratmaktan çok uzaklardı. oysa onların maçtan önce düşündüğünü galatasaray yapıyor, kaptığı toplarla hızlı çıkıyor ve ikinci golü arıyordu. özellikle ömer'in belhanda'nın feghouli'nin, seri'nin olduğu takımda öne çıkıp cesurca insiyatif alması gözlerden kaçmıyordu. futbola sol açık olarak başlayan ömer, bugüne kadar savunmada heba edilen günlerine küfredercesine "kamıkaze pilotu" gibi dikine rakip savunmanın üzerine gidiyor ve çoğu zaman yaka paça indiriliyordu. 1-0'la soyunma odasına gitmek fena sayılmazdı da hakem düdüğü çalmadan bir kaç dakika evvel seri mavi-siyahlı savunmayı eksik yakalamış giderken, sol kanattaki ömer'i görebilse iki fark herkesi müthiş coştururdu...
nasıl ki ilk devre seri arkadaşına "al da at" pası veremedi ikinci kırk beş dakikada belhanda da benzer iki pozisyonda topu sarı-kırmızılılara vermek yerine rakibe nişanlayınca galatasaray kendisini rahatlatacak golü bulamayıp, deplasman ekibini oyunun içinde tuttu. brugge takımı tüm hatlarıyla gol için galatasaray kalesine gelirken, savunma oyuncularının dikkati kadar adem'in golcülük özelliğinin yanı sıra sırtı rakibine dönük"top saklama becerisi" ve faul kazanma yetisi de takımı rahatlatıyordu. belki adını ilerde barcelona gibi takımlarda duyacağımız de ketelaere ve schrijvers gibi genç oyuncuları maça alarak takımın enerjisini arttıran brugge teknik direktörü takımı arzulanan golü atamayınca adeta çıldırıyordu. maç boyunca eksik oyuncularını pek aramayan fatih terim, son dakikalara girilip, sahadakiler yorulmaya başlayınca kulübeye baktı ve acı gerçekle yüzleşti: ya gencecik çocukları oyuna alıp, herhangi olumsuz sonuçta onları kaybetme riskiyle baş başa bırakacak ya da emektar selçuk'a güvenecekti. ömer'in yürüyecek takadı kalmadığında selçuk girdi oyuna, maç boyu "idare eden" belhanda çıktığında ise emre mor...
öyle ya da böyle oyun galatasaray'ın elindeydi, üç puan ve dolayısıyla uefa avrupa ligi bileti geldi-geliyordu da diatta tüm hayalleri sonlandırıverdi...
kalan üç-beş uzatma dakikasında erencan'ın gol ümidi olarak oyuna dahil edilmesi, bir "peri masalı" arayışından farklı değildi ama bu sene galatasaray önceki yıllardaki son dakika gollerinin diyetini ödüyordu futbolun ilahlarına... zafere saniyeler kala hüznü yaşamak...
"zaten ölümün can alıcı noktası da büyük zaferlerin ödüllendirilmesine ramak kala meydana gelmesi" değil midir be nick usta...
kaynak ve maçtan fotoğraflar: https://ultrasmovement.blogspot.com/...y1-1club-brugge.html
önce futbola, sonra galatasaray'a aşık olmuştuk ve pek çoklarından farklı olarak mutlu olmak için değil, biraz psikopatça olacak ama "hüznü ve acıyı" paylaşmak için koşmuştuk yıllar yılı peşinden sevdamızın. mutlu olmak ve eğlenmek için sinemaya, tiyatroya ya da konsere para verip gidilir de sonucunu bilmediğin bir maça para ve zaman harcarken mutsuzluğu da göze alırsın, hem de bile bile... galatasaray özelinde galibiyet ve sonucunda mutluluk çoğunlukla fazlaydı ama öyle günler gelirdi ki o alışılan başarılar geçmişte kalıyor ve rahmetli kayahan'ın dediği gibi "yine bize hüsran, yine bize hasret var"li o "esmer günlerde" gerçek sevdalılara "sefer-görev emri" tebliğ ediliyordu... bu emir bazen doğrudan bir çağrı ile bazen de fatih terim'in maçtan bir gün önce sarf ettiği "taraftarlarımızın hiç merak etmesinler, ben bir defa galatasaraylıyım. bu üzüntü değil, sevinç sebebi." cümlesi ile yerine getiriliyordu. 50 bin kişi yoktu salı gecesi ali sami yen'de, maç günü bilet devretmeye çalışan da çoktu, satılamayan bir tomar bilet de mevcuttu gişelerde ama 20 bin cıvarında "önünü arkasını" düşünmeden takımına sevdalı taraftar vardı, olması gereken yerde... ve hasretle beklenen sonbaharın ilk yağmur çisiltisi altında "imparator fatih terim" diye inletiyorlardı mabedi... eski günlerdeki gibi...
