• 2
    12 mart 2013 schalke 04 galatasaray maçı sırasında orospu çocuğu alman polisi yüzünden sağlam bir tanesine sahip olduğum hikayedir.

    efendim maç günü çıktık amsterdam'dan bindik otobüsümüze yol aldık almanya'ya. amsterdam türk dolu. türkiye'den gidenlerin hepsi amsterdam'da idi. kimi cigarasını sarmış, kimi hayat kadınlarıyla pazarlıkta, beri ki bir striptiz kulüpte kucak dansında, kimi casino'da tur parasını çıkartma derdinde maç öncesi stres atmakta.
    çıktık yola maç günü vardık almanya'ya. ulan bir tabela bile yok avrupa'lı iyice ülke kavramından uzaklaşmış. birden dutch dilindeki yazılar almanca'ya döndü. biz de oradan anladık ki almanya'dayız.
    şimdi sıkı dur. bomba geliyor.
    indik veltins arena'nın önünde. çantada bir meşale var. saklıyoruz golden sonra yakacağız. gurbetçi kardeşlerimiz yaklaştı uyardı. aman abi içerde yakmayın. acımazlar.
    dedik buraya kadar gelmiş meşale yanmadan geri dönmez. stadın önünde yakalım en azından. meşale arkadaşımda çakmak bende. yaktık.
    daha meşaleyi havaya kaldırıp ''hiç bir şeye değişşşşş...'' demeye kalmadı hemen yanımda duran yiğidimi orospu evladı bir alman polisi uçarcasına yere yatırdı.
    yapma etme istanbul'dan geliyoruz. yok arkadaş adam nuh diyor peygamber demiyor. this is outside diyorum yani ulan stadın içi değil neyin artistliğindesin baabında. o da bana sadece nein this is german law diyor. yani hayır kardeş burası almanya pastanın üstündeki maytabı yaksan alırım. bu ifade daha sonra bizim yiğide nöbetçi savcı tarafından gerzenkisen polis karakolunda burak 2. golü attığı sıralarda ifadesini verirken söylenmiş.
    neyse sonrası bizim elemanın anlattıkları. 60 kadar türk'ü gözaltına almışlar. kimi kesici madde taşımaktan, kimi meşaleden, kimi de sıkı durun stad etrafında atkı satmaktan...
    ceza 250 euro artı maç biletine el konulması artı maçı izleyememek. maç sonrası ilk seferi için serbestsin. bir kez daha yaparsan stadda maç izlemeyi unut.
    maçtan sonra almanlarla yan yana staddan çıktık. adamlar yıkılmış. biz bin bir türlü makaradayız. ama sıkı mı dönüp bir falan filan yapsınlar. polizei orada ve başına ne geleceğinin farkında.
    bizim elemanın söylemini aynen aktarıyorum.''artık türkiye'de bile meşale yakmam''.

    holiganizmle böyle mücadele edilir aslında ama yine de istanbul'dan geldik bu seferlik idare et yalvarışlarımıza kayıtsız kalan alman polisi sen tam bir orospu çocuğusun.

    maç bitti bizim sevincimiz buruk. maç sonrası arena'nın iki katı trafik kilit. biz kardeşimizi karakoldan almaya gittik. kafalarda soru işareti acaba morali nasıl ?
    baktık ki gurbetçi kardeşlerimizle galibiyeti kutlamış sokaklarda, alman polislere de serbest bırakılırken giderini yapmış ''koyduk mu?'' şeklinde.

    feda olsun dedi. aslolan galatasaray dedi. bekle bizi madrid sırada sen varsın dedi. bir daha meşale yakar mı avrupa'da stad dışında olsa bile şüpheli ama. *

    unutmadan. sadece sıradan her biri galatasaray aşkıyla çarpan oradaki galatasaray taraftarından biri değildi bu kardeşimiz. bugüne kadar hayatı galatasaray için o stad senin bu salon benim gezip duran, hamile eşini yalvar yakar ikna edip yine galatasarayına koşan bu kardeşimiz;

    birçoğunun atıp tutup galatasaraylılığını sorguladığı, fikirlerine etim götüm yorumlar yaptığı, ne yaşı ne adamlığı kendisini sorgulamaya yetmeyeceklerin ağzına sakız olmuş ve sonunda isyan edip adeta intihar etmiş pilot yazar yenilmez armada 1905'tir kendisi.

