348
--- alinti ---
hagi, türünün son örneği... tıpkı baba hakkı, metin oktay, rıdvan dilmen gibi formasını giydiği takımı tutmayanlar tarafından da gözünü kırpmadan tekrar tekrar izlenen bir film hagi, -ben galatasaraylı değilim ama- türkiye'ye gelmiş geçmiş en büyük yabancı futbolcu...
aslında ona "yabancı" demek ne kadar doğru ki? bence şimdilerde 3 büyüklerde oynayan ve ne saha içinde ne de saha dışında bu durumun onlara kaderin ne kadar mucizevi bir lütfu olduğunu bilmeyen genç türk oyuncular asıl "yabancı"lar belki de hagi gibi bir figürün eksikliği onlara ihtiyacı olan hissi ve sorumluluğu hissettiremeyen. belki de emre bu yüzden hala mehter takımı gibi bir ileri bir geri gidip geliyor ingiltere'de, italya'da, milli takım'da... belki de hakan şükür'ün yaşı hagi'nin yokluğunda bu kadar batıyor bir takım "skor" yorumcularına... hepsi tartışılır ama bence hagi'nin futbolu bırakmasından sonra türkiye ligi'nde arkasında bıraktığı boşluk asla tartışılamaz... öyle ki sadece bence değil, o yıllarda gözünü kırpmadan hagi'yi izlemenin hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak zevkini tadanların hepsine göre türkiye ligi tarihi ikiye ayrılıyor: hagi'den önce (hö) ve hagi'den sonra (hs)...
sanırım hö 3 yılındaydık. istanbul'un en ünlü otellerinden birinin lobisinde birbirine avazı çıktığı kadar bağıran, her an birbirlerine vuracakmış gibi bağıra çağıra tartışan iki adam.sabaha karşı 3 suları. sanki bu iki adam o gece şampiyon 3. sene üst süte şampiyon olmamışlar, bununla da kalmayıp uefa kupası'nı kazanmamışlar gibi kıyasıya tartışıyorlar; iki rumen, iki futbol tanrısı sanki deri koltuklarda değil de gökyüzünde, bulutların arasına oturmuşlar, sanki biraz önce büyük bir tufan kopmuş, onlar hariç herkesi yutmuş gibi; o an onlardan başka orada olan herkes dilini yutmuş. sonradan öğrenecektim neden tartıştıklarını: hagi, süper bir sezon geçirdiklerini söyleyen popescu'ya çok sinirlenmiş, "şampiyonlar ligi'nin kazanabilirdik ama chelsea'den 5 yedik! ayrıca ligde fener'e yenildik! sevineceğimize, bir dahaki sene daha iyisini nasıl yaparız onu konuşalım!"
yine sonradan tanıyacaktım yakından. tüm "futbol yıldızları" dünyasında kendisi arabasından daha klas olan tek oyuncu oymuş meğerse... romanya halkı, çavuşesku'dan sonra sudan çıkmış balığa döndü. porsche'leri, ferrari'leri onların gözüne sokmanın alemi yok " tempra gayet güzel bükreş'ten ali sami yen'e kadar götürüyor getiriyor, daha ne isterim ki?" o zaman daha iyi anladım neden romanya'nın her yerinde pazarlardaki tüm torbaların üstünde hagi'nin resminin olduğunu...
