415
--- alıntı ---
olimpiyat çift şeritli bir yol: bir spor kültürü inşa edip olimpiyata aday olabildiğiniz gibi, aday olarak bir spor kültürü geliştirme şansınız da var. o yüzden bence olimpiyat organizasyonunda kaybeden yok: evet, ioc’nin seçtiği kent, organizasyonu gururla düzenliyor ama seçmedikleri de olimpiyat düzenleyecek tesislere, spor politikasına ve olimpizm duygusuna sahip olmayı öğreniyor, gelişiyor, mesafe kat ediyor.
biz de 20 yıllık olimpiyat serüvenimizde çok mesafe kat ettik, ioc üyelerinin en az 49’u da bu mesafeyi bize çeşitli turlarda verdikleri oylarla onayladılar. bize bu yarışta ikincilik gururunu yaşatan yetkili ve gönüllülere teşekkürü bir borç biliriz.
kaybetmeyi bilmek
zaten günün sonunda bizi üzen yarışta ikinci olmak değil, ikinciliği kabullenme konusunda gösteremediğimiz olgunluk. kaybettiğimiz japonlar’ın dünyanın en güzel kaybedeni olması da mevzuyu daha da ironikleştiriyor! bir japon geleneği olan sumo güreşi müsabakası izlediğinizde, eğer kuralları bilmiyorsanız maçın sonunda kimin kazandığını kimin kaybettiğini anlayamazsınız. kazanırken öyle saygılı, kaybederken öyle olgundur bu japon dostlarımız. bizse maalesef bakan düzeyinde “kına yakın” veya “biz alamadık, siz aldınız mı” olgunluğunda karşıladık mağlubiyeti... yazık...
sportif başarı
üstelik bu yarışta ikinciliğin gurur verici olduğunu gösteren o kadar çok faktör var ki! şu ana kadar yaz olimpiyatlarını düzenleme hakkı kazanan yalnızca 19 ülke var, bunların (çeşitli siyasi travmalardan geçen çin ve kore dışında) 17’sinin olimpiyat katılım sayısı yani olimpik tarihi bizden fazla. yine aynı 19 ülke içinde (meksika dışında) 18’inin madalya sayısı da bizim üstümüzde. yani belli ki olimpiyat komitesi tarih boyunca organizasyon reyini yalnızca kent güzelliğine göre vermemiş, birinci önceliği olimpiyat tecrübesi ve sportif başarı olmuş (türk kamuoyunun bir türlü beğenemediği japonya’nın olimpiyat madalyası sayısı 398, türkiye’ninse 88...)
zaten üç aday şehrin tanıtım filmleri incelendiğinde japonya’nın nerdeyse bütünüyle, ispanya’nın da yarı yarıya spor tarihini ve sporcularını gösterdiğini, bizimse kent tanıtımıyla insanları etkilemeye çalıştığımızı gözlemliyoruz. gerçi itiraf etmek gerekirse bu filme koyacak ne sporumuz kaldı ne sporcumuz: bir kısmı ırkçı, bir kısmı dopingci çıkmış milli gururlarımızı(!) göstermekten çok gizlemeye çalışmamız doğal herhalde!
kent tanıtımı
spor ya da sporcu olmayınca ağırlığı kent tanıtımına vermişiz ama istanbul tarifinde de yıllardır “iki kıtayı bağlama” esprisine takılıp kalmışız! filmimizin başrolünde börekler-çörekler, güzel kızlar-çocuklar ve deniz dışında yine iki kıta bağlama tabelası başrolde, iki eski ve basit tabela... madem bütün tanıtım filmlerimizin başrolünde bu iki tabela oynayacak, bari onları yenileyip elektronik filan yapsaydık ya! bir de şunu merak etmeden duramıyorum: eğer bir gün bir organizasyon yarışında karşımıza iki kıtayı bağlayan bir kazak, bir rus veya bir mısır şehri çıkarsa başka hangi argümanı geliştireceğiz allah aşkına? istanbul’un tek özelliği iki kıtayı bağlamak mı sahiden?
