• 4
    yazının sonundan başına düşülmüş bir not: karışık, sırasız, plansız bir beyin fırtınasıdır aşağıdaki. eksiği çoktur, anafikri yoktur. düşünce balonudur…

    türkiye, zalimlerin ülkesidir. zalimler bu ülkede spordan siyasete her kurumda egemendir. bu düzen yaşantımızın her alanına sirayet etmiştir. zalimler hegemonyasının en önemli kozu, propaganda gücünü kullanarak geniş kitlelere mazlumu zalim, kendini mağdur göstermektir. bunu türkiye’de her alanda görebiliriz. ama gündemimiz futbol, ona yoğunlaşalım.

    hiç şüphe duymadan şunu söyleyebilirim ki, türkiye futbolunun zalimi fenerbahçe’dir. fenerbahçe ilk kuruluş yıllarında ittihat terakki’nin güdümünde yer alıp cumhuriyet döneminde ise iktidarların halka futbolu sevdirme politikasının merkezinde yer almış bir kulüptür. (1) türkiye’de iktidarlar ne kadar zalimse, tabii ki etkileri karşılaştırılamayacak denli farklıdır ama onlar tarafından yönetilmiş fenerbahçe de o kadar zalimdir. türkiye’nin kabuk değiştirip, ideolojilerin yerini ekonomik değerlerin almaya başladığı dönemden itibaren ise fenerbahçe, iş adamları tarafından yönetilmeye başlamıştır. türkiye’de futbol şiddetini bu boyuta getiren ali şen gibi, kendisine paravan olarak abdullah çatlı’yı kullanan güven sazak gibi isimler yönetti yani fenerbahçe’yi.

    bazı şeyler mayada var. her şey değişebilir, değiştirilebilir, bu değişim kalıcı da olabilir ancak bu bize bir spor kulübünün kökeninde yatan düşünceyi göz ardı etme şansı vermez, hele ki değişim bir yana bu düşünce hâlen büyük etkiler yaratırken. bu fanatik bir yazı değil, yazarı da zaten fanatik değil. bunları fenerbahçe nefretiyle söylemiyorum, zaten fenerbahçe’den de nefret etmiyorum. bir spor kulübü bir insan değildir, kulüplerden değil ancak onları oluşturan insanlardan nefret etmenin bir mantığı olabilir. fenerbahçe kulübü de son derece saygın birçok isme ev sahipliği etmiştir. her neyse, sadece tarihsel gerçeklikten söz ediyoruz. sıkıcı kısmı hemen geçelim: fenerbahçe’nin kuruluş amacı, galatasaray’a rakip olmaktır. galatasaray liseli eski galatasaraylı futbolcu galip kulaksızoğlu, 1 no’lu kurucu ali sami yen’e, kendilerine rakip olacak bir türk takımı daha olmasının çok iyi olacağını söyleyip “buna sen ön ayak ol” cevabını aldıktan sonra galatasaray’dan ayrılıp fenerbahçe’nin kuruluşunda öncülük etmiş ve daha sonra tekrar galatasaray’da futbol da oynamıştır. işbu nedenledir ki fenerbahçe’nin kurucusu bilinmez, aynı nedenle birkaç yıl önce fenerbahçe başkanları arasında yer alan kulaksızoğlu’nun bugün adı silinmeye çalışılır tarihten, aynı nedenle fenerbahçe’nin kurucusu olduğu iddia edilen nurizade ziya songülen’in ismi yaşatılmaz. çünkü bilinir ki, songülen zaten bir isimden ibarettir.

