3
bahsi geçen maç, 8 aralık 2011 apollon galatasaray kadın voleybol maçıdır.
fikstürün çekildiği günden itibaren aylarca sürse de, maceramız maçtan iki hafta önce başlamıştı aslında. kasım ayının son gününde oynanması planlanan maç, oynanmasına günler kala bir hafta ötelenince alarm zilleri hafiften çalmaya başlamıştı. zira bu öteleme maçı "fikstürün en aziz günü"nün bir gün sonrasına iteliyor, bu da katılımı neredeyse sıfırla çarpıyordu. her derbi maçında olduğu gibi 7 aralık 2011 galatasaray fenerbahçe maçı için birkaç uçak dolusu galatasaray taraftarı istanbul'a gidecekti ancak apollon deplasmanına gidecek kafilenin neredeyse tamamını da içinde barındıran bu kitleden sadece ertesi gün sabah uçağına yer ayırtmış olan bir azınlık bu deplasman için rum polisinin verdiği toplanma saatinde adaya ulaşabilmiş olacaktı. sayı günden güne azalsa da organizasyondan vazgeçilmemiş, kah anne baba ile günlerce tartışılarak, kah dışişleri bakanlığına kimlik numarası verilerek günler geçmiştir.
derken maç günü gelip çatmış, bir gece önce oynanan derbide muhteşem futbolun yanında fenerbahçe'ye üç tane yuvarlamış olmanın verdiği dinginlikle güne başlanmıştım. son derece sıradan geçen bir derbi sonrası günü heyecan içinde geçirmiş, nihayet vakit gelince de toplanma yerine doğru yola koyulmuştum. gittiğimde kimseyi görememiş olmamı ilk etapta "erken" gitmiş olmama bağlıyor, dakikalar geçtikçe maçla ilgili aldığım son mesajda geçen "sayımız beklediğimizden az olabilir" uyarısında geçenin "ne kadar az" olduğu konusunda derin düşüncelere dalıyordum. acabalarla geçen, gelen gideni acıklı bakışlarla kesmeli dakikaların ardından birer ikişer insanların gelmeye başlamasıyla hikayenin startı da verilmiş oluyordu.
"yetkili" abilerin de olay yerine gelip sohbete dahil olmasıyla durumun vehameti(!) anlamaya başlamıştık. başlangıçta 200 civarında olan katılımcı sayısı bir dolu olayın ardından 32'ye kadar inmişti. ancak gel gelelim çağıran bir cimbom vardı yolun ucunda ve çağırıyor olması bile yeterdi. kah bol alkollü, kah yol kenarında topluca işemeli, kah birbirini gaza getirmeli olağan bir "deplasmanbus" yolculuğundan sonra salona vardık. iki spor salonunu ayıran daracık bir koridor ve yanlarından geçen başka bir sokağın kesiştiği noktadaydık. bizimle sınır kapısından beri eskort olarak gelen üç polise salon kapısında bekleyen 10 kadar çevik kuvvet de eklenmişti. yol boyunca süren "adamlar organize olmakta zorlanıyor, dün akşam baktım forumlara hala adam toplamaya çalışıyorlar" muhabbetlerinin üzerine karanlık sokağın ucundan sadece sesini duyabildiğimiz ve aşağı yukarı bizim kadar olduklarını tahmin ettiğimiz rumlarca karşılanınca kafilenin çoğunda olan tribün tecrübesizliğine dair endişelerimiz azalmaya başlamıştı.
salon kapısında belirli belirsiz aranıp apar topar içeri alındık hemen sonra. ilk başta bu aceleciliğe anlam veremesek de içeri adım attığımız anda kafamızdaki soru işaretleri azalmaya başlamıştı. her kıbrıs-türkiye eşleşmesinde olduğu gibi salonun her yerinde yunan bayrakları vardı, karşı tribünün en önünde "kıbrıs helendir" pankartı yine yerini almıştı. salona girişimizle yüzlerindeki gülümsemeyi görünce herşeyi unuttuğumuz, ve daha sonradan konuşunca aslında biz gelmeden önce zor dakikalar geçirdiğini öğrendiğimiz, takımımız ve idari heyetle selamlaşmak için ön sıralara inmemizle karşı tribünün ilgisi yavaş yavaş üzerimize dönmeye başlamıştı. bu sırada zaten dolu olan karşı tribün dışarda bizi bekleyen ve sandığımızın aksine 30-40 kişi değil onun birkaç katı kadar olanların da içeri girmesiyle yükünü tamamen almıştı.