"yetenek, tanrı'nın bir lütfudur sadece. eğer yeteneğinle yetinmeye kalkarsan hem insanlara ihanet eder, hem de tanrı'ya koşut gidersin. tembellik sadece tanrı'ya özgüdür" demişti, "senin gibi bir tanrı nasıl olur da bir hakeme tükürmeye tenezzül eder?" diye sorduğumda. o zaman anlamıştım nasıl olur da bir adam iki ayrı formayla neredeyse 5'er sene arayla 40 metreden kolombiya, athletico bilbao, karabükspor ayırt etmeden aynı tanrısallıktaki aşırtmaları yapabilir. emre de söylemişti: "galatasaray antrenmanı ayrıdır, en fazla 2 saat sonra biter; gica'nın asıl antrenmanı, galatasaray antrenmanından sonra başlar. o kadar şanslıyım ki ben de onla o hiç bitmeyen antrenmanı yapıyorum bazen.."
keşke hagi futbolu bıraktıktan sonra da emre'yi çalıştırsaydı. bugün böyle bir derginin rumencesinde de onu yazardı birileri. ne demişti o gün, 10 numara adam: "mesleğinde büyüdükçe, egonu küçültmeyi bileceksin" romanya'da havanın en soğuk olduğu 5 şubat günü, çavuşesku dikta rejiminin en koyu olduğu 1965 yılında dünyaya geldiğinde adından sonra bunu fısıldamışlar belki de kulağına, o zamanlar maradona daha fethetmemiş tüm futbol dilencilerinin kalbini, o zamanlar sadece karpatların pele"si derlermiş küçük gica'ya daha 18'indeyken o zamanın en iyi rumen takımı universitatea craiova istemiş onu ama daha zamanı var diyerek rumen ligi'nin tempra'sı sportul studen esc'ı tercih etmiş. o zamanlar başlamış hiç bitmeyecek özel antrenmanlarına. önce takımın en küçüğü ve çelimsizi olarak antrenmanlarda tutunmak ve pele lakabını gerçekten hak etmek, altında ezilmemek için. sonra yıllardan 1986 olmuş ve o da "tanrı'nın eli"nden sonra karpatların maradona'sına dönüşüvermiş. ve masal gibi bir yılın sonunda sadece 1 maçlığına steaua bükreş'e transfer olmuş bizzat çavuşesku'nun emriyle. avrupa süper kupası finali'nde romanya'nın büyük ağabeyi sscb'den dinamo kiev'i yenmesi için. beklediği gün gelmiş gica'nın, sahaya çıkış o çıkış, 1-0 s. bükreş'in kazanıp o zamanki en büyük kupayı müzeye götürdüğü gün maçın tek golünü atmış hagi. maçtan sonra bizzat aramış çavuşesku: "yoldaş, bütün bir romanya halkı seninle gurur duyuyor; senin bükreş'te kalmanı istiyorlar" bir anda bir maçlık sözleşme unutulmuş, hagi bir daha asla dönememiş sportul'a. 1987-90 yılları arasında önce yüzbaşı, sonra binbaşı en sonunda da albaylığa terfi etmiş... ama "asıl halk" tarafından 97 maçta attığı 76 golle taraflı tarafsız herkesin, tüm futbol dilencilerinin mareşali ilan edilmiş. o üç sezon boyunca takımı 3 sene üst üste hem kupada hem de ligde şampiyon olmakla kalmamış, şampiyon kulüpler kupası'nda da bir yarı final, bir de final oynatmış bükreş'e , galatasaray da hayatına ilk kez o final oynadığı sene girmiş hayatına...