    o meşale 10 saniye'de bir elden ele dolaşacaktı. kabak yenilmez armada 1905'e patladı. ama kim olursa olsun eminim o siktiğiminin karakolundan çıkarken o yavşak alman polislere koyduk mu yapardı.delirmişiz biz. konu galatasaray olunca mantık rafa kalkıyor.

    bir kez daha bu vesileyle kardeşimize geçmiş olsun diyor bir başka deplasman hikayesinde buluşmak üzere diyorum.

    bazılarımızın hayatısın galatasaray.
  • 3
    bahsi geçen maç, 8 aralık 2011 apollon galatasaray kadın voleybol maçıdır.

    fikstürün çekildiği günden itibaren aylarca sürse de, maceramız maçtan iki hafta önce başlamıştı aslında. kasım ayının son gününde oynanması planlanan maç, oynanmasına günler kala bir hafta ötelenince alarm zilleri hafiften çalmaya başlamıştı. zira bu öteleme maçı "fikstürün en aziz günü"nün bir gün sonrasına iteliyor, bu da katılımı neredeyse sıfırla çarpıyordu. her derbi maçında olduğu gibi 7 aralık 2011 galatasaray fenerbahçe maçı için birkaç uçak dolusu galatasaray taraftarı istanbul'a gidecekti ancak apollon deplasmanına gidecek kafilenin neredeyse tamamını da içinde barındıran bu kitleden sadece ertesi gün sabah uçağına yer ayırtmış olan bir azınlık bu deplasman için rum polisinin verdiği toplanma saatinde adaya ulaşabilmiş olacaktı. sayı günden güne azalsa da organizasyondan vazgeçilmemiş, kah anne baba ile günlerce tartışılarak, kah dışişleri bakanlığına kimlik numarası verilerek günler geçmiştir.

    derken maç günü gelip çatmış, bir gece önce oynanan derbide muhteşem futbolun yanında fenerbahçe'ye üç tane yuvarlamış olmanın verdiği dinginlikle güne başlanmıştım. son derece sıradan geçen bir derbi sonrası günü heyecan içinde geçirmiş, nihayet vakit gelince de toplanma yerine doğru yola koyulmuştum. gittiğimde kimseyi görememiş olmamı ilk etapta "erken" gitmiş olmama bağlıyor, dakikalar geçtikçe maçla ilgili aldığım son mesajda geçen "sayımız beklediğimizden az olabilir" uyarısında geçenin "ne kadar az" olduğu konusunda derin düşüncelere dalıyordum. acabalarla geçen, gelen gideni acıklı bakışlarla kesmeli dakikaların ardından birer ikişer insanların gelmeye başlamasıyla hikayenin startı da verilmiş oluyordu.

    "yetkili" abilerin de olay yerine gelip sohbete dahil olmasıyla durumun vehameti(!) anlamaya başlamıştık. başlangıçta 200 civarında olan katılımcı sayısı bir dolu olayın ardından 32'ye kadar inmişti. ancak gel gelelim çağıran bir cimbom vardı yolun ucunda ve çağırıyor olması bile yeterdi. kah bol alkollü, kah yol kenarında topluca işemeli, kah birbirini gaza getirmeli olağan bir "deplasmanbus" yolculuğundan sonra salona vardık. iki spor salonunu ayıran daracık bir koridor ve yanlarından geçen başka bir sokağın kesiştiği noktadaydık. bizimle sınır kapısından beri eskort olarak gelen üç polise salon kapısında bekleyen 10 kadar çevik kuvvet de eklenmişti. yol boyunca süren "adamlar organize olmakta zorlanıyor, dün akşam baktım forumlara hala adam toplamaya çalışıyorlar" muhabbetlerinin üzerine karanlık sokağın ucundan sadece sesini duyabildiğimiz ve aşağı yukarı bizim kadar olduklarını tahmin ettiğimiz rumlarca karşılanınca kafilenin çoğunda olan tribün tecrübesizliğine dair endişelerimiz azalmaya başlamıştı.