bizi dışarda bekleyen grubu siyah polarları ve kamufle etmeye çalıştıkları ancak nefretle bakan yüzleri sayesinde ayırt edebiliyorduk. bu kişiler zaten aşırı milliyetçi ve faşist olarak tanınan apollon taraftarından ayrı olarak sırf bu rakip türk takımı olduğu için gelen, türkleri öldürüp adayı yunanistan'a bağlamayı hedef edinmiş eoka felsefesini gençlere aşılamaya çalışan elamın üyeleriydi. onların girişiyle zaten var olan sataşmalar iyice artmış, üzerimize yağmur gibi yabancı madde yağmaya başladı. neredeyse 500 kadar "ateşli" rumun önünde açık hedef konumunda 30 kişiydik, üzerimize devamlı olarak maddeler yağıyor, birer ikişer sahaya atlayıp bizim tarafa koşup diğerlerini de gaza getirme peşindeki sivriler güç bela yakalanabiliyor; bu arada şaşırtıcı şekilde saha içinde hiçbir olay yokmuş gibi maç prosedürü işlemeye devam ediyordu.
net konuşmak gerekirse "hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti" kıvamına gelmesem de hissettiğimiz korkunun adrenalin duygusuna epey bir üstün geldiği dakikalardı. karşımızda sırf türk olduğumuz için bizden öldüresiye nefret eden bir kitle vardı. üzerimize yağan maddelerden korunmaya çalışmak dışında birşey yapamıyorduk ve güvenlik önlemleri yok denecek kadar azdı. bir anlık bir kıvılcım gerçekten "istenmeyen olaylar" kıvamına getirebilirdi. arkamızdaki reklam panolarından mütemadiyen gelen bozuk para çarpma sesi insanı cephede savaşıyormuş hissiyatına sokuyordu.
birkaç dakika süren şoku atlattıktan sonra neden orada olduğumuzu hatırlayıp daha gür sesle tezahürat yapmaya başladık. sayıca az olmamıza rağmen çıkardığımız sesten rahatsız olan karşı tribünler de milliyetçi marşlarla ve hiç durmayan davulları ile gürültü çıkarmaya devam etti. sahada, atılan maddeler yüzünden birkaç kere oyunun durması dışında kayda değer birşey yoktu. o sezonun finalisti takımımız, olaylardan fırsat bulup da izleyebildiğimiz dakikalarda gördüğümüz kadarıyla, o sezon alıştığımız oyununu oynayarak rakibini sürklase ediyordu. ancak saha dışında aksiyon hiç bitmemişti. bu da bizim için şaşırtıcı birşeydi. birkaç yıl önce olympiakos maçında kapalıdaki bir tek bayrak için tam teçhizat polislerin kapalıya girişini, uluslararası maçlarda tek bir bozuk para için koparılan kıyameti bilen bizler için; maçın herşeye rağmen oynatılmaya çalışılması gerçekten şaşırtıcı bir durumdu.
bozuk paradan koltukları tribünlere monte eden somonlara, tuvaletlerin kapısının kolundan klozetlerin kapağına hatta çeşmelere kadar herşey atıldı bizim tarafa. bu arada belirtmek gerekir ki klozet ve çeşme gibi "büyük" yabancı maddeler her ne kadar ürkütücü gibi gelse de "görünür" ve kaçılması kolay olduğu için bizlere bir an için nefes aldırıyordu ama esas "mola" rakip tribünün polislerle ettiği kavgalar sırasında oluyordu. acab felsefesinin olaydan bihaber "kamil" polislere atkı açtırıp fotoğraf çektirmekten öte olduğunu canlı canlı görüyorduk, ne de olsa avrupa...
polis lafı geçmişken bizi sınır kapısından alıp salona getirenler ve daha sonra rica minnet çağırılanlar haricinde maç için sadece birkaç sivil polisin görevlendirildiğini söylemekte fayda var. bu da oraya gitmekte ne kadar haklı olduğumuzu gösterir nitelikteydi. zira akın akın gelen takviye birliklerin bile baş etmekte zorlandığı bu kitle eğer biz gitmesek birkaç sivil polisi meze niyetine götürüp bütün hıncını ve hırsını sahadaki bir avuç sporcumuzdan alacak; her rum kesimi-türkiye eşleşmesinde yaşanan olaylar yine yaşanacaktı. bunu düşündükçe huzur buluyor, havada süzülerek gelen çeşmeye bile gülümseyerek bakabilir hale geliyor hatta arkamızdaki reklam panosundan mütemadiyen gelen metalik sesin kafamızı sıyırıp giden yabancı maddeler olduğunu bile unutuyorduk.