1990 dünya kupası'nda "tek başına" romanya olan ama takımının 2. turda penaltılarla elenmesini engelleyemeyen futbol tanrı'sını önce real madrid kapıvermiş hiç düşünmeden. orada geçirdiği 2 sezonu şöyle özetlemişti bana: "orada herkes albaydı, popescu da lacatus da yoktu, ben yine hagi'ydim ama daha önce kimse benden top ayağımda değilken ve oynadığım takım hücumda değilken koşmamı istememişti. eğer daha önceden koşmayı öğrenseydim koşabilirdim. üstelik aynı anda 3'ten fazla ispanyol olmayan oyuncu oynatılması yasaktı o zamanlar. yine de çok güzeldi 2 sene orada olmak; dersimi almıştım... başladığım yere dönmüştüm: her gün daha da fazla çalışmam gerektiğini bir kez daha anlamıştım"
real madrid adlı futbolcu imha makinesinin yuttuğu ilk yıldız değildi hagi. yine de barnebeau'dakilerin ağzında buruk bir tat bırakmıştı. artık kornerler, frikikler yarı penaltı gibi değildi. hagi'den sonra işler biraz kötüye gittiğinde onu hep sattıkları brescia'dan geri çağırmayı düşündüler. ilk sezonunda hagi'nin keyfi yerindeydi: takımını tek başına serie b'den serie a'ya çıkartmış, aynı ülkede forma giydiği için karpatların maradona'sı efsanesini yeniden canlandırmıştı. ama birinci ligdeki daha ilk sezonunda brescia yine geldiği yere dönmek zorunda kalınca, hagi için brescia asansöründen inip ispanya'ya geri dönme zamanı çoktan gelmişti. üstelik de bu kez real'in kanlı bıçaklı düşmanı barça formasıyla.
ama ispanya yine yaramayacaktı profesöre. yine 3 yabancı kısıtlaması vardı. o belki karpatların maradona'sıydı ama laudrup, romario ve koeman da laudrup, romario ve koeman'dılar.en azından popescu'suna kavuşacaktı bu kez, zaman zaman kendisinin takımdan kesilmesine sebep olacak en eski yoldaşı, karısının kız kardeşi ile evli olan adaşına.2 yıl önce real madrid'den ayrıldığında 63 kez forma giymiş 15 gol atmıştı. barça'daki 2 sezonunda ise sadece 35 maçta forma şansı bulabilecek ve 7 gole imzasını atabilecekti. halbuki 1994 yazında amerika'daki dünya kupası'nda "asıl maradona" doping kullandığı için ihraç edilince önce onun ülkesi arjantin'i dize getirecek sonra da kupaya damgasını vuracaktı"karpatların maradonası" ah yine o penaltılar denilen karabasan olmasaydı isveç'e elenmeyip yarı finale kadar gidecekti. aslında o gece penaltı atışlarında kimse romanya'yı tutmuyordu, sadece isveçliler hariç bütün dünya hagi'yi biraz daha seyretmek istiyor, onun sihrinden mahrum kalmak istemiyordu. 1994 dünya kupası denilince herkes önce amerikalıların futbol kroluğunu ve rugby çizgileri halen duran sahalardan geç gelen yayını ve türk spikerlerin önceden bağırdığı birkaç güzel "gol"ü hatırlıyordu. işte o gollerden birisi, hem de yine bizim yakından tanıyacağımız bir isme atılacaktı ve maradona'nın gözyaşları ve bebeto'nun beşik sallayan gol sevinci ile beraber asla hafızalardan silinmeyecekti. kolombiya kalecisi oscar cordoba her zamanki kendine aşırı güveni ile ileri çıkmış savunmasını organize etmeye çalışıyordu; belli ki hagi'yi tanımıyordu belki de hiç tanımamış olmak isteyecekti. orta sahanın biraz ilerisinden bir gözü ile cordoba'yı diğer gözü ile doksandaki örümcek ağlarını kesen gica 40 metreden zarifçe aşıracak, futboldan o zamanlar daha da bihaber olan amerikalıları bile yerinde hoplatacaktı.