    burada bir parantez açıyorum, bu paragraf hiç okunmadan aşağı geçilse de olur. fenerbahçe’nin kurucusunun belirsiz olması çok mu önemlidir? bir kulübü, bir derneği, bir şirketi, bir ülkeyi hangi bireyin kurduğu bana göre çok önemli değildir. tarihsel gidişat, bir kişinin adını hep ön plana çıkarmıştır ama ortada kitlesel bir hareket vardır. doğru bir örgütlenme olmadan hiçbir şey gerçekleşmez. o örgütlenmede daha fazla pay sahibi olanlar elbette başarılanlarda da daha fazla pay sahibidir; ancak kahramanlar yaratmak yahut yaratılmasına seyirci kalmak gerçekçi insanların işi değildir. bugün ali sami yen için de gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, galatasaray’ı tek başına kuran kişi algısıyla bence yanlış bir itibar görmektedir. son derece saygın ve vizyonu geniş bir beyefendidir, saygıyı hak eden bir insandır ancak genelin sahip olduğu algılar bir yanılgının ürünüdür, kendisine olan saygı yanlış yönden gelmektedir. asım tevfik sonumut’tan emin bülend serdaroğlu’na, boris nikolof’tan milo ve pol bakiş’e, abidin daver’e uzanan 11 kişilik bir kurucu listesi vardır galatasaray’ın ki nikolof ile milo ve pol bakic’in adı dönemin yükselen milliyetçi akımları nedeniyle bu listeden çıkarılmıştır. eksik bir bilgiye sahip değilsem, itibarlarının iade edilmesi gerektiğini de düşünüyorum. ancak türkiye’de böyle şeyler ancak işe yarayacağı zaman ön plana çıkarılır. bir gün bulgaristan yahut karadağ ile bir ilişki söz konusu olursa, ancak o gereklilik hâlinde tarihin tozlu yaprakları (düşününce, ne güzel bir betimleme) arasından çıkarırız ihtiyacımız olanı.

    buraya kadarki her şey girizgâhtı. biraz da fazla ayrıntıya girdim, biliyorum. diyeceğim şu ki, fenerbahçe’nin tekil bir birey olarak kurucusunun kim olduğunun bilinmemesi çok da önemli bir hadise değildir benim gözümde. ancak inkâr politikasının kurbanının kim, inkâr edilenin ne olduğu önemlidir. fenerbahçe, kuruluşunun altında yatan gerçek galatasaray olduğu için arındırmacı bir tarih anlayışını benimsemektedir. ben o dönemlerde yaşamadım, o dönemi yaşayan kimse de hayatta kalmadı. ancak yaşayanların yazdıklarını ve daha sonra yapılan tarihsel incelemeleri okuduğumda, üstüne bir de fenerbahçe’nin sportif ve idari geçmişini eklediğimde bana mantıklı gelen bu. hiçbir belge olmadan “genelde aynı kişiler kurdu” denilen black stocking falan değil.

    kuruluş aşaması bir yana, yaklaşık yarım asır sonra oynanan fenerbahçe – galatasaray basketbol maçında yaşananlar malum ama bir kez daha hatırlayalım. 25 nisan 1955 pazartesi akşamıydı. galatasaray, fenerbahçe’yi 7 sayı farkla yenmesi hâlinde türkiye basketbol şampiyonu olacaktı. bitime 44 saniye kala, 13 sayı farkla öndeydi galatasaray. ve sahaya giren fenerbahçe yöneticisi kesti oyunu, takımını sahadan çekti. kendi sporcusunun itirazı da engel olamadı bu karara. fenerbahçe yöneticileri, kendi takımları şampiyon olamayınca galatasaray’ın olmasını da engellemek için bu derece ahlaksızlaşabilmişti. hükmen 2-0’lık skorla yetinmek zorundaydı galatasaraylı basketbolcular. idarecilerini hariç tutarsak, modasporlular ise eminim bu şekilde gelen bir şampiyonluğu kutlamıyorlardı. o günlerde olmuş, bugün mümkün değil olmaz, basketbol federasyonu olağanüstü toplanıp kupayı ikiye bölerek hem modaspor’u hem de galatasaray’ı şampiyon ilan etti. (2)

    bu ilk değildi. 1951 yılında da fenerbahçe, ligin son maçında beşiktaş karşısına hakemin uyarılarına rağmen iki lisanssız futbolcuyla çıkmış ve hükmen mağlubiyeti kabul etmişti. hükmen mağlubiyet kararı daha sonra alınacağı için o gün oynanan mücadelede de beşiktaş 1-0 geriden 3-1’lik galibiyete ulaşmış, skor 1-0’ken fenerbahçe lefter’in ayağından bir de penaltı kaçırmıştı. bu sonucun ardından 1950–51 futbol sezonu beşiktaş’ın şampiyonluğu, galatasaray’ın ikinciliğiyle sonuçlanmıştı. (3)

    bu gibi durumlarla karşılaştığında galatasaray ise, her zamankinden de iyi oynayarak fenerbahçe’nin şampiyonluk ihtimaline defalarca katkıda bulunmuştur. bunun en son örneği de daha geçen yıl ali sami yen’de bursaspor’la oynanan maçtır. yakın geçmişteki trabzonspor örneği ve gökdeniz’in “galatasaray’dan bunun intikamını alacağız” demeçleri de hafızalardadır.