    salon kapısında belirli belirsiz aranıp apar topar içeri alındık hemen sonra. ilk başta bu aceleciliğe anlam veremesek de içeri adım attığımız anda kafamızdaki soru işaretleri azalmaya başlamıştı. her kıbrıs-türkiye eşleşmesinde olduğu gibi salonun her yerinde yunan bayrakları vardı, karşı tribünün en önünde "kıbrıs helendir" pankartı yine yerini almıştı. salona girişimizle yüzlerindeki gülümsemeyi görünce herşeyi unuttuğumuz, ve daha sonradan konuşunca aslında biz gelmeden önce zor dakikalar geçirdiğini öğrendiğimiz, takımımız ve idari heyetle selamlaşmak için ön sıralara inmemizle karşı tribünün ilgisi yavaş yavaş üzerimize dönmeye başlamıştı. bu sırada zaten dolu olan karşı tribün dışarda bizi bekleyen ve sandığımızın aksine 30-40 kişi değil onun birkaç katı kadar olanların da içeri girmesiyle yükünü tamamen almıştı.

    bizi dışarda bekleyen grubu siyah polarları ve kamufle etmeye çalıştıkları ancak nefretle bakan yüzleri sayesinde ayırt edebiliyorduk. bu kişiler zaten aşırı milliyetçi ve faşist olarak tanınan apollon taraftarından ayrı olarak sırf bu rakip türk takımı olduğu için gelen, türkleri öldürüp adayı yunanistan'a bağlamayı hedef edinmiş eoka felsefesini gençlere aşılamaya çalışan elamın üyeleriydi. onların girişiyle zaten var olan sataşmalar iyice artmış, üzerimize yağmur gibi yabancı madde yağmaya başladı. neredeyse 500 kadar "ateşli" rumun önünde açık hedef konumunda 30 kişiydik, üzerimize devamlı olarak maddeler yağıyor, birer ikişer sahaya atlayıp bizim tarafa koşup diğerlerini de gaza getirme peşindeki sivriler güç bela yakalanabiliyor; bu arada şaşırtıcı şekilde saha içinde hiçbir olay yokmuş gibi maç prosedürü işlemeye devam ediyordu.

    net konuşmak gerekirse "hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti" kıvamına gelmesem de hissettiğimiz korkunun adrenalin duygusuna epey bir üstün geldiği dakikalardı. karşımızda sırf türk olduğumuz için bizden öldüresiye nefret eden bir kitle vardı. üzerimize yağan maddelerden korunmaya çalışmak dışında birşey yapamıyorduk ve güvenlik önlemleri yok denecek kadar azdı. bir anlık bir kıvılcım gerçekten "istenmeyen olaylar" kıvamına getirebilirdi. arkamızdaki reklam panolarından mütemadiyen gelen bozuk para çarpma sesi insanı cephede savaşıyormuş hissiyatına sokuyordu.

    birkaç dakika süren şoku atlattıktan sonra neden orada olduğumuzu hatırlayıp daha gür sesle tezahürat yapmaya başladık. sayıca az olmamıza rağmen çıkardığımız sesten rahatsız olan karşı tribünler de milliyetçi marşlarla ve hiç durmayan davulları ile gürültü çıkarmaya devam etti. sahada, atılan maddeler yüzünden birkaç kere oyunun durması dışında kayda değer birşey yoktu. o sezonun finalisti takımımız, olaylardan fırsat bulup da izleyebildiğimiz dakikalarda gördüğümüz kadarıyla, o sezon alıştığımız oyununu oynayarak rakibini sürklase ediyordu. ancak saha dışında aksiyon hiç bitmemişti. bu da bizim için şaşırtıcı birşeydi. birkaç yıl önce olympiakos maçında kapalıdaki bir tek bayrak için tam teçhizat polislerin kapalıya girişini, uluslararası maçlarda tek bir bozuk para için koparılan kıyameti bilen bizler için; maçın herşeye rağmen oynatılmaya çalışılması gerçekten şaşırtıcı bir durumdu.

