• 1
    cine 5 yüzündendir zaman geçtikçe türeyen astigmatlar, miyoplar.

    98 dünya kupası'nda meksika'nın forması, sarı kafa romanyalılar, zidane, hagi, hagi, hagi... futbolcu çıkartmalı sakızlar olurdu ilk on futbolcuyu tamamlardık onbirinci bir türlü çıkmazdı. mikasa topu olan dünyanın en zengin insanıydı.

    maç yaparken hagi, kavga ederken yeşil rangers olurduk. küslükler en fazla bir gün sürerdi. iyiydik ozamanlar, iyiydik.

    daha yazacak çok şey var da hüzün çöktü hatırladıkça. doksanlarda çocuk olan renktaşlara gelsin, eminim hepiniz bir iç çekiyorsunuzdur dinlerken.

    http://www.youtube.com/watch?v=n5rOvzqwEDQ
  • 3
    taş gibi mikasa futbol topu... falsolu sert bir orta geliyorsa kafa vurmak yürek ister. asfalt üzerinde oynanan futbol... kaleler taştan kurulmuş. top, taşın üzerinden geçtiğinde iç kısımdan mı geçti, dış kısımdan mı? gol mü yoksa dışarıda mı tartışmaları... sokaktan araba geçerken oyunu durdurup beklemek var tabi. uyanıklar pozisyonu tam orada kesmez, savunmaya doğru az daha gelir öyle beklerdi. hatta bazen patates-soğan satan at arabası geçerdi. yine böyle bir maç esnasında bir yaz günü patates satılan bir at arabası geçerken oyunu durdurduğumuzda, ilk kez at penisi görmüştüm ve hayretler içinde kalmıştım. * insan, atı kıskanır mı? kıskanır. ancak büyüdüğünde anlar ki seks cinsel organla yapılmaz, beyinle yapılır. bunu hayatı boyunca anlamamış insanlara üzülürüm hep.

    gün içinde böyle 3-4 maç yaptığımı hatırlıyorum. maç bitince en ucuz serinleme kaynağı olarak meybuz yerdik ya da bedava olanı seçer çağla, erik ağaçlarına dalardık. mevsimine göre elma falan...

    görüp de etkilendiğim, çok heyecanlandığım, konuştuğum ve konuşamadığım sarışınlar var, o mevzulara girmek istemiyorum. gerçekten hayat zor, bir de burada melankoliye düşmeyelim. aslında belki de ben hep melankolideyimdir. hayat bana hep zordur, sizi de bozmayım. sadece bir replik bırakayım şuraya:

    --- alıntı ---

    mathilda: hayat her zaman mı bu kadar zor yoksa sadece çocukken mi?
    leon: bu hep böyle.

    (leon the professional)

    --- alıntı ---

    mathilda'nın mı acısı büyüktü yoksa leon'un mu? hayat gidene mi zordur kalana mı? bir hikayenin bir yananı mı vardır yoksa en az 2 mi? pardon ne demiştim? belki de ben hep melankolideyimdir, hayat bana hep zordur, sizi de bozmayım.

    yonca evcimik soundu çok güzeldi. çelik ateşteyim diyordu. hayatımız ateşte geçti çelik abi, aklımız gitti ama açmayacağım o konuları dedim bir kere. değil paragraflarca yazı; kitaplar, dijital platformlara sayısız dizi-film senaryosu çıkar hayatımdan. girmeyeceğim o konulara. mustafa sandal - araba efsaneydi. tarkan diye birisi giriyordu hayatımıza. demet sağıroğlu, sertab erener... arnavut kaldırımı dinlememiş, o acıyı ruhunda hissetmemiş bir insan bana müzik ya da aşktan bahsedemez. bir keresinde ben ilkokul 4'e giderken (10 yaşındayken), lise 1'e giden (15 yaşında) bir komşu kızı en çok kimi dinliyorsun dediğinde demet-arnavut kaldırımı deyince "off kaç yaşındasın sen ya çok iyi" deyip öpmüştü beni. içimde tuhaf bir şey olmuştu. sevgili hanımefendi, 10 yaşındaki çocuğu da öyle öpmezsin... bunu 3-5 sene sonra mesela ben 15, kendisi 20 iken yapsa çok net yazıyorum işler çok farklı seyrederdi. * bu arada mat-1'de yaş problemleri çözerken, problemin soruda dayatılan şey olmadığını; problemin aslında çok farklı olduğunu zamanla anlarsınız. belki de hiç anlamazsınız. hayatta neyle karşılaştığınıza bağlı.