çok isterdim o barça'da, asrın takımında sürekli oynamayı ama herkes o kadar iyiydi ki bir türlü sıram gelmedi. belki de kaderimde ispanya yoktu, geleceğimi romanya'dan çok uzaklarda boşuna arıyordum, belki de kader burnumun dibinde, istanbul'daydı. evet istanbul'daydı tabii ki, istanbul bambaşka, galatasaray daha da başka" diye başlamıştı filmin istanbul kısmı. öyle güzel bir filmdi ki hiç bitmeyecek gibiydi. hatta kendisine burun kıvıran ispanyollar'dan o süper kupa finali'nde alacaktı intikamını. aslında onun kitabında "intikam" yoktu. başının üstünde hiç sönmeyecek gibi yanan tutuşan bir yeteneği yere düşürmemek için her geçen gün daha da arttırdığı kazanma azmi, sanatına, zanaatına karşı olan saygısı ve derin aşkı vardı. karısı dünyalar güzeliydi ama o futbola aşıktı. biz de ona aşık olduk... kelimelere sığmayacak 5 sene gibi gözüken o zamanlar 55 sene gibi gelen şimdilerdeyse 5 dakika gibi kısa gelen o anların toplamı biz futbol dilencilerin izlediği en güzel filmdi. bazen siyah tonların ağır bastığı, hakemlerle, kendisini durduramayıp bel altı vuran rakiplere aynı şekilde cevap verdiği karanlık kareler. tüm aşıkların ara sıra yaşadığı kavgalardan daha fazlası değildi.o gidince, biz onla gittiğimiz yerlere gitmez olduk. o varken burası rengarenkti. şimdilerde renksiz, tatsız, tutsuz. ondan sonrakilere bakınca ne maça gitmek istiyor canımız ne de televizyonu açmak...
popescu'nun dediği gibi: "eğer brezilyalı ya da italyan olsaydı o dünyanın en büyük futbolcusu olarak kabul edilirdi" haklıydı bence. ben görmüştüm koskoca tony adams'ın, bergkamp'ın bellerinin nasıl kırıldığını, yüzlerindeki çaresizliği, böylesine tanrısal bir yetenek, klas karşısında nasıl da o büyük yıldızların bir anda küçüldüğünü. o roberto carlos ki o zamanlar en iyisi derlerdi onun için, nasıl da 35'lik gica'nın peşinden dili dışarıda koşturuyordu.ve hiçbiri kaybettiklerinde öyle ağlamamışlardı. ne demişti bana o gece? "kaybedince ağlamayan futbolcu yıldız olamaz" ondan başka hiç kimse 35 yaşında gol atınca lise maçında ilk golünü atmış çocuklar gibi sevinmemişti. ne de olsa koskoca collina bir tek onun formasını almıştı. galatasaray'da futbolu bıraktığı gün türkçe konuşmaya çalışırken o tül bir perdeden süzülen meleklerin gölgeleri gibi ince ince dökülen gözyaşlarını kim unutabilir ki?
iki ayağı ile futbol adına yapılabilecek her şeyi yapan, kramponlarıyla cemal süreya'lara, nazım hikmet'lere, ece ayhan'lara taş çıkartacak şiirler yazan, adı her sene değişen türkiye futbol 1. ligi tarihini hö ve hs olarak ikiye ayıran bu adamı sevmemek mümkün mü kalbiniz taştan değilse eğer! kırmızı, sarı, lacivert, siyah, beyaz, mor, pembe tüm renkler bir araya gelince görünen futbolun gökkuşağı, uçsuz bucaksız atonal bir tayf, karanlık kasım gecelerimizi nisan sabahına çeviren o gördüğüm en parlak yıldız. son bir kez daha kelimelerle anlatmaya çalışayım: türkiye ligi'nin başına gelen en güzel şey, bülent korkmaz kadar hırslı, george best kadar klas, zico gibi stil, deniz gezmiş kadar yürekli, şahmaranlar kadar kıvrak; ahmet hamdi tanpınar'ın, puşkin'in, lorca'nın futbolcu olarak reankarnasyonu...
keşke ibrahim altınsay'ın önerdiği gibi futbolda da oyuncu değişiklikleri basketboldaki gibi olsaydı da sen de ölene kadar frikik atsaydın biz sadece avuçlarımız patlayana kadar alkışlasaydık...
`seni o kadar çok özlüyoruz ki; inan sensin hiç tadı yok buraların...