    daha yakın tarihli olaylara geldiysek, kadıköy’deki futbol terörüne değinmenin de zamanıdır. galatasaray’ın bu stattaki on senelik mağlubiyet zincirinde yaşananları bir hatırlayalım. tribünlerde dayak yiyen, üzerlerine sidik dolu torbalar atılan galatasaraylı taraftarların 6 kasım 2002’nin ardından uzun süre hapishanelerde kaldığının şahidiyim. dönemin yöneticilerinin sahip çıkmaması üzerine bu kişiler galatasaray tribünlerinden elini eteğini çekti, galatasaray tribünü el değiştirerek türkiye’nin en kötü tribünü hâline geldi. (iç saha performansı 17./18) sahip çıkılması gerekir miydi? bu apayrı bir yazı konusu. ama burada şunu söyleyebiliriz ki fenerbahçe kulübü olayın asıl faillerine her zaman sahip çıktı. galatasaray’a karşı ahlakla bağdaşmayacak davranışlarda bulunan fenerbahçeli, bildi ki fenerbahçe kulübü artık arkasında. bundan değil mi ki galatasaray’a fenerbahçe’den gelen futbolcu eski kulübü hakkında kötü konuşmazken, her giden galatasaray’ı yerin dibine geçirdi? bundan değil mi ki fenerbahçe formasını iki gün önce giyen yabancı oyuncular dahi galatasaray karşısında akla hayale gelmeyecek çirkeflikler içine girdi? hangisinin arkasında durulmadı, hangisi adil bir ceza aldı? kadıköy’de yaşanan ibret vesikası tribün olaylarının hangisinde fenerbahçe kulübü hak ettiği ölçüde cezalandırıldı? kafasına yumurta isabet eden hasan şaş’a hakem “at korneri” demedi mi? kafası yarılan hakem 15 dakika sonra çıkıp maç yönetmedi mi? eser özaltındere dövülmedi mi o stadın koridorlarında? gerets’in alnı yarılmadı mı? iki adım yanına ses bombası düşen mondragon kalktı, maç devam etmedi mi?

    ya… şu mondragon’un başına gelenin fenerbahçeli herhangi bir oyuncunun başına geldiğini düşünsenize. mondragon demişti ki, “kulaklarım o an için duymaz hâle gelmişti. ancak yerden kalkmasam bu ülke için çok kötü imaj yaratan bir olayın kahramanı olacaktım. ben de kalktım ve maça devam ettim.” hangi fenerbahçeli yapardı bunu? kadıköy’dekinin onda biri tehlike söz konusu değilken gerek futbol gerekse basketbol maçlarında kafalarını ellerinin, havluların arasına alıp koşan fenerbahçeliler, böyle bir olayda kalkarlar mıydı ayağa? ve kalkmasalar, ne ceza alırdı galatasaray? otto bariç’in ödüllü sahnesi de akıllarda…

    kadıköy’den devam edelim. insan olan galatasaraylılar, insan olan fenerbahçelilerle birlikte buluşup otursun. on senenin on maçı birlikte izlensin. hatta ali sami yen’deki, olimpiyat stadı’ndakiler de izlensin. bariz elle oynamalar, verilmeyen penaltılar, ofsayttan ve faulden atılan goller, atılıp da sayılmayan nizami goller, atak kesen saçma bayrak ve düdükler bir sayılsın… aradaki farkın dudak uçuklatacağını, şu hayattaki her şeyden daha iyi biliyorum. çünkü kendim gördüm, şahit oldum. ve televizyondaki spor programlarını izlemiyorum. sahte gündemleriyle aklıma başka sorular koyarak bana asıl derdimi unutturamadılar. hepsi aklımda, hepsini biliyorum. iki statta yaşanan olaylar tek tek incelensin. ve 19 mayıs 2007 dışarıda tutularak bakılsın (ki onun yüzde yüz haklı bir tepki olduğuna dair ikna edemeyeceğim fikri açık insan olduğunu düşünmüyorum); ali sami yen’de ne oldu? karşılaştırılsın, kadıköy’de olanlar ile. sonra kim kaç maç ceza almış, o karşılaştırılsın. basketbol maçlarında fenerbahçe seyircisi bir kez salondan çıkarılmış mı, galatasaraylılar kaç kez çıkarılmış, sayılsın.