tabii ecnebilerden gizlemeye çalıştığımız gerçeği bu kentte yaşayanlar açıkça biliyorlar: kamera o tabelalardan 30 derece içeri kayarsa köprünün üstünde çilekeş bir trafik var. her gün 3,5 milyon aracın yola çıktığı, her güneş doğuşunda da bine yakın yeni aracın trafiğe katıldığı bir kentte yaşıyoruz biz. tanıtım filmindeki o trafik yok tabii, deniz var bolca. ama o denizde de ulaşım imkânı yok denecek kadar az. mesela beşiktaş’tan vapura binip bakırköy’e gidemezsiniz bu kentte. kadıköy’den deniz otobüsüyle pendik’e ulaşamazsınız. denizi sadece kıta değiştirecekseniz kullanabilirsiniz, ya da şanslıysanız, sabahın köründe tek bir seferi yakalayabilirseniz kabataş’tan istinye’ye filan gitmek mümkün. aksi takdirde trafiğe mahkumsunuz. ama bu kentte yaşayan 13 milyon insanın çektiği çile değil derdimiz tabii, dünyanın kalanını istanbul’un harika bir şehir olduğuna inandırmak sadece...
savaşa da hazırız, olimpiyata da...
istanbul tanıtım filmimizle bu kentin harika bir yer olduğunu da dünyaya inandıracaktık belki ama maalesef savaş denen soğuk, ruhsuz ve kahpe gerçekle yüzleştik. sayın başbakan olimpiyata hazır olduğumuzu dünyaya haykırmadan 24 saat önce savaşa da hazır olduğumuzu iletmişti yeryüzüne. bir kentin hem savaşa hem olimpiyata hazır olması nasıl bir çelişkidir allah aşkına? üstelik başbakan, savaşa hazırız derken neyi kastetti ki sahi? referandum yapılıp halka savaşa hazır olup olmadığı soruldu da ben mi duymadım acaba? veya kimyasal silah kullanan muhataplarımıza karşı her eve gaz maskesi dağıtıldı da benim eve mi ulaşmadı sahi? ben 70 milyonda bir sade vatandaş olarak savaşa hazır değilim sayın başbakan. galiba hiçbir zaman da hazır olmayacağım. arz ederim...
--- alıntı ---
http://skorer.milliyet.com.tr/.../1762287/default.htm
olimpiyat çift şeritli bir yol: bir spor kültürü inşa edip olimpiyata aday olabildiğiniz gibi, aday olarak bir spor kültürü geliştirme şansınız da var. o yüzden bence olimpiyat organizasyonunda kaybeden yok: evet, ioc’nin seçtiği kent, organizasyonu gururla düzenliyor ama seçmedikleri de olimpiyat düzenleyecek tesislere, spor politikasına ve olimpizm duygusuna sahip olmayı öğreniyor, gelişiyor, mesafe kat ediyor.
biz de 20 yıllık olimpiyat serüvenimizde çok mesafe kat ettik, ioc üyelerinin en az 49’u da bu mesafeyi bize çeşitli turlarda verdikleri oylarla onayladılar. bize bu yarışta ikincilik gururunu yaşatan yetkili ve gönüllülere teşekkürü bir borç biliriz.
kaybetmeyi bilmek
zaten günün sonunda bizi üzen yarışta ikinci olmak değil, ikinciliği kabullenme konusunda gösteremediğimiz olgunluk. kaybettiğimiz japonlar’ın dünyanın en güzel kaybedeni olması da mevzuyu daha da ironikleştiriyor! bir japon geleneği olan sumo güreşi müsabakası izlediğinizde, eğer kuralları bilmiyorsanız maçın sonunda kimin kazandığını kimin kaybettiğini anlayamazsınız. kazanırken öyle saygılı, kaybederken öyle olgundur bu japon dostlarımız. bizse maalesef bakan düzeyinde “kına yakın” veya “biz alamadık, siz aldınız mı” olgunluğunda karşıladık mağlubiyeti... yazık...
sportif başarı
üstelik bu yarışta ikinciliğin gurur verici olduğunu gösteren o kadar çok faktör var ki! şu ana kadar yaz olimpiyatlarını düzenleme hakkı kazanan yalnızca 19 ülke var, bunların (çeşitli siyasi travmalardan geçen çin ve kore dışında) 17’sinin olimpiyat katılım sayısı yani olimpik tarihi bizden fazla. yine aynı 19 ülke içinde (meksika dışında) 18’inin madalya sayısı da bizim üstümüzde. yani belli ki olimpiyat komitesi tarih boyunca organizasyon reyini yalnızca kent güzelliğine göre vermemiş, birinci önceliği olimpiyat tecrübesi ve sportif başarı olmuş (türk kamuoyunun bir türlü beğenemediği japonya’nın olimpiyat madalyası sayısı 398, türkiye’ninse 88...)