--- alinti ---
http://aliece.blogspot.com/...-liginin-basina.html
hagi, türünün son örneği... tıpkı baba hakkı, metin oktay, rıdvan dilmen gibi formasını giydiği takımı tutmayanlar tarafından da gözünü kırpmadan tekrar tekrar izlenen bir film hagi, -ben galatasaraylı değilim ama- türkiye'ye gelmiş geçmiş en büyük yabancı futbolcu...
aslında ona "yabancı" demek ne kadar doğru ki? bence şimdilerde 3 büyüklerde oynayan ve ne saha içinde ne de saha dışında bu durumun onlara kaderin ne kadar mucizevi bir lütfu olduğunu bilmeyen genç türk oyuncular asıl "yabancı"lar belki de hagi gibi bir figürün eksikliği onlara ihtiyacı olan hissi ve sorumluluğu hissettiremeyen. belki de emre bu yüzden hala mehter takımı gibi bir ileri bir geri gidip geliyor ingiltere'de, italya'da, milli takım'da... belki de hakan şükür'ün yaşı hagi'nin yokluğunda bu kadar batıyor bir takım "skor" yorumcularına... hepsi tartışılır ama bence hagi'nin futbolu bırakmasından sonra türkiye ligi'nde arkasında bıraktığı boşluk asla tartışılamaz... öyle ki sadece bence değil, o yıllarda gözünü kırpmadan hagi'yi izlemenin hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak zevkini tadanların hepsine göre türkiye ligi tarihi ikiye ayrılıyor: hagi'den önce (hö) ve hagi'den sonra (hs)...
sanırım hö 3 yılındaydık. istanbul'un en ünlü otellerinden birinin lobisinde birbirine avazı çıktığı kadar bağıran, her an birbirlerine vuracakmış gibi bağıra çağıra tartışan iki adam.sabaha karşı 3 suları. sanki bu iki adam o gece şampiyon 3. sene üst süte şampiyon olmamışlar, bununla da kalmayıp uefa kupası'nı kazanmamışlar gibi kıyasıya tartışıyorlar; iki rumen, iki futbol tanrısı sanki deri koltuklarda değil de gökyüzünde, bulutların arasına oturmuşlar, sanki biraz önce büyük bir tufan kopmuş, onlar hariç herkesi yutmuş gibi; o an onlardan başka orada olan herkes dilini yutmuş. sonradan öğrenecektim neden tartıştıklarını: hagi, süper bir sezon geçirdiklerini söyleyen popescu'ya çok sinirlenmiş, "şampiyonlar ligi'nin kazanabilirdik ama chelsea'den 5 yedik! ayrıca ligde fener'e yenildik! sevineceğimize, bir dahaki sene daha iyisini nasıl yaparız onu konuşalım!"
yine sonradan tanıyacaktım yakından. tüm "futbol yıldızları" dünyasında kendisi arabasından daha klas olan tek oyuncu oymuş meğerse... romanya halkı, çavuşesku'dan sonra sudan çıkmış balığa döndü. porsche'leri, ferrari'leri onların gözüne sokmanın alemi yok " tempra gayet güzel bükreş'ten ali sami yen'e kadar götürüyor getiriyor, daha ne isterim ki?" o zaman daha iyi anladım neden romanya'nın her yerinde pazarlardaki tüm torbaların üstünde hagi'nin resminin olduğunu...