    bakın tekrar söylüyorum, ben fanatik bir adam değilim. antu’yu gördüğümde ne hissediyorsam, ona yakınını galatasaray forumlarını okurken de hissediyorum kimi zaman. insan olmayı, galatasaraylı fenerbahçeli beşiktaşlı olmaktan öncesine koymayı tercih ediyorum. insan olmayanı sevmiyorum. ama ben bir şiddet olayında sadece olayı kınayıp geçemiyorum da. planlanmamış şiddet, anlık hadisedir. şiddeti doğuran faktörler, anlık olaylardan çok daha önemlidir ve bana göre gerekirse şiddet uygulanarak da bunun önüne geçilebilir. ben bunu çok zor kabul ettim. şiddeti her hâl ve şartta lanetlerdim ama hayır, yok öyle bir dünya. hiçbir egemen güç demez ki, “aa devrim mi yapıyorsunuz, o zaman benim devrim kapandı, ben çekileyim.” savaşır, sen de savaşırsın, yener ya da yenilirsin. ben bu ülkenin futbolunda da devrim istiyorsam, her türlü şiddeti, hayır, kınayamam. ben galatasaray taraftarına sikini tutup gösteren, kışkırttığı insanları tribünün çökme ve hâliyle ölme tehlikesiyle karşı karşıya bırakan, götüyle top tutan volkan demirel’e “şu kadar maç ceza alsın” diyemem, bunun cezası bu değil. onu da alması gerekir ama yeterli değil. türkiye’de yaşıyoruz ve bu hareketlerin karşılığının ne olduğu konusunda kendimizi kandırmamıza gerek yok. bunu yapan adamı döveceksin. çok da net söylüyorum, hak etmiştir. arkadaş bırak dayağı, git bir köy kahvehanesinin önünde yap o hareketi bak ne oluyor? ha, bu ülkede adalet de zalimlerin elinde olmasaydı da düzgün işleseydi, o zaman yaşanmazdı bunlar, gerek kalmazdı. ama biz ideal toplumun hayalini kurmaktan, yaşadığımız güncel dünyanın gerekliliklerine uymayı unutuyoruz bazen. “gerektiğinde” oyunu kuralına göre oynayacaksın, oyun onların oyunuysa. başka türlü olmuyorsa öyle yeneceksin ki sonra kendi oyununu kurasın. engels’in dediği gibi zoru zorla yeneceksin yani, gerektiğinde. ama arada masum insanlar zarar görmeyecek, yoksa onlara benzersin. bir de adresi yanlış seçmeyeceksin, bu gereklilik durumu sürekli hâle gelmeyecek, her şeyden tahrik olmayacaksın yani. bugün şiddete maruz kalan benim doğru adrese şiddet uygulamaya hakkım vardır; bu benim şiddeti meşrulaştırdığım anlamına gelmez. ben onların şiddetini yendikten sonra çünkü kendi dünyamı kuracağım, onda şiddete gerek duymayacağız. burada “onlar” yerine çok şey koyulabilir, ben bu noktada soyut (ya da “genel” diyelim) konuşmuş olmayı tercih ediyorum.

    tabii şunu söylemiyorum; tribün şiddeti her hâl ve şartta meşrudur. bunu söylemiyorum. her şey düzgün de işlese bir şekilde şiddet eyleminde bulunacak insanların çok fazla olduğunu biliyorum. çok fazla olmayı geçtim, çoğunluğu bunların oluşturduğunu biliyorum. bugün galatasaray taraftarı, bir şiddet eyleminin ardından yukarıda söylediklerimi ve daha fazlasını gerekçe olarak sunabilir. ama bu, yukarıda sözünü ettiğimiz gereklilik hâllerinin doğru seçileceğinin, kurulması istenen yeni oyunun adil olacağının, sözünü ettiğimiz tüm bu haksızlıklar olmasa benzer şeylerin yaşanmayacağının garantisi değildir. açalım…