    bozuk paradan koltukları tribünlere monte eden somonlara, tuvaletlerin kapısının kolundan klozetlerin kapağına hatta çeşmelere kadar herşey atıldı bizim tarafa. bu arada belirtmek gerekir ki klozet ve çeşme gibi "büyük" yabancı maddeler her ne kadar ürkütücü gibi gelse de "görünür" ve kaçılması kolay olduğu için bizlere bir an için nefes aldırıyordu ama esas "mola" rakip tribünün polislerle ettiği kavgalar sırasında oluyordu. acab felsefesinin olaydan bihaber "kamil" polislere atkı açtırıp fotoğraf çektirmekten öte olduğunu canlı canlı görüyorduk, ne de olsa avrupa...

    polis lafı geçmişken bizi sınır kapısından alıp salona getirenler ve daha sonra rica minnet çağırılanlar haricinde maç için sadece birkaç sivil polisin görevlendirildiğini söylemekte fayda var. bu da oraya gitmekte ne kadar haklı olduğumuzu gösterir nitelikteydi. zira akın akın gelen takviye birliklerin bile baş etmekte zorlandığı bu kitle eğer biz gitmesek birkaç sivil polisi meze niyetine götürüp bütün hıncını ve hırsını sahadaki bir avuç sporcumuzdan alacak; her rum kesimi-türkiye eşleşmesinde yaşanan olaylar yine yaşanacaktı. bunu düşündükçe huzur buluyor, havada süzülerek gelen çeşmeye bile gülümseyerek bakabilir hale geliyor hatta arkamızdaki reklam panosundan mütemadiyen gelen metalik sesin kafamızı sıyırıp giden yabancı maddeler olduğunu bile unutuyorduk.

    öyle bir ruh haliyle dakikalar geçerken takımımız istediği ve hakettiğini yavaş yavaş alıyor, istanbul'dan yüzlerce kilometre ötede yaşayıp her daim tribün ortamına özenen delilerin hasretiyse gayet sağlam bir deplasmanla diniyordu. maçın bitimine birkaç sayı kalmış, bir abimizle hala daha gelen takviye polislerin saf tutma çabalarını izleyip "iyi ki geldik" konulu bir sohbet yapıyorken karşı tribün son bir gayretle ayaklanıp yunan milli marşını gür sesle söylemeye başlamıştı. etrafımızdakiler dahil tüm polislerin bir anda hareketlenmesiyle birşeyler olacağını hissediyorduk ki türkiye lehine tezahüratlarla karşılık vermeye başladık haliyle. kısa bir süre sonra bizim tribünün önünde olan ve yedek oyuncularımızın oturduğu kulübemsi şeyin içinde büyük bir patlama oldu. kızların panik içine içeriye koşuşu ve bizim tribünün aşağıya doğru inme çabaları sonucu yaşanan itiş kakış sırasında bir an kafamı kaldırınca havada süzülüp bana doğru gelen kırmızı bir şeyi farkettim.

    normalde gözlük kullanıyor olsam da o itiş kakışta birşey olur diyerekten yanıma almamıştım. o halimle belli bir mesafeden sonraki yazıları okuyabilmekte ve bazı detayları seçebilmekte zorlanıyordum. nitekim o kırmızı şeyin ne olduğundan, epeyce bir yanıma gelene kadar tam emin olamadım. az önce bizim yedeklerin ayaklarının dibinde patlayan maytaplardan biriydi. büyük bir gürültü ile irkildiğimde kendimi birkaç sıra yukarıda bulmuştum. üst sıradan bir abimizin muslerayı kıskandıran bir refleksle gelen şeyi bloke edip beni de üst sıralara doğru çektiğini, orda mal gibi kalmaya devam etsem o hikayenin en iyi ihtimalle ayağımın dibinde patlayacağını birkaç dakika sonra öğrenecektim. biraz şans, biraz da yardımseverlik sonucu "hababam güm güm güm" olmaktan son anda yırtmıştım uzun lafın kısası...