"yetenek, tanrı'nın bir lütfudur sadece. eğer yeteneğinle yetinmeye kalkarsan hem insanlara ihanet eder, hem de tanrı'ya koşut gidersin. tembellik sadece tanrı'ya özgüdür" demişti, "senin gibi bir tanrı nasıl olur da bir hakeme tükürmeye tenezzül eder?" diye sorduğumda. o zaman anlamıştım nasıl olur da bir adam iki ayrı formayla neredeyse 5'er sene arayla 40 metreden kolombiya, athletico bilbao, karabükspor ayırt etmeden aynı tanrısallıktaki aşırtmaları yapabilir. emre de söylemişti: "galatasaray antrenmanı ayrıdır, en fazla 2 saat sonra biter; gica'nın asıl antrenmanı, galatasaray antrenmanından sonra başlar. o kadar şanslıyım ki ben de onla o hiç bitmeyen antrenmanı yapıyorum bazen.."
keşke hagi futbolu bıraktıktan sonra da emre'yi çalıştırsaydı. bugün böyle bir derginin rumencesinde de onu yazardı birileri. ne demişti o gün, 10 numara adam: "mesleğinde büyüdükçe, egonu küçültmeyi bileceksin" romanya'da havanın en soğuk olduğu 5 şubat günü, çavuşesku dikta rejiminin en koyu olduğu 1965 yılında dünyaya geldiğinde adından sonra bunu fısıldamışlar belki de kulağına, o zamanlar maradona daha fethetmemiş tüm futbol dilencilerinin kalbini, o zamanlar sadece karpatların pele"si derlermiş küçük gica'ya daha 18'indeyken o zamanın en iyi rumen takımı universitatea craiova istemiş onu ama daha zamanı var diyerek rumen ligi'nin tempra'sı sportul studen esc'ı tercih etmiş. o zamanlar başlamış hiç bitmeyecek özel antrenmanlarına. önce takımın en küçüğü ve çelimsizi olarak antrenmanlarda tutunmak ve pele lakabını gerçekten hak etmek, altında ezilmemek için. sonra yıllardan 1986 olmuş ve o da "tanrı'nın eli"nden sonra karpatların maradona'sına dönüşüvermiş. ve masal gibi bir yılın sonunda sadece 1 maçlığına steaua bükreş'e transfer olmuş bizzat çavuşesku'nun emriyle. avrupa süper kupası finali'nde romanya'nın büyük ağabeyi sscb'den dinamo kiev'i yenmesi için. beklediği gün gelmiş gica'nın, sahaya çıkış o çıkış, 1-0 s. bükreş'in kazanıp o zamanki en büyük kupayı müzeye götürdüğü gün maçın tek golünü atmış hagi. maçtan sonra bizzat aramış çavuşesku: "yoldaş, bütün bir romanya halkı seninle gurur duyuyor; senin bükreş'te kalmanı istiyorlar" bir anda bir maçlık sözleşme unutulmuş, hagi bir daha asla dönememiş sportul'a. 1987-90 yılları arasında önce yüzbaşı, sonra binbaşı en sonunda da albaylığa terfi etmiş... ama "asıl halk" tarafından 97 maçta attığı 76 golle taraflı tarafsız herkesin, tüm futbol dilencilerinin mareşali ilan edilmiş. o üç sezon boyunca takımı 3 sene üst üste hem kupada hem de ligde şampiyon olmakla kalmamış, şampiyon kulüpler kupası'nda da bir yarı final, bir de final oynatmış bükreş'e , galatasaray da hayatına ilk kez o final oynadığı sene girmiş hayatına...