öyle bir ruh haliyle dakikalar geçerken takımımız istediği ve hakettiğini yavaş yavaş alıyor, istanbul'dan yüzlerce kilometre ötede yaşayıp her daim tribün ortamına özenen delilerin hasretiyse gayet sağlam bir deplasmanla diniyordu. maçın bitimine birkaç sayı kalmış, bir abimizle hala daha gelen takviye polislerin saf tutma çabalarını izleyip "iyi ki geldik" konulu bir sohbet yapıyorken karşı tribün son bir gayretle ayaklanıp yunan milli marşını gür sesle söylemeye başlamıştı. etrafımızdakiler dahil tüm polislerin bir anda hareketlenmesiyle birşeyler olacağını hissediyorduk ki türkiye lehine tezahüratlarla karşılık vermeye başladık haliyle. kısa bir süre sonra bizim tribünün önünde olan ve yedek oyuncularımızın oturduğu kulübemsi şeyin içinde büyük bir patlama oldu. kızların panik içine içeriye koşuşu ve bizim tribünün aşağıya doğru inme çabaları sonucu yaşanan itiş kakış sırasında bir an kafamı kaldırınca havada süzülüp bana doğru gelen kırmızı bir şeyi farkettim.
normalde gözlük kullanıyor olsam da o itiş kakışta birşey olur diyerekten yanıma almamıştım. o halimle belli bir mesafeden sonraki yazıları okuyabilmekte ve bazı detayları seçebilmekte zorlanıyordum. nitekim o kırmızı şeyin ne olduğundan, epeyce bir yanıma gelene kadar tam emin olamadım. az önce bizim yedeklerin ayaklarının dibinde patlayan maytaplardan biriydi. büyük bir gürültü ile irkildiğimde kendimi birkaç sıra yukarıda bulmuştum. üst sıradan bir abimizin muslerayı kıskandıran bir refleksle gelen şeyi bloke edip beni de üst sıralara doğru çektiğini, orda mal gibi kalmaya devam etsem o hikayenin en iyi ihtimalle ayağımın dibinde patlayacağını birkaç dakika sonra öğrenecektim. biraz şans, biraz da yardımseverlik sonucu "hababam güm güm güm" olmaktan son anda yırtmıştım uzun lafın kısası...
bu olaydan sonra zaten rakip tribün önünde saf tutmakta olan güvenlik güçlü arkadaşlar taaruza geçti. biber gazı-jop kombosuyla rakip tribünü döve döve dışarı attılar. o arbede sırasında bütün sporcular ve teknik ekipler soyunma odalarına kaçtı haliyle. yaklaşık 1 dakika içinde rakip taraftarın tamamı dışarı çıkarılmış oldu. o biber gazı salonun içinde yayılmaya başladıysa da rum polislerin bizi salonun en uzak köşesine almış olmasından sebep, duyuları çok hassas birkaç kişi dışında etkilenen olmadı ilk anda. bu arada maçın başından beri ısrarla oynatmaya çalışan gözlemciler yine devreye girdi, biber gazına boğulan tribünler önünde ve sporcu sağlığı açısıdan son derece riskli bir ortamda kalan 3-4 sayının oynanmasını istediler.
sahaya iki takımdan da sadece 6'şar oyuncu ve birer teknik adam döndü ve güç bela kalan sayıları oynayıp maçı tamamladılar. tribünde tek kalmanın rahatlığıyla son sayıları nevizade geceleri eşliğinde izledik. son sayıyla birlikte nefes bile almakta zorlanan, hatta kusmamak için kendini zor tutan oyuncular can havliyle soyunma odalarına kaçarken; rum polislerin yol vermesiyle bizim tribün de kendine ayrılan bölümün en alt kısmına kadar indi. tabi iner inemz o dakikaya kadar çıkış kapılarının önünde duruyor oluşumuzdan dolayı farkedemediğimiz biber gazıyla da merhabalaştık, birkaç dakika içindeyse iyice içli-dışlı olduk. gazın yoğunluğu hafiften zorlasa da polislerin koridorlara çıkarma çabalarını takımı görmeden olmaz diyerek geri çevirdik.