    bu olaydan sonra zaten rakip tribün önünde saf tutmakta olan güvenlik güçlü arkadaşlar taaruza geçti. biber gazı-jop kombosuyla rakip tribünü döve döve dışarı attılar. o arbede sırasında bütün sporcular ve teknik ekipler soyunma odalarına kaçtı haliyle. yaklaşık 1 dakika içinde rakip taraftarın tamamı dışarı çıkarılmış oldu. o biber gazı salonun içinde yayılmaya başladıysa da rum polislerin bizi salonun en uzak köşesine almış olmasından sebep, duyuları çok hassas birkaç kişi dışında etkilenen olmadı ilk anda. bu arada maçın başından beri ısrarla oynatmaya çalışan gözlemciler yine devreye girdi, biber gazına boğulan tribünler önünde ve sporcu sağlığı açısıdan son derece riskli bir ortamda kalan 3-4 sayının oynanmasını istediler.

    sahaya iki takımdan da sadece 6'şar oyuncu ve birer teknik adam döndü ve güç bela kalan sayıları oynayıp maçı tamamladılar. tribünde tek kalmanın rahatlığıyla son sayıları nevizade geceleri eşliğinde izledik. son sayıyla birlikte nefes bile almakta zorlanan, hatta kusmamak için kendini zor tutan oyuncular can havliyle soyunma odalarına kaçarken; rum polislerin yol vermesiyle bizim tribün de kendine ayrılan bölümün en alt kısmına kadar indi. tabi iner inemz o dakikaya kadar çıkış kapılarının önünde duruyor oluşumuzdan dolayı farkedemediğimiz biber gazıyla da merhabalaştık, birkaç dakika içindeyse iyice içli-dışlı olduk. gazın yoğunluğu hafiften zorlasa da polislerin koridorlara çıkarma çabalarını takımı görmeden olmaz diyerek geri çevirdik.

    biber gazının sarhoşluğunu(!) atlattıktan sonra türkiye'ye sürekli gidip gelen tecrübeli kişilerin önderliğiyle klasik maç sonu makaraları yapmaya başladık. bizim sesimiz çıktıkça dışarıya çıkarılmış ama hala dağılmamış olan rakiplerimizin sesi de yükselmeye başladı haliyle. belki bu sözlükte spor dışına çıkmak pek doğru değil ama, bir anda kendimizi istiklal marşını okurken bulduk. dışarıdaki bağırış çağırışın desibeli iyice arttı, kapılara atılan yumruk/tekmelerin sesini, o itiş kakış içindeki bağırmaları hatta tek tük darp seslerini. bu durum bizi daha da hırslandırdı açıkcası, istiklal marşı biter bitmez "daağ başını duman almış" diye onuncu yıl marşıyla devam ettik. kuvvetli bir kapı sesini takiben birkaç heyecanlı tosuncuk salonun uzak köşesinde görünmüştü ki salonun muhtelif köşelerinde boş boş dolanan ve kulüp çalışanı sandığımız sivil polislerin reaksiyonuyla içeriye giremeden geri döndüler.

    koşturmaca sesleri ve uzaklaşan bağırış-çağırıştan anladığımz kadarıyla ikinci bir gazlı müdahalenin ardından dışarısı iyice sakinleşti. biz de rutin makaramıza geri dönüş yaptık. soyunma odasının kapısına kadar çıkmış olan birkaç genç sporcumuzla * * kah karşılıklı tezahürat yapıp, kah karşılıklı şakalaşarak vakit geçirmeye devam ettik. bir süre sonra sporcuların salondan ayrılma vakti geldi. önce apollon takımı çıktı, bizlere korkuyla bakan gözleri onları alkışlayarak yolcu etmemizle yerini şaşkın bir ifadeye bırakmıştı. neden sonra olayın şokunu atlatıp bize alkışlarla karşılık verebildiler.