1990 dünya kupası'nda "tek başına" romanya olan ama takımının 2. turda penaltılarla elenmesini engelleyemeyen futbol tanrı'sını önce real madrid kapıvermiş hiç düşünmeden. orada geçirdiği 2 sezonu şöyle özetlemişti bana: "orada herkes albaydı, popescu da lacatus da yoktu, ben yine hagi'ydim ama daha önce kimse benden top ayağımda değilken ve oynadığım takım hücumda değilken koşmamı istememişti. eğer daha önceden koşmayı öğrenseydim koşabilirdim. üstelik aynı anda 3'ten fazla ispanyol olmayan oyuncu oynatılması yasaktı o zamanlar. yine de çok güzeldi 2 sene orada olmak; dersimi almıştım... başladığım yere dönmüştüm: her gün daha da fazla çalışmam gerektiğini bir kez daha anlamıştım"
real madrid adlı futbolcu imha makinesinin yuttuğu ilk yıldız değildi hagi. yine de barnebeau'dakilerin ağzında buruk bir tat bırakmıştı. artık kornerler, frikikler yarı penaltı gibi değildi. hagi'den sonra işler biraz kötüye gittiğinde onu hep sattıkları brescia'dan geri çağırmayı düşündüler. ilk sezonunda hagi'nin keyfi yerindeydi: takımını tek başına serie b'den serie a'ya çıkartmış, aynı ülkede forma giydiği için karpatların maradona'sı efsanesini yeniden canlandırmıştı. ama birinci ligdeki daha ilk sezonunda brescia yine geldiği yere dönmek zorunda kalınca, hagi için brescia asansöründen inip ispanya'ya geri dönme zamanı çoktan gelmişti. üstelik de bu kez real'in kanlı bıçaklı düşmanı barça formasıyla.
ama ispanya yine yaramayacaktı profesöre. yine 3 yabancı kısıtlaması vardı. o belki karpatların maradona'sıydı ama laudrup, romario ve koeman da laudrup, romario ve koeman'dılar.en azından popescu'suna kavuşacaktı bu kez, zaman zaman kendisinin takımdan kesilmesine sebep olacak en eski yoldaşı, karısının kız kardeşi ile evli olan adaşına.2 yıl önce real madrid'den ayrıldığında 63 kez forma giymiş 15 gol atmıştı. barça'daki 2 sezonunda ise sadece 35 maçta forma şansı bulabilecek ve 7 gole imzasını atabilecekti. halbuki 1994 yazında amerika'daki dünya kupası'nda "asıl maradona" doping kullandığı için ihraç edilince önce onun ülkesi arjantin'i dize getirecek sonra da kupaya damgasını vuracaktı"karpatların maradonası" ah yine o penaltılar denilen karabasan olmasaydı isveç'e elenmeyip yarı finale kadar gidecekti. aslında o gece penaltı atışlarında kimse romanya'yı tutmuyordu, sadece isveçliler hariç bütün dünya hagi'yi biraz daha seyretmek istiyor, onun sihrinden mahrum kalmak istemiyordu. 1994 dünya kupası denilince herkes önce amerikalıların futbol kroluğunu ve rugby çizgileri halen duran sahalardan geç gelen yayını ve türk spikerlerin önceden bağırdığı birkaç güzel "gol"ü hatırlıyordu. işte o gollerden birisi, hem de yine bizim yakından tanıyacağımız bir isme atılacaktı ve maradona'nın gözyaşları ve bebeto'nun beşik sallayan gol sevinci ile beraber asla hafızalardan silinmeyecekti. kolombiya kalecisi oscar cordoba her zamanki kendine aşırı güveni ile ileri çıkmış savunmasını organize etmeye çalışıyordu; belli ki hagi'yi tanımıyordu belki de hiç tanımamış olmak isteyecekti. orta sahanın biraz ilerisinden bir gözü ile cordoba'yı diğer gözü ile doksandaki örümcek ağlarını kesen gica 40 metreden zarifçe aşıracak, futboldan o zamanlar daha da bihaber olan amerikalıları bile yerinde hoplatacaktı.