biber gazının sarhoşluğunu(!) atlattıktan sonra türkiye'ye sürekli gidip gelen tecrübeli kişilerin önderliğiyle klasik maç sonu makaraları yapmaya başladık. bizim sesimiz çıktıkça dışarıya çıkarılmış ama hala dağılmamış olan rakiplerimizin sesi de yükselmeye başladı haliyle. belki bu sözlükte spor dışına çıkmak pek doğru değil ama, bir anda kendimizi istiklal marşını okurken bulduk. dışarıdaki bağırış çağırışın desibeli iyice arttı, kapılara atılan yumruk/tekmelerin sesini, o itiş kakış içindeki bağırmaları hatta tek tük darp seslerini. bu durum bizi daha da hırslandırdı açıkcası, istiklal marşı biter bitmez "daağ başını duman almış" diye onuncu yıl marşıyla devam ettik. kuvvetli bir kapı sesini takiben birkaç heyecanlı tosuncuk salonun uzak köşesinde görünmüştü ki salonun muhtelif köşelerinde boş boş dolanan ve kulüp çalışanı sandığımız sivil polislerin reaksiyonuyla içeriye giremeden geri döndüler.
koşturmaca sesleri ve uzaklaşan bağırış-çağırıştan anladığımz kadarıyla ikinci bir gazlı müdahalenin ardından dışarısı iyice sakinleşti. biz de rutin makaramıza geri dönüş yaptık. soyunma odasının kapısına kadar çıkmış olan birkaç genç sporcumuzla * * kah karşılıklı tezahürat yapıp, kah karşılıklı şakalaşarak vakit geçirmeye devam ettik. bir süre sonra sporcuların salondan ayrılma vakti geldi. önce apollon takımı çıktı, bizlere korkuyla bakan gözleri onları alkışlayarak yolcu etmemizle yerini şaşkın bir ifadeye bırakmıştı. neden sonra olayın şokunu atlatıp bize alkışlarla karşılık verebildiler.
onların ardından nihayet sıra bizim takıma geldi. soyunma odasının kapısında birer ikişer görünmeleriyle bütün gecenin yorgunluğu da uçup gitti. tribünle sahayı ayıran demirlerin üzerine tünemiş olan benim gibi sivrilerle tek tek "çak" yaparak nefes almanın git gide zorlaştığı salonun çıkışına doğru ilerlediler. bizlerden yavaş yavaş uzaklaştıkları sırada patlayan "şampiyon" tezahüratıyla şöyle bir dönüp geriye baktılar, biber gazından yüzü gözü şişmiş sıfatımıza bakarken gözlerinde oluşan tedirginliğin aksine teşekkür eden gülümsemeleriyle el sallayarak onları bekleyen araçlarına gittiler. onların hemen ardından biz de dışarıya çıkıp yaklaşık 1 saatin sonunda doğru dürüst nefes alabilme imkanına kavuştuk. kısa bir bekleyişin ardından otobüsümüze binerek gecenin karanlığında sınır kapısına doğru tekrardan yola çıktık.
her deplasmanın klasiği gidişe nazaran çok daha hızlı ve vukuatsız bir yolculukla sınır kapısına ulaştık, toplu fotoğraf çekiminin ardından toplanma noktamıza dönüp dağıldık. bu arada sınıra yaklaşırken yavaş yavaş çekmeye başlayan telefonlarımıza düşen sayısız çağrı ve mesajlardan maça ait haberlerin tez yayıldığını öğrenmiş olduk; bu da kafada hazırlanan "temiz maç" senaryolarının çöpe gitmesi anlamını taşıyordu.
65-70 dakika süren bir maç için öğleden sonra 3 sularında başlayan yolculuğun sonu gecenin 1 buçuğunda evde alınan duşla noktalanmıştı. kıbrıs gibi 1 saatlik yolun bayağı uzun olduğu bir yer için göğsünü gere gere "deplasmana gittim" dedirtecek kadar uzun, ortalama bir taraftarın kolay kolay yaşayamayacağı kadar aksiyon dolu, nihayetinde galatasarayla dolu bir akşamdı. ses tellerim çokta iflas etmiş, başım kazan gibi olmuş, kulaklarım uğulduyor, gözlerim yanıyor olsa da; o gece başımı yastığa koyduğumda hissettiğim tek şey huzurdu. galatasaray için savaşan 15-20 kişilik bir topluluğu yüzlerce kudurmuş köpeğin arasında bırakmamış olmanın huzuru...
hani green street elite'de bizim "yanki" matt der ya "önemli olan birilerinin senin arkanı kolluyor oluşunu bilmek değil, senin onların arkasını kolladığını biliyor olmak" diye. bizimkisi de o hesaptı işte...