tribünlerde oluşan sinerji takıma da yansımıştı ki "o varmış bu yokmuş" diye bakmadan sahaya sürülen topçular cehennemi yaşatıyordu belçika'dan gelen konuklarına... daha 5 dakika olmadan ömer'in "allah'a sığınıp" vurduğu serbest atışı kaleci mignolet son anda çeliyor, dönen topta yapılan ortaya adem hügo sanches misali bir rövaşeta ile gol arıyordu. lemina'nın mücadelesi, seri'nin maçtan evvel cruyff'un hayat hikayesini okumuşçasına topu basit ve hızlı kullanmasıyla sarı-kırmızılılar oyun hakimiyetini eline geçmiş, ilk on dakika dolarken ömer'in geliştirdiği bir atakta ceza sahasına yolladığı pasla adem buluşuyor ve "harika" bir kontrol ile "rakip stoperin belini kırıp" kalecinin bakışları arasında galatasaray'ın golünü kaydediyordu. evet, tam 4 maç sonra avrupa'daki ilk gol... 93-94 sezonunu belki bir çoğu okur hatırlamayacaktır da, manchester united'ı eleyip şampiyonlar ligine kalan galatasaray, oynadığı 5 maçta iki beraberlik almış ama gol sevinci yaşayamamışken, sami yen'deki son maçta bitime 4 dakika kala cihat arslan "şeytanın bacağını" kırmış, siftahı yapmıştı. nasıl cihat kulübün tarihine attığı bu golle geçti, adem büyük de ilerde torunlarına anlatacak unutulmaz bir mirası cebine koymuştu 11. dakikada... oyuncular o kadar hırslıydı ki, gol sevincinde lemina'nın taraftara "daha çok bağırın, daha çok tezahürat yapın" şeklindeki hareketleri gözlerden kaçmıyordu..
psg ve real madrid deplasmanlarında bile bu kadar zorlanmayan brugge, beklemediği bu galatasaray karşısında oyuna tutunmakta zorlansa da, sağ kanattan dennis ve soldan da diatta ile muslera'yı zorlamaya çalıştı ama uruguay'lı file bekçisi yine formundaydı, gol yemeye pek niyeti yoktu. donk ve marcao'nun da "konsantre" olduğu düşünülünce, brugge'lü oyuncular topu ayaklarında tutuyor, galatasaray yarı alanında top dolaştırıyor ama yüreğimizi ağzımıza getiren pozisyonlar yaratmaktan çok uzaklardı. oysa onların maçtan önce düşündüğünü galatasaray yapıyor, kaptığı toplarla hızlı çıkıyor ve ikinci golü arıyordu. özellikle ömer'in belhanda'nın feghouli'nin, seri'nin olduğu takımda öne çıkıp cesurca insiyatif alması gözlerden kaçmıyordu. futbola sol açık olarak başlayan ömer, bugüne kadar savunmada heba edilen günlerine küfredercesine "kamıkaze pilotu" gibi dikine rakip savunmanın üzerine gidiyor ve çoğu zaman yaka paça indiriliyordu. 1-0'la soyunma odasına gitmek fena sayılmazdı da hakem düdüğü çalmadan bir kaç dakika evvel seri mavi-siyahlı savunmayı eksik yakalamış giderken, sol kanattaki ömer'i görebilse iki fark herkesi müthiş coştururdu...
nasıl ki ilk devre seri arkadaşına "al da at" pası veremedi ikinci kırk beş dakikada belhanda da benzer iki pozisyonda topu sarı-kırmızılılara vermek yerine rakibe nişanlayınca galatasaray kendisini rahatlatacak golü bulamayıp, deplasman ekibini oyunun içinde tuttu. brugge takımı tüm hatlarıyla gol için galatasaray kalesine gelirken, savunma oyuncularının dikkati kadar adem'in golcülük özelliğinin yanı sıra sırtı rakibine dönük"top saklama becerisi" ve faul kazanma yetisi de takımı rahatlatıyordu. belki adını ilerde barcelona gibi takımlarda duyacağımız de ketelaere ve schrijvers gibi genç oyuncuları maça alarak takımın enerjisini arttıran brugge teknik direktörü takımı arzulanan golü atamayınca adeta çıldırıyordu. maç boyunca eksik oyuncularını pek aramayan fatih terim, son dakikalara girilip, sahadakiler yorulmaya başlayınca kulübeye baktı ve acı gerçekle yüzleşti: ya gencecik çocukları oyuna alıp, herhangi olumsuz sonuçta onları kaybetme riskiyle baş başa bırakacak ya da emektar selçuk'a güvenecekti. ömer'in yürüyecek takadı kalmadığında selçuk girdi oyuna, maç boyu "idare eden" belhanda çıktığında ise emre mor...
öyle ya da böyle oyun galatasaray'ın elindeydi, üç puan ve dolayısıyla uefa avrupa ligi bileti geldi-geliyordu da diatta tüm hayalleri sonlandırıverdi...
kalan üç-beş uzatma dakikasında erencan'ın gol ümidi olarak oyuna dahil edilmesi, bir "peri masalı" arayışından farklı değildi ama bu sene galatasaray önceki yıllardaki son dakika gollerinin diyetini ödüyordu futbolun ilahlarına... zafere saniyeler kala hüznü yaşamak...
"zaten ölümün can alıcı noktası da büyük zaferlerin ödüllendirilmesine ramak kala meydana gelmesi" değil midir be nick usta...
kaynak ve maçtan fotoğraflar: https://ultrasmovement.blogspot.com/...y1-1club-brugge.html