    onların ardından nihayet sıra bizim takıma geldi. soyunma odasının kapısında birer ikişer görünmeleriyle bütün gecenin yorgunluğu da uçup gitti. tribünle sahayı ayıran demirlerin üzerine tünemiş olan benim gibi sivrilerle tek tek "çak" yaparak nefes almanın git gide zorlaştığı salonun çıkışına doğru ilerlediler. bizlerden yavaş yavaş uzaklaştıkları sırada patlayan "şampiyon" tezahüratıyla şöyle bir dönüp geriye baktılar, biber gazından yüzü gözü şişmiş sıfatımıza bakarken gözlerinde oluşan tedirginliğin aksine teşekkür eden gülümsemeleriyle el sallayarak onları bekleyen araçlarına gittiler. onların hemen ardından biz de dışarıya çıkıp yaklaşık 1 saatin sonunda doğru dürüst nefes alabilme imkanına kavuştuk. kısa bir bekleyişin ardından otobüsümüze binerek gecenin karanlığında sınır kapısına doğru tekrardan yola çıktık.

    her deplasmanın klasiği gidişe nazaran çok daha hızlı ve vukuatsız bir yolculukla sınır kapısına ulaştık, toplu fotoğraf çekiminin ardından toplanma noktamıza dönüp dağıldık. bu arada sınıra yaklaşırken yavaş yavaş çekmeye başlayan telefonlarımıza düşen sayısız çağrı ve mesajlardan maça ait haberlerin tez yayıldığını öğrenmiş olduk; bu da kafada hazırlanan "temiz maç" senaryolarının çöpe gitmesi anlamını taşıyordu.

    65-70 dakika süren bir maç için öğleden sonra 3 sularında başlayan yolculuğun sonu gecenin 1 buçuğunda evde alınan duşla noktalanmıştı. kıbrıs gibi 1 saatlik yolun bayağı uzun olduğu bir yer için göğsünü gere gere "deplasmana gittim" dedirtecek kadar uzun, ortalama bir taraftarın kolay kolay yaşayamayacağı kadar aksiyon dolu, nihayetinde galatasarayla dolu bir akşamdı. ses tellerim çokta iflas etmiş, başım kazan gibi olmuş, kulaklarım uğulduyor, gözlerim yanıyor olsa da; o gece başımı yastığa koyduğumda hissettiğim tek şey huzurdu. galatasaray için savaşan 15-20 kişilik bir topluluğu yüzlerce kudurmuş köpeğin arasında bırakmamış olmanın huzuru...

    hani green street elite'de bizim "yanki" matt der ya "önemli olan birilerinin senin arkanı kolluyor oluşunu bilmek değil, senin onların arkasını kolladığını biliyor olmak" diye. bizimkisi de o hesaptı işte...
  • 1
    baktım da böyle bir başlık yok, benzeri veya emsali de yok. o yüzden açayım dedim. 17 nisan 2013 kayserispor galatasaray maçının tarafımca hikayesini sizlere sunmak istedim.

    önceki hafta arkadaşlar arad, "yürü lan kayseriye gidiyoruz" dediler. söz konusu cimbom olunca akan sular duruyor haliyle. e doğu hamurundan insanız, eti de seviyoruz, hemen başladım hayallere: " muslera, selçuk, sneijder, drogba, burak, pastırma, sucuk, mantııııııı".