fikstürün çekildiği günden itibaren aylarca sürse de, maceramız maçtan iki hafta önce başlamıştı aslında. kasım ayının son gününde oynanması planlanan maç, oynanmasına günler kala bir hafta ötelenince alarm zilleri hafiften çalmaya başlamıştı. zira bu öteleme maçı "fikstürün en aziz günü"nün bir gün sonrasına iteliyor, bu da katılımı neredeyse sıfırla çarpıyordu. her derbi maçında olduğu gibi 7 aralık 2011 galatasaray fenerbahçe maçı için birkaç uçak dolusu galatasaray taraftarı istanbul'a gidecekti ancak apollon deplasmanına gidecek kafilenin neredeyse tamamını da içinde barındıran bu kitleden sadece ertesi gün sabah uçağına yer ayırtmış olan bir azınlık bu deplasman için rum polisinin verdiği toplanma saatinde adaya ulaşabilmiş olacaktı. sayı günden güne azalsa da organizasyondan vazgeçilmemiş, kah anne baba ile günlerce tartışılarak, kah dışişleri bakanlığına kimlik numarası verilerek günler geçmiştir.
derken maç günü gelip çatmış, bir gece önce oynanan derbide muhteşem futbolun yanında fenerbahçe'ye üç tane yuvarlamış olmanın verdiği dinginlikle güne başlanmıştım. son derece sıradan geçen bir derbi sonrası günü heyecan içinde geçirmiş, nihayet vakit gelince de toplanma yerine doğru yola koyulmuştum. gittiğimde kimseyi görememiş olmamı ilk etapta "erken" gitmiş olmama bağlıyor, dakikalar geçtikçe maçla ilgili aldığım son mesajda geçen "sayımız beklediğimizden az olabilir" uyarısında geçenin "ne kadar az" olduğu konusunda derin düşüncelere dalıyordum. acabalarla geçen, gelen gideni acıklı bakışlarla kesmeli dakikaların ardından birer ikişer insanların gelmeye başlamasıyla hikayenin startı da verilmiş oluyordu.
"yetkili" abilerin de olay yerine gelip sohbete dahil olmasıyla durumun vehameti(!) anlamaya başlamıştık. başlangıçta 200 civarında olan katılımcı sayısı bir dolu olayın ardından 32'ye kadar inmişti. ancak gel gelelim çağıran bir cimbom vardı yolun ucunda ve çağırıyor olması bile yeterdi. kah bol alkollü, kah yol kenarında topluca işemeli, kah birbirini gaza getirmeli olağan bir "deplasmanbus" yolculuğundan sonra salona vardık. iki spor salonunu ayıran daracık bir koridor ve yanlarından geçen başka bir sokağın kesiştiği noktadaydık. bizimle sınır kapısından beri eskort olarak gelen üç polise salon kapısında bekleyen 10 kadar çevik kuvvet de eklenmişti. yol boyunca süren "adamlar organize olmakta zorlanıyor, dün akşam baktım forumlara hala adam toplamaya çalışıyorlar" muhabbetlerinin üzerine karanlık sokağın ucundan sadece sesini duyabildiğimiz ve aşağı yukarı bizim kadar olduklarını tahmin ettiğimiz rumlarca karşılanınca kafilenin çoğunda olan tribün tecrübesizliğine dair endişelerimiz azalmaya başlamıştı.
salon kapısında belirli belirsiz aranıp apar topar içeri alındık hemen sonra. ilk başta bu aceleciliğe anlam veremesek de içeri adım attığımız anda kafamızdaki soru işaretleri azalmaya başlamıştı. her kıbrıs-türkiye eşleşmesinde olduğu gibi salonun her yerinde yunan bayrakları vardı, karşı tribünün en önünde "kıbrıs helendir" pankartı yine yerini almıştı. salona girişimizle yüzlerindeki gülümsemeyi görünce herşeyi unuttuğumuz, ve daha sonradan konuşunca aslında biz gelmeden önce zor dakikalar geçirdiğini öğrendiğimiz, takımımız ve idari heyetle selamlaşmak için ön sıralara inmemizle karşı tribünün ilgisi yavaş yavaş üzerimize dönmeye başlamıştı. bu sırada zaten dolu olan karşı tribün dışarda bizi bekleyen ve sandığımızın aksine 30-40 kişi değil onun birkaç katı kadar olanların da içeri girmesiyle yükünü tamamen almıştı.