çok isterdim o barça'da, asrın takımında sürekli oynamayı ama herkes o kadar iyiydi ki bir türlü sıram gelmedi. belki de kaderimde ispanya yoktu, geleceğimi romanya'dan çok uzaklarda boşuna arıyordum, belki de kader burnumun dibinde, istanbul'daydı. evet istanbul'daydı tabii ki, istanbul bambaşka, galatasaray daha da başka" diye başlamıştı filmin istanbul kısmı. öyle güzel bir filmdi ki hiç bitmeyecek gibiydi. hatta kendisine burun kıvıran ispanyollar'dan o süper kupa finali'nde alacaktı intikamını. aslında onun kitabında "intikam" yoktu. başının üstünde hiç sönmeyecek gibi yanan tutuşan bir yeteneği yere düşürmemek için her geçen gün daha da arttırdığı kazanma azmi, sanatına, zanaatına karşı olan saygısı ve derin aşkı vardı. karısı dünyalar güzeliydi ama o futbola aşıktı. biz de ona aşık olduk... kelimelere sığmayacak 5 sene gibi gözüken o zamanlar 55 sene gibi gelen şimdilerdeyse 5 dakika gibi kısa gelen o anların toplamı biz futbol dilencilerin izlediği en güzel filmdi. bazen siyah tonların ağır bastığı, hakemlerle, kendisini durduramayıp bel altı vuran rakiplere aynı şekilde cevap verdiği karanlık kareler. tüm aşıkların ara sıra yaşadığı kavgalardan daha fazlası değildi.o gidince, biz onla gittiğimiz yerlere gitmez olduk. o varken burası rengarenkti. şimdilerde renksiz, tatsız, tutsuz. ondan sonrakilere bakınca ne maça gitmek istiyor canımız ne de televizyonu açmak...
popescu'nun dediği gibi: "eğer brezilyalı ya da italyan olsaydı o dünyanın en büyük futbolcusu olarak kabul edilirdi" haklıydı bence. ben görmüştüm koskoca tony adams'ın, bergkamp'ın bellerinin nasıl kırıldığını, yüzlerindeki çaresizliği, böylesine tanrısal bir yetenek, klas karşısında nasıl da o büyük yıldızların bir anda küçüldüğünü. o roberto carlos ki o zamanlar en iyisi derlerdi onun için, nasıl da 35'lik gica'nın peşinden dili dışarıda koşturuyordu.ve hiçbiri kaybettiklerinde öyle ağlamamışlardı. ne demişti bana o gece? "kaybedince ağlamayan futbolcu yıldız olamaz" ondan başka hiç kimse 35 yaşında gol atınca lise maçında ilk golünü atmış çocuklar gibi sevinmemişti. ne de olsa koskoca collina bir tek onun formasını almıştı. galatasaray'da futbolu bıraktığı gün türkçe konuşmaya çalışırken o tül bir perdeden süzülen meleklerin gölgeleri gibi ince ince dökülen gözyaşlarını kim unutabilir ki?
iki ayağı ile futbol adına yapılabilecek her şeyi yapan, kramponlarıyla cemal süreya'lara, nazım hikmet'lere, ece ayhan'lara taş çıkartacak şiirler yazan, adı her sene değişen türkiye futbol 1. ligi tarihini hö ve hs olarak ikiye ayıran bu adamı sevmemek mümkün mü kalbiniz taştan değilse eğer! kırmızı, sarı, lacivert, siyah, beyaz, mor, pembe tüm renkler bir araya gelince görünen futbolun gökkuşağı, uçsuz bucaksız atonal bir tayf, karanlık kasım gecelerimizi nisan sabahına çeviren o gördüğüm en parlak yıldız. son bir kez daha kelimelerle anlatmaya çalışayım: türkiye ligi'nin başına gelen en güzel şey, bülent korkmaz kadar hırslı, george best kadar klas, zico gibi stil, deniz gezmiş kadar yürekli, şahmaranlar kadar kıvrak; ahmet hamdi tanpınar'ın, puşkin'in, lorca'nın futbolcu olarak reankarnasyonu...
keşke ibrahim altınsay'ın önerdiği gibi futbolda da oyuncu değişiklikleri basketboldaki gibi olsaydı da sen de ölene kadar frikik atsaydın biz sadece avuçlarımız patlayana kadar alkışlasaydık...
`seni o kadar çok özlüyoruz ki; inan sensin hiç tadı yok buraların...
--- alinti ---
http://aliece.blogspot.com/...-liginin-basina.html