6
çocukluğumun pek çok güzel hatırasının konusu efsane oyun.
kendisi ile olan maceram, abimle beraber ilk bilgisayarımızı cebren ve hile ile aldırdığımız yıllara, 90'ların ortalarına dayanıyor. tek disketlik championship manager italya, abimin ac milan'ı ile benim juventus'umun amansız mücadelelerine sahne olmuştur. abim hep romario'yu alırdı, leblebi gibi gol atardı insafsız. ben de takıntılı bir şekilde hep giggs'i alırdım (forvetti oyunda), çılgınca kaçırırdı (giggs'i oynatmak için baggio'yu filan kesiyorumdur kesin). abim parma'yı aldığında ondan faustino asprilla'yı almaya çalışırdım, satmazdı (hain adam). ağlatırdı beni.
o dönemler avrupa'dan futbol programı vardı, müthiş bir jenerik müziği eşliğinde baggio'nun frikik golleri akardı ekrandan. muhtemelen o dönemki juventus hayranlığımın temelinde de bu vardır. ama ne kadroydu öyle be o da, ferrara, torricelli, tacchinardi, conte, di livio, ravanelli, vialli, baggio vs. metrekareye 3 "komutan" düşüyor resmen. tabii çocuk aklı, farklı olmaya çalışıyorsun. ben de okulda kalem kutumun üstüne galatasaray değil juventus kadrosunu yazdığımı, kızlara hava attığımı hatırlıyorum (kızlara?). minyatür bir ali ece'yim yani o zamanlar anlayacağınız, yabancı takımın ekmeğini yemeye çalışıyorum. gerçi ben o işleri 10'lu yaşlarda bıraktım, ali ece 40 yaşında hala o hesaplarda ya neyse...
az hava attırmadı oyun bana, hiç unutmam. adrian ilie'yi alacağımız zaman, okuldaki herkese 40 yıldır izliyormuş gibi anlatmıştım böbürlene böbürlene, hiç unutmuyorum. bir çocuk, bu bilgileri oyundan edindiğimi öğrenince küçümsemişti fakat ilie de ne topçu çıkmıştı öyle, akar giderdi topla beraber su gibi...
sonraki birkaç sene oyun ciddi atılım yaptı, ingiltere ligi merkez lig oldu bir süre. bu sefer manchester united - blackburn rekabetlerimiz başladı. mustafa sandal'ın "gölgede aynı" albümü yeni çıkmıştı, kasetini belki yüzlerce defa döndürdük o oyunun arkasında. ben yine takıntılı şekilde dennis wise, oyvind leonhardsen ve matthew le tissier'i alırdım, andy cole ile gol arardım. abim ise shearer-sutton ikilisi ile adeta benim takımın içinden geçerdi (adi herif).
üniversite dönemi ile beraber ilişkimiz bir takıntı halini aldı. sınavdan önceki gece "sıçtın mavisi"'ni görene kadar başından kaldırmayacak bir bağımlılık haline geldi. artık hemen hemen sadece, ingiltere'nin en alt liglerinden bir takım alıp yükseltme savaşına döndürmüştüm oyunu. para filan olmadığı için serbest durumdaki oyuncuları filtreler, ruh hastası gibi yüzlerce oyuncunun özelliklerine teker teker bakardım (bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum).
neyse geyiği bir kenara bırakalım, sonra oyunu yapan şirkette sıkıntı oldu, oyunu yapan ekip football manager olarak yoluna devam etti. ve bana hayatımı geri verecek bir güzellik yaptılar: oyunun gerçekçiliğinin bokunu çıkarmaya karar verdiler.
ben bilgisayar oyunlarından, beni gerçek hayattan kopardıkları için zevk aldım. oyunda gerçekçilik aramadım ki, zevk almadım bundan hiç. football manager ise ne yaptı? önce maç ekranı koydu, yukarıdan top kafaları izletmeye başladı. ben yazılarla hayal ediyordum ne güzel, ama olsun alıştırdım kendimi. sonra grafikli görüntü geldi. sonra antrenmanlar quantum fiziğine döndü, futbolcusuyla konuş yönetimiyle konuş scout al doktor kov, sözleşmelerdeki 1000 türlü detayla uğraş... hayatımda yeterince stres var, bir de oyun oynarken mi stres olacağım yani? derken oyun akmaz, çekilmez oldu (bence tabii), ben hiç zevk almaz oldum.
e bir de tabii ki paralel olarak "abi x hoca y'yi trequartista oynatıyor, aslında raumdeuter denemeli, arkaya da bir regista koydun mu..." diye konuşan arkadaşlar türedi maalesef. "az bilen, ama az bildiği için ne kadar az bildiğini fark edemeyip çok bildiğini sanan insan" (sıfata gel) ağzına hiç tahammül edemiyorum. bu da hepten kopardı beni bu dünyadan. kendimi sensible world of soccer 95/96'nın kollarına bıraktım. hala ara ara açar, saffet sancaklı ve dean saunders ile gol arar, van gobbel ile adam biçerim.
neticede kalbimde özel yeri vardır championsip manager serisinin, beraber büyüdük tabiri caizse, hiç unutmadığım çok güzel anılar borçluyum kendisine.