bizi dışarda bekleyen grubu siyah polarları ve kamufle etmeye çalıştıkları ancak nefretle bakan yüzleri sayesinde ayırt edebiliyorduk. bu kişiler zaten aşırı milliyetçi ve faşist olarak tanınan apollon taraftarından ayrı olarak sırf bu rakip türk takımı olduğu için gelen, türkleri öldürüp adayı yunanistan'a bağlamayı hedef edinmiş eoka felsefesini gençlere aşılamaya çalışan elamın üyeleriydi. onların girişiyle zaten var olan sataşmalar iyice artmış, üzerimize yağmur gibi yabancı madde yağmaya başladı. neredeyse 500 kadar "ateşli" rumun önünde açık hedef konumunda 30 kişiydik, üzerimize devamlı olarak maddeler yağıyor, birer ikişer sahaya atlayıp bizim tarafa koşup diğerlerini de gaza getirme peşindeki sivriler güç bela yakalanabiliyor; bu arada şaşırtıcı şekilde saha içinde hiçbir olay yokmuş gibi maç prosedürü işlemeye devam ediyordu.
net konuşmak gerekirse "hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti" kıvamına gelmesem de hissettiğimiz korkunun adrenalin duygusuna epey bir üstün geldiği dakikalardı. karşımızda sırf türk olduğumuz için bizden öldüresiye nefret eden bir kitle vardı. üzerimize yağan maddelerden korunmaya çalışmak dışında birşey yapamıyorduk ve güvenlik önlemleri yok denecek kadar azdı. bir anlık bir kıvılcım gerçekten "istenmeyen olaylar" kıvamına getirebilirdi. arkamızdaki reklam panolarından mütemadiyen gelen bozuk para çarpma sesi insanı cephede savaşıyormuş hissiyatına sokuyordu.
birkaç dakika süren şoku atlattıktan sonra neden orada olduğumuzu hatırlayıp daha gür sesle tezahürat yapmaya başladık. sayıca az olmamıza rağmen çıkardığımız sesten rahatsız olan karşı tribünler de milliyetçi marşlarla ve hiç durmayan davulları ile gürültü çıkarmaya devam etti. sahada, atılan maddeler yüzünden birkaç kere oyunun durması dışında kayda değer birşey yoktu. o sezonun finalisti takımımız, olaylardan fırsat bulup da izleyebildiğimiz dakikalarda gördüğümüz kadarıyla, o sezon alıştığımız oyununu oynayarak rakibini sürklase ediyordu. ancak saha dışında aksiyon hiç bitmemişti. bu da bizim için şaşırtıcı birşeydi. birkaç yıl önce olympiakos maçında kapalıdaki bir tek bayrak için tam teçhizat polislerin kapalıya girişini, uluslararası maçlarda tek bir bozuk para için koparılan kıyameti bilen bizler için; maçın herşeye rağmen oynatılmaya çalışılması gerçekten şaşırtıcı bir durumdu.
bozuk paradan koltukları tribünlere monte eden somonlara, tuvaletlerin kapısının kolundan klozetlerin kapağına hatta çeşmelere kadar herşey atıldı bizim tarafa. bu arada belirtmek gerekir ki klozet ve çeşme gibi "büyük" yabancı maddeler her ne kadar ürkütücü gibi gelse de "görünür" ve kaçılması kolay olduğu için bizlere bir an için nefes aldırıyordu ama esas "mola" rakip tribünün polislerle ettiği kavgalar sırasında oluyordu. acab felsefesinin olaydan bihaber "kamil" polislere atkı açtırıp fotoğraf çektirmekten öte olduğunu canlı canlı görüyorduk, ne de olsa avrupa...
polis lafı geçmişken bizi sınır kapısından alıp salona getirenler ve daha sonra rica minnet çağırılanlar haricinde maç için sadece birkaç sivil polisin görevlendirildiğini söylemekte fayda var. bu da oraya gitmekte ne kadar haklı olduğumuzu gösterir nitelikteydi. zira akın akın gelen takviye birliklerin bile baş etmekte zorlandığı bu kitle eğer biz gitmesek birkaç sivil polisi meze niyetine götürüp bütün hıncını ve hırsını sahadaki bir avuç sporcumuzdan alacak; her rum kesimi-türkiye eşleşmesinde yaşanan olaylar yine yaşanacaktı. bunu düşündükçe huzur buluyor, havada süzülerek gelen çeşmeye bile gülümseyerek bakabilir hale geliyor hatta arkamızdaki reklam panosundan mütemadiyen gelen metalik sesin kafamızı sıyırıp giden yabancı maddeler olduğunu bile unutuyorduk.