    galatasaray her zaman aşkın, başarının, tutkunun bir parçasıydı ve öyle olmaya devam ediyor. 90'lar, 2000'lerin başı, şimdi... hiç değişmez. sarı ve kırmızının ayrılmaz güzelliğidir galatasaray. sarı ve kırmızı enteresan gelecek ama bazı liderlik analizlerinde de çok önemli renklerdir. yeşil, mavi, sarı ve kırmızı kategorilerden hangisi olduğunuz test sonucunda ortaya çıkar. lider misiniz ve evet ise nasıl bir lidersiniz sorusunun cevapları belli olur. gerek kendi şirketimin, gerekse başka iş görüşmelerinde şirketlerin yaptığı testlerde istisnasız hep sarı ve kırmızı çıkmam bence tesadüf değil:

    https://gss.gs/cTO.jpeg

    sarı alımlılığı, kırmızı ise dominantlığı temsil ediyor.

    merak edenler için yeşil kategoride huzurlu, dingin, az konuşkan var. mavide ise içe kapanık, düzenli, disiplinli özellikleri var. bunlar bana hiç uğramamışlar. fazla uzatmadan devam edelim. galatasaray varsa heyecan vardır, başarı vardır, kaos vardır, acı vardır, aşk vardır, sevgi vardır (aşk ve sevginin farklı şeyler olmadığını düşünen varsa henüz hayatta hiçbir şey yaşamamıştır. bir insan ya aşık olur ya sever, ikisini aynı anda yaşayamaz diyen var ise o da henüz ileri seviyede bir şey yaşamamıştır da farkında değildir. aşk ve sevgiyi aynı anda tatmak advanced bir durumdur. hayat çok farklı bir hale gelir). neyse, galatasaray hayatın ta kendisidir. bana göre 90'larda çocuk olmanın kronolojik olarak hatırladığım ilk en baba mevzusu 20 ekim 1993 manchester united galatasaray maçıdır. maçın bitişiyle beraber ankara'daki kornalı, bayraklı araç konvoylarıdır. maçın rövanşı yokmuşçasına deli gibi eğlenmektir.

    90'larda çocuk olmak, galatasaray'ın avrupa zaferlerinden sonra sokağa çıkıp araç konvoylarına katılmak, ailenizin arabası yoksa yoldan geçen kamyonun açık kasasına doluşarak gezmektir.

    konudan konuya hızlı hızlı paragraf manyağı gibi olacağız ama aklıma geldikçe yazıyorum. amerikan tıraşı diye bir şey vardı, bence oldukça başarılıydı.

    futbol topunuz patlamışsa, patladığı yerdeki yarığı hafif açıp, içine havası indirilmiş plastik top koyup sonra plastik topa siboptan hava basardınız, işte size futbol topu olurdu.

    sokakta futbola ara verdiğinizde terli, bitkin ve susamışken eve kadar gitmek yerine daha pratik bir çözüm olarak mahalle bakkalına gider ve ağzınızı musluğa dayayarak su içerdiniz. böylelikle annenizin eve gir artık dayatmasını yemeden diğer maça başlayabilirdiniz. mahalle bakkalı demişken kolaların kapağından bedava çıkardı. hangi yaz olduğunu hatırlamıyorum - euro 96'nın olduğu yaz olabilir - hangi kapağın altından bedava çıktığını çözmüştük ve kapaktaki bir figüre bakarak anlayabiliyorduk. ufak bir işaret vardı. o yaz sudan çok kola içmiş, hatta mahallede birçok kişiye ısmarlamıştık.

    papaz eriği, çağla gibi ekşi ürünlere dalarsak evden getirdiğimiz tuza banarak yer, tekrar susardık. * ağaca dalma esnasında bir bina sakini bizi görüp kovalamaya geldiğinde diğerleri kaçardı. ben kaçmayıp "amca ağaca dalıyorlardı, şu tarafa kaçtılar" diye konuşmayı tercih ederdim. sen kimsin denildiğinde "şu binada oturuyorum, onları kaçırmak için geldim ama beni dinlemediler hatta vurdular" derdim. sinirden yüzü pancara dönmüş, koşarak bizi dövmeye gelen amca şefkat yumağına dönüşüp ağaçtan koparıp elime meyveleri doldurduğunda teşekkür edip giderdim. (eğer bu kişi amca değil teyze ise meyvelerin porsiyonu da artıyordu, kafamı okşaması suretiyle şefkatin dozu da) sonra bizimkilerin ganimeti paylaştığı mekanımıza gidip iki cep dolusu mal da ben dökerdim. sonradan adının diplomasi olduğunu öğrendiğim bu şey çok güzeldi.