kendisi ile olan maceram, abimle beraber ilk bilgisayarımızı cebren ve hile ile aldırdığımız yıllara, 90'ların ortalarına dayanıyor. tek disketlik championship manager italya, abimin ac milan'ı ile benim juventus'umun amansız mücadelelerine sahne olmuştur. abim hep romario'yu alırdı, leblebi gibi gol atardı insafsız. ben de takıntılı bir şekilde hep giggs'i alırdım (forvetti oyunda), çılgınca kaçırırdı (giggs'i oynatmak için baggio'yu filan kesiyorumdur kesin). abim parma'yı aldığında ondan faustino asprilla'yı almaya çalışırdım, satmazdı (hain adam). ağlatırdı beni.
o dönemler avrupa'dan futbol programı vardı, müthiş bir jenerik müziği eşliğinde baggio'nun frikik golleri akardı ekrandan. muhtemelen o dönemki juventus hayranlığımın temelinde de bu vardır. ama ne kadroydu öyle be o da, ferrara, torricelli, tacchinardi, conte, di livio, ravanelli, vialli, baggio vs. metrekareye 3 "komutan" düşüyor resmen. tabii çocuk aklı, farklı olmaya çalışıyorsun. ben de okulda kalem kutumun üstüne galatasaray değil juventus kadrosunu yazdığımı, kızlara hava attığımı hatırlıyorum (kızlara?). minyatür bir ali ece'yim yani o zamanlar anlayacağınız, yabancı takımın ekmeğini yemeye çalışıyorum. gerçi ben o işleri 10'lu yaşlarda bıraktım, ali ece 40 yaşında hala o hesaplarda ya neyse...
az hava attırmadı oyun bana, hiç unutmam. adrian ilie'yi alacağımız zaman, okuldaki herkese 40 yıldır izliyormuş gibi anlatmıştım böbürlene böbürlene, hiç unutmuyorum. bir çocuk, bu bilgileri oyundan edindiğimi öğrenince küçümsemişti fakat ilie de ne topçu çıkmıştı öyle, akar giderdi topla beraber su gibi...
sonraki birkaç sene oyun ciddi atılım yaptı, ingiltere ligi merkez lig oldu bir süre. bu sefer manchester united - blackburn rekabetlerimiz başladı. mustafa sandal'ın "gölgede aynı" albümü yeni çıkmıştı, kasetini belki yüzlerce defa döndürdük o oyunun arkasında. ben yine takıntılı şekilde dennis wise, oyvind leonhardsen ve matthew le tissier'i alırdım, andy cole ile gol arardım. abim ise shearer-sutton ikilisi ile adeta benim takımın içinden geçerdi (adi herif).
üniversite dönemi ile beraber ilişkimiz bir takıntı halini aldı. sınavdan önceki gece "sıçtın mavisi"'ni görene kadar başından kaldırmayacak bir bağımlılık haline geldi. artık hemen hemen sadece, ingiltere'nin en alt liglerinden bir takım alıp yükseltme savaşına döndürmüştüm oyunu. para filan olmadığı için serbest durumdaki oyuncuları filtreler, ruh hastası gibi yüzlerce oyuncunun özelliklerine teker teker bakardım (bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum).
neyse geyiği bir kenara bırakalım, sonra oyunu yapan şirkette sıkıntı oldu, oyunu yapan ekip football manager olarak yoluna devam etti. ve bana hayatımı geri verecek bir güzellik yaptılar: oyunun gerçekçiliğinin bokunu çıkarmaya karar verdiler.
ben bilgisayar oyunlarından, beni gerçek hayattan kopardıkları için zevk aldım. oyunda gerçekçilik aramadım ki, zevk almadım bundan hiç. football manager ise ne yaptı? önce maç ekranı koydu, yukarıdan top kafaları izletmeye başladı. ben yazılarla hayal ediyordum ne güzel, ama olsun alıştırdım kendimi. sonra grafikli görüntü geldi. sonra antrenmanlar quantum fiziğine döndü, futbolcusuyla konuş yönetimiyle konuş scout al doktor kov, sözleşmelerdeki 1000 türlü detayla uğraş... hayatımda yeterince stres var, bir de oyun oynarken mi stres olacağım yani? derken oyun akmaz, çekilmez oldu (bence tabii), ben hiç zevk almaz oldum.
e bir de tabii ki paralel olarak "abi x hoca y'yi trequartista oynatıyor, aslında raumdeuter denemeli, arkaya da bir regista koydun mu..." diye konuşan arkadaşlar türedi maalesef. "az bilen, ama az bildiği için ne kadar az bildiğini fark edemeyip çok bildiğini sanan insan" (sıfata gel) ağzına hiç tahammül edemiyorum. bu da hepten kopardı beni bu dünyadan. kendimi sensible world of soccer 95/96'nın kollarına bıraktım. hala ara ara açar, saffet sancaklı ve dean saunders ile gol arar, van gobbel ile adam biçerim.
neticede kalbimde özel yeri vardır championsip manager serisinin, beraber büyüdük tabiri caizse, hiç unutmadığım çok güzel anılar borçluyum kendisine.