öyle bir ruh haliyle dakikalar geçerken takımımız istediği ve hakettiğini yavaş yavaş alıyor, istanbul'dan yüzlerce kilometre ötede yaşayıp her daim tribün ortamına özenen delilerin hasretiyse gayet sağlam bir deplasmanla diniyordu. maçın bitimine birkaç sayı kalmış, bir abimizle hala daha gelen takviye polislerin saf tutma çabalarını izleyip "iyi ki geldik" konulu bir sohbet yapıyorken karşı tribün son bir gayretle ayaklanıp yunan milli marşını gür sesle söylemeye başlamıştı. etrafımızdakiler dahil tüm polislerin bir anda hareketlenmesiyle birşeyler olacağını hissediyorduk ki türkiye lehine tezahüratlarla karşılık vermeye başladık haliyle. kısa bir süre sonra bizim tribünün önünde olan ve yedek oyuncularımızın oturduğu kulübemsi şeyin içinde büyük bir patlama oldu. kızların panik içine içeriye koşuşu ve bizim tribünün aşağıya doğru inme çabaları sonucu yaşanan itiş kakış sırasında bir an kafamı kaldırınca havada süzülüp bana doğru gelen kırmızı bir şeyi farkettim.
normalde gözlük kullanıyor olsam da o itiş kakışta birşey olur diyerekten yanıma almamıştım. o halimle belli bir mesafeden sonraki yazıları okuyabilmekte ve bazı detayları seçebilmekte zorlanıyordum. nitekim o kırmızı şeyin ne olduğundan, epeyce bir yanıma gelene kadar tam emin olamadım. az önce bizim yedeklerin ayaklarının dibinde patlayan maytaplardan biriydi. büyük bir gürültü ile irkildiğimde kendimi birkaç sıra yukarıda bulmuştum. üst sıradan bir abimizin muslerayı kıskandıran bir refleksle gelen şeyi bloke edip beni de üst sıralara doğru çektiğini, orda mal gibi kalmaya devam etsem o hikayenin en iyi ihtimalle ayağımın dibinde patlayacağını birkaç dakika sonra öğrenecektim. biraz şans, biraz da yardımseverlik sonucu "hababam güm güm güm" olmaktan son anda yırtmıştım uzun lafın kısası...
bu olaydan sonra zaten rakip tribün önünde saf tutmakta olan güvenlik güçlü arkadaşlar taaruza geçti. biber gazı-jop kombosuyla rakip tribünü döve döve dışarı attılar. o arbede sırasında bütün sporcular ve teknik ekipler soyunma odalarına kaçtı haliyle. yaklaşık 1 dakika içinde rakip taraftarın tamamı dışarı çıkarılmış oldu. o biber gazı salonun içinde yayılmaya başladıysa da rum polislerin bizi salonun en uzak köşesine almış olmasından sebep, duyuları çok hassas birkaç kişi dışında etkilenen olmadı ilk anda. bu arada maçın başından beri ısrarla oynatmaya çalışan gözlemciler yine devreye girdi, biber gazına boğulan tribünler önünde ve sporcu sağlığı açısıdan son derece riskli bir ortamda kalan 3-4 sayının oynanmasını istediler.
sahaya iki takımdan da sadece 6'şar oyuncu ve birer teknik adam döndü ve güç bela kalan sayıları oynayıp maçı tamamladılar. tribünde tek kalmanın rahatlığıyla son sayıları nevizade geceleri eşliğinde izledik. son sayıyla birlikte nefes bile almakta zorlanan, hatta kusmamak için kendini zor tutan oyuncular can havliyle soyunma odalarına kaçarken; rum polislerin yol vermesiyle bizim tribün de kendine ayrılan bölümün en alt kısmına kadar indi. tabi iner inemz o dakikaya kadar çıkış kapılarının önünde duruyor oluşumuzdan dolayı farkedemediğimiz biber gazıyla da merhabalaştık, birkaç dakika içindeyse iyice içli-dışlı olduk. gazın yoğunluğu hafiften zorlasa da polislerin koridorlara çıkarma çabalarını takımı görmeden olmaz diyerek geri çevirdik.