    kar yağdığında sokakta futbol oynamak başka bir seviyeye çıkıyordu. yerden kayarak müdahaleler falan işin içine giriyordu. amerikan futbolu bile oynanabiliyordu. yaşı kendimden büyük arkadaşlarımla gece yoğun kar yağışı altında ve bembeyaz zeminde amerikan futbolu oynamak, eve donuma kadar sırılsıklam gelmek ve sobanın başında üzerimi değiştirirken kemiklerimin sızlaması diye bir şey var. ancak en güzeli, gece kar yağışı devam ederken eve girmeden önce gökyüzüne baktığınızda pembe morumsu tatlı bir gökyüzü görmekti. 90'ların sonuna doğru yani lise ile üniversiteye geçiş dönemlerinde aktivite değişmişti. önce mahallede abilerimle futbol, amerikan futbolu ne gerekiyorsa yapıyor; sonra biralarımı alıp bir güzelin sokağına gidiyordum. kendisi ailesinden habersiz çok kısıtlı sürede yanıma gelip 5 dakikada beni büyüleyip gidebilirse ne ala. hiç inemediği de oluyordu. o pencereden beni izliyordu gece boyunca. ben ise bembeyaz sokakta, karların altında biramı içiyordum ve pencerenin arkasındaki yüzünü algılamaya çalışıyordum. kızın aşağı inememesi ve sizi pencereden izlemesi, kızla yapabileceğiniz pek çok şeyden bazen daha romantiktir. bunu gerçek romantizm gurmeleri anlar. çok net yazıyorum, hayatının bir döneminde sevdiği kızın penceresinin altında onu izlememiş adamın bir yanı muhakkak eksiktir. ne diyordum, o pencereden beni izliyordu gece boyunca. ben ise bembeyaz sokakta, karların altında biramı içiyordum ve pencerenin arkasındaki yüzünü algılamaya çalışıyordum. belli sayıda biradan sonra kafamın içinde aynı anda karlar düşer, bu kalp seni unutur mu, kara dantel sokağı bir arada çalıyordu. içinde aşk, kar, sarışın, 90'lar, galatasaray, müzik olan bir entry'yi rahmetli kayahan'sız sürdürmek olmazdı.

    kara dantel sokağı:

    https://www.youtube.com/watch?v=qdnAQx3oGAA

    sarı saçlarından sen suçlusun sözleri 18 yaşımda iken bana çok hoş gelse de sonradan işler değişti. hayat böyle değil mi zaten? 8 yaşında gördüğün bir şeyi 18'de farklı, 25'te daha farklı, 35'te bambaşka görüyorsun. gönül işlerinde kimse kimseyi suçlamamalı. bu işin içinde karnında kelebekler uçması da var, unutamayacağın acıların kalbine işlemesi de var. demirden korkan trene binmemeli. bir kimseyi çok sevmişsen ama lütfen dikkatle okuyun "gerçekten çok sevmişsen" onu unutman, bırakman, yok sayman, umursamaman mümkün değil. bir eser okuyun ya da izleyin. 17 yaşınızda farklı, 27'de farklı, 37'de farklı yorumlayacaksınız. hatta x filmdeki y karakterinden 17 yaşındayken nefret etmiştim, oysa 37 yaşında izlediğimde haklı olabileceğini düşünüyorum diyeceksiniz. benim bu şekilde her izlediğimde farklı yorumladığım ve ne kadar değiştiğimi fark ettiğim film, brad pitt'in legends of the fall filmidir. 17 yaşında net ve keskin bir yorum yapmıştım. her şeyi bildiğimi ve hayatın benim doğrularımdan ibaret olduğunu sanıyordum. 22 yaşında net yorum yapamadım, düşünceli kaldım. belki de büyüyordum. 27 yaşında, 17 yaşındaki düşüncem ters yöne doğru kaymaya başladı. 37'de izlediğimde ise, 17 iken düşündüğümün zıttını düşünmeye başladım. buralara girmeyecektik, nereden geldik? karlı ankara gecelerinden. kar yağdığında ankara da güzel oluyor, abant da, düsseldorf da, lienz de fakat bana kalırsa dünyanın en güzel yeri başka bir yer. karlı ankara geceleri demişken, dostoyevski'nin beyaz geceler eserini okudunuz mu? selvi boylum al yazmalım ile kıyasladınız mı? belki de ben hep melankolideyimdir, hayat bana hep zordur, sizi de bozmayım.

    90'ların başında çocuktum, şimdi neyim bilmiyorum. aslında bildiğim tek şeyin, hiçbir şey bilmediğim olduğunu öğrendim sonunda. bunun bir filozofun sözü olduğunu duyup geçmek başka, üzerine düşünmek başka. gerçekten doğruluğunu kendi üzerinde teyit etmek başka. ben gerçekten bir şey bilmiyorum. filozof demişken böylesine bir entry'yi fatih terim'siz geçmek olmazdı. finali imparator ile yapayım. hoca "ben çok kalabalık bir yalnızım" dediğinde beni anlatıyor bu cümle dedim. ben gerçekten çok kalabalık bir yalnızım.

    başka bir şey daha söyledi:

    "imkansız diye bir şey yoktur, mucizeler biraz zaman alır."
App Store'dan indirin Google Play'den alın