    16sı saat 22:00 de denizliyi bilenler bilir pekdemirin önünde toplanmak üzere sözleştik, soğukta bekle bekle gelmeyen otobüse küfrederken saat 12 gibi bindik otobüse. otobüs curcuna. yemin ediyorum ben bu kadar güzel " sen var ya sen" bestesini söyleyen grup görmedim. otobüsün ön tarafıyla arka tarafı maytap yarışına girdiler ve bizim taraf yani ön taraf gösterisiyle rakibini susturdu ve haklı bir "koyduk mu?" çekti.

    derken ve derken çaylı çorbalar molaları geride bıraktık ve sabah 11 de kayseriye ulaştık. polisler bizi pastırmacılar parkının az ilerisinde durdurdu, emniyet sebebiyle. biz yarım saate serbest kalırız diye düşünürken arkadan o sevilmeyen polis ses tonuyla biri seslendi:"saat 3 e kadar burdasınız, isterseniz arkada bi yer var orda bişeyler yiyebilirsiniz!". he polis abi he, o ayazda 4 saat kalacağımızı duyunca biz de çok yerdik. geçtik otobüse beklemeye başladık tıpkı bizden önce gelen hitit üni, ua samsun gibi. assolistler en son gelir hesabı istanbul tayfa da geldi ve saat 14:30 gibi stada doğru 9 büyük otobüs 10dan fazla minibüsle harekete geçtik.

    kıpır kıpır herkes. otobüsteki maytaplardan kayseri de nasibini aldı:
    "eşşekten sucuğu
    cimridir orospu çocuğu
    boynumuzun borcu
    s.kmek ipne kayserinin puştunu"

    yarıla yarıla girdik stada. tabi doğal olarak istanbul tayfa " alayına gideeeeeer" diye diye ilk turnikeye patlattı ve polislere gülerek elle sallaya sallaya stada girdiler. biz de hemen stada girip yerimizi alalım telaşındaydık.

    stada girmek için sıra beklerken, sanki bizden biriymiş gibi sırada bekleyen suat ateşdağlıyı gördük. millet farkedemedi ama ben görünce hemen bağırındım "suat reyyiiiiiiz" diye. güldük ettik. stada girdik hemen bi hatıra fotosu aldık. bilader adam harbiden beyaz saç sakala rağmen karizma ya. eğer ak düşecekse saçlarıma onunki gibi düşsün.

    maç başladı. erken gollerle çığrımızdan çıktık. çıldırmamak elde değil. nasıl sınav notları okunurken 100 aldığını duyarsın, nasıl iddaa kuponun son maçtaki 90. dakika golüyle tutar, işte o heyecanlar var ya, halt etmiş. ben o tek pasları, bindirmeleri, kesmeleri görünce öyle çıldırdım ki, her atakta 3 5 basamak aşağıda buldum kendimi.

    her maçta tribünden biraz daha soğudumu farkediyorum ama. bana nerde durup durumayacğımı kimse gösteremez. tribünde o adamlar milleti bağırttırabilir ama bana el kol yapıp "çekilin lan ordan" diyemez. hadi bu dendi. 3-0 yapmışız arkamdaki elemana telefonu uzattım bilader bi foto çekebilir misin diye, eleman çok net konuştu:"hayır". fesubanallah. tekme tokat girecem bebeye, giymiş üstüne ua montu, racon kesiyor. sığır bilmiyo ki onun izlediği galatasaray maçı kadar benim unuttuğum; onun galatasarayı savunduğu kadar benim milleti susturduğum; onun galatasarayı sevdiği kadar, başka takımı tutanı galatasaraylı yaptığımı. işte bu tipler yüzünden tiksiniyorum. ha komidinin üzerinden 100 $ alan karılar, ha bedava bilet için "reyiz reyiz" diye bağırınıp çakal çakal takılan elemanlar.

    her neyse. toplam 24 saat süren bir yolculuktu. pahalı benzinlikçilerdeki restoranlar yüzünden çorbaları kaşık sürmeden içtik, pardon ekmek bandıra bandıra yedik. adamın biri sordu neden yapıyosunuz bu eziyeti kendinize diye. net konuştum : "sevdadandır".

    ayın 17sinde 17 numaranın attığı 2 golü bi de 14 numarayla harmanladık, çok tatlı bi galibiyet elde ettik. galatasarayım hep böyle oynasın değil 24 saat 214141241 saat bile yol çekerim. bir sonraki istikametimiz aksilik olmazsa karabük.
App Store'dan indirin Google Play'den alın