zaten üç aday şehrin tanıtım filmleri incelendiğinde japonya’nın nerdeyse bütünüyle, ispanya’nın da yarı yarıya spor tarihini ve sporcularını gösterdiğini, bizimse kent tanıtımıyla insanları etkilemeye çalıştığımızı gözlemliyoruz. gerçi itiraf etmek gerekirse bu filme koyacak ne sporumuz kaldı ne sporcumuz: bir kısmı ırkçı, bir kısmı dopingci çıkmış milli gururlarımızı(!) göstermekten çok gizlemeye çalışmamız doğal herhalde!
kent tanıtımı
spor ya da sporcu olmayınca ağırlığı kent tanıtımına vermişiz ama istanbul tarifinde de yıllardır “iki kıtayı bağlama” esprisine takılıp kalmışız! filmimizin başrolünde börekler-çörekler, güzel kızlar-çocuklar ve deniz dışında yine iki kıta bağlama tabelası başrolde, iki eski ve basit tabela... madem bütün tanıtım filmlerimizin başrolünde bu iki tabela oynayacak, bari onları yenileyip elektronik filan yapsaydık ya! bir de şunu merak etmeden duramıyorum: eğer bir gün bir organizasyon yarışında karşımıza iki kıtayı bağlayan bir kazak, bir rus veya bir mısır şehri çıkarsa başka hangi argümanı geliştireceğiz allah aşkına? istanbul’un tek özelliği iki kıtayı bağlamak mı sahiden?
tabii ecnebilerden gizlemeye çalıştığımız gerçeği bu kentte yaşayanlar açıkça biliyorlar: kamera o tabelalardan 30 derece içeri kayarsa köprünün üstünde çilekeş bir trafik var. her gün 3,5 milyon aracın yola çıktığı, her güneş doğuşunda da bine yakın yeni aracın trafiğe katıldığı bir kentte yaşıyoruz biz. tanıtım filmindeki o trafik yok tabii, deniz var bolca. ama o denizde de ulaşım imkânı yok denecek kadar az. mesela beşiktaş’tan vapura binip bakırköy’e gidemezsiniz bu kentte. kadıköy’den deniz otobüsüyle pendik’e ulaşamazsınız. denizi sadece kıta değiştirecekseniz kullanabilirsiniz, ya da şanslıysanız, sabahın köründe tek bir seferi yakalayabilirseniz kabataş’tan istinye’ye filan gitmek mümkün. aksi takdirde trafiğe mahkumsunuz. ama bu kentte yaşayan 13 milyon insanın çektiği çile değil derdimiz tabii, dünyanın kalanını istanbul’un harika bir şehir olduğuna inandırmak sadece...
savaşa da hazırız, olimpiyata da...
istanbul tanıtım filmimizle bu kentin harika bir yer olduğunu da dünyaya inandıracaktık belki ama maalesef savaş denen soğuk, ruhsuz ve kahpe gerçekle yüzleştik. sayın başbakan olimpiyata hazır olduğumuzu dünyaya haykırmadan 24 saat önce savaşa da hazır olduğumuzu iletmişti yeryüzüne. bir kentin hem savaşa hem olimpiyata hazır olması nasıl bir çelişkidir allah aşkına? üstelik başbakan, savaşa hazırız derken neyi kastetti ki sahi? referandum yapılıp halka savaşa hazır olup olmadığı soruldu da ben mi duymadım acaba? veya kimyasal silah kullanan muhataplarımıza karşı her eve gaz maskesi dağıtıldı da benim eve mi ulaşmadı sahi? ben 70 milyonda bir sade vatandaş olarak savaşa hazır değilim sayın başbakan. galiba hiçbir zaman da hazır olmayacağım. arz ederim...
--- alıntı ---
http://skorer.milliyet.com.tr/.../1762287/default.htm