biber gazının sarhoşluğunu(!) atlattıktan sonra türkiye'ye sürekli gidip gelen tecrübeli kişilerin önderliğiyle klasik maç sonu makaraları yapmaya başladık. bizim sesimiz çıktıkça dışarıya çıkarılmış ama hala dağılmamış olan rakiplerimizin sesi de yükselmeye başladı haliyle. belki bu sözlükte spor dışına çıkmak pek doğru değil ama, bir anda kendimizi istiklal marşını okurken bulduk. dışarıdaki bağırış çağırışın desibeli iyice arttı, kapılara atılan yumruk/tekmelerin sesini, o itiş kakış içindeki bağırmaları hatta tek tük darp seslerini. bu durum bizi daha da hırslandırdı açıkcası, istiklal marşı biter bitmez "daağ başını duman almış" diye onuncu yıl marşıyla devam ettik. kuvvetli bir kapı sesini takiben birkaç heyecanlı tosuncuk salonun uzak köşesinde görünmüştü ki salonun muhtelif köşelerinde boş boş dolanan ve kulüp çalışanı sandığımız sivil polislerin reaksiyonuyla içeriye giremeden geri döndüler.
koşturmaca sesleri ve uzaklaşan bağırış-çağırıştan anladığımz kadarıyla ikinci bir gazlı müdahalenin ardından dışarısı iyice sakinleşti. biz de rutin makaramıza geri dönüş yaptık. soyunma odasının kapısına kadar çıkmış olan birkaç genç sporcumuzla * * kah karşılıklı tezahürat yapıp, kah karşılıklı şakalaşarak vakit geçirmeye devam ettik. bir süre sonra sporcuların salondan ayrılma vakti geldi. önce apollon takımı çıktı, bizlere korkuyla bakan gözleri onları alkışlayarak yolcu etmemizle yerini şaşkın bir ifadeye bırakmıştı. neden sonra olayın şokunu atlatıp bize alkışlarla karşılık verebildiler.
onların ardından nihayet sıra bizim takıma geldi. soyunma odasının kapısında birer ikişer görünmeleriyle bütün gecenin yorgunluğu da uçup gitti. tribünle sahayı ayıran demirlerin üzerine tünemiş olan benim gibi sivrilerle tek tek "çak" yaparak nefes almanın git gide zorlaştığı salonun çıkışına doğru ilerlediler. bizlerden yavaş yavaş uzaklaştıkları sırada patlayan "şampiyon" tezahüratıyla şöyle bir dönüp geriye baktılar, biber gazından yüzü gözü şişmiş sıfatımıza bakarken gözlerinde oluşan tedirginliğin aksine teşekkür eden gülümsemeleriyle el sallayarak onları bekleyen araçlarına gittiler. onların hemen ardından biz de dışarıya çıkıp yaklaşık 1 saatin sonunda doğru dürüst nefes alabilme imkanına kavuştuk. kısa bir bekleyişin ardından otobüsümüze binerek gecenin karanlığında sınır kapısına doğru tekrardan yola çıktık.
her deplasmanın klasiği gidişe nazaran çok daha hızlı ve vukuatsız bir yolculukla sınır kapısına ulaştık, toplu fotoğraf çekiminin ardından toplanma noktamıza dönüp dağıldık. bu arada sınıra yaklaşırken yavaş yavaş çekmeye başlayan telefonlarımıza düşen sayısız çağrı ve mesajlardan maça ait haberlerin tez yayıldığını öğrenmiş olduk; bu da kafada hazırlanan "temiz maç" senaryolarının çöpe gitmesi anlamını taşıyordu.
65-70 dakika süren bir maç için öğleden sonra 3 sularında başlayan yolculuğun sonu gecenin 1 buçuğunda evde alınan duşla noktalanmıştı. kıbrıs gibi 1 saatlik yolun bayağı uzun olduğu bir yer için göğsünü gere gere "deplasmana gittim" dedirtecek kadar uzun, ortalama bir taraftarın kolay kolay yaşayamayacağı kadar aksiyon dolu, nihayetinde galatasarayla dolu bir akşamdı. ses tellerim çokta iflas etmiş, başım kazan gibi olmuş, kulaklarım uğulduyor, gözlerim yanıyor olsa da; o gece başımı yastığa koyduğumda hissettiğim tek şey huzurdu. galatasaray için savaşan 15-20 kişilik bir topluluğu yüzlerce kudurmuş köpeğin arasında bırakmamış olmanın huzuru...
hani green street elite'de bizim "yanki" matt der ya "önemli olan birilerinin senin arkanı kolluyor oluşunu bilmek değil, senin onların arkasını kolladığını biliyor olmak" diye. bizimkisi de o hesaptı işte...