    . gereklilik hâllerinin doğru seçileceğinin garantisi değildir çünkü bu üzerinde çok tartışılarak belirlenmesi gereken bir tavırdır ve futbolda olay akışı bu şekilde gerçekleşmez, daha çok her kafadan bir sesin çıktığı bir oyundur futbol. ve aynı grubun içindeki birinin doğrusu diğerinin doğrusuyla örtüşmediği gibi iki fikriden birinin diğeri tarafından kabul görmesi de söz konusu değildir. bireysel olarak –diyelim ki– ben bir olayın şiddet gerektirdiğini düşünebilir, dahası benim gibi düşünenlerle bir eyleme geçebilirim. ama bu eylem büyük ihtimalle doğru olmayacaktır. (yalnızca 19 mayıs 2007’de doğru olmuştur.) o zaman nihayet, büyük harflerle, futbolda şiddet olmamalıdır, futbol zaten bir spordur! ama kuru kuru şiddet olmamalıdır demenin de hiçbir anlamı yoktur, aslolan şiddeti doğuran unsurları ortadan kaldırmaktır. bu olmadıkça, tartışmalar tavuk ve yumurta ekseninde kalacaktır. (şunda hâlen ısrarcıyım: taraftarın taraftara, taraftarın futbolcuya, taraftarın antrenöre şiddeti rakibe ya da kendi tarafına olsun yanlıştır. ancak… volkan demirel, o terbiyesizliği yaptığı binlerce -insanın temsil ettiği milyonlarca- insanın herhangi birinden dayak yediğinde şikâyet etme hakkına sahip değildir. hak etmiştir. serdar ortaç dayak yediğinde nasıl içimin yağları eriyorsa, onda da eriyecektir.)

    . istenenin adil oyun olduğunun garantisi değildir çünkü tarih ezilen bir ulusun, ayağa kalkmayı başardığında kendisinin de kıyıcı olabildiğine defalarca şahit olmuştur. yine de önemli olan andaki durumdur. daha sonra yapılacak yanlışları biz bugünden hesap edemeyiz. insani değerler, onlara sahip olanları ezilenin yanında olmaya iter. günü geldiğinde o da ezmeye kalkarsa ya da uygun şartlar oluştuğunda zaten eziyorsa da karşısında.

    . ve yine bu, sözünü ettiğimiz tüm haksızlıklar olmasa benzer şeylerin yaşanmayacağının da garantisi değildir. bunu da fenerbahçe taraftarı dediğimiz tribün bütününün ruh hâlinden ve aksiyonlarından anlayabiliriz. biraz üzerinde duralım bu noktanın.

    galatasaraylı insan, fenerbahçe’yi sevmiyor. buraya kadar bunun nedenlerinin yalnızca bir kısmına değindik. türk futbolunda adam öldürme devrini, kıyıcılığı başlatan ali şen’e değinmedik mesela. güven sazak – ülkü ocakları ilişkilerine değinmedik. aziz yıldırım’a bile değinmedik yahu! tamam, kadıköy’deki terörün yaratıcısı ta kendisi ama özel olarak hakkında hiçbir şey söylemedik. gözlemcilerden bıçak gizleyen kulüp menajeri sustalı kemal’in, dalga geçilir gibi “gözlemciler kurulu başkanı” olmasının da baba-oğul fenerbahçe’ye en çok katkı sağlamış ailenin ikinci kuşak hakeminin merkez hakem komitesi’nin başına atanmasının da lafını etmedik. polisin galatasaray taraftarına ayrı, fenerbahçe taraftarına ayrı muamelesini de konuşmadık. bunların hiçbiri fanatik bir hezeyanın getirdiği inanışlar değil, yaşanıp görülmüş gerçekler. devam etmiyorum. peki, fenerbahçeli galatasaray’dan niye nefret ediyor? düşünüyorum, şunca yıllık geçmişte galatasaray’ın fenerbahçe’ye vurduğu en büyük darbe graham souness’ın diktiği bayrak. yahu o da ne kadar güzel ve medeni bir tepkidir! fenerbahçe tribünü yumurta atar, taş atar, çiş atar; bu kadar lafı edilmez. ali tanrıyar, şampiyonluk kutlamasının zafer sarhoşluğuyla, dönemin popüler şarkısı ve galatasaray tribünlerinin vazgeçilmez tezahüratına gönderme yaparak “cimbom’u sevmeyen ölsün” dedikten sonra üç dakika içinde beş defa özür diler. fenerbahçeli futbolcular ise şampiyonluk kutlamasında hep bir ağızdan “ananı sikeyim galatasaray” der ama biri yirmi senedir unutulmaz diğerinin iki saat bile üzerinde durulmaz. çünkü güç fenerbahçe’dedir. zalim, yine mazlumu oynamayı en iyi bilendir. sürekli gücün kendisinde olmasıyla övünüp, her nasılsa aynı zamanda kendisini mağdur olarak yansıtabilir. iki şeyi aynı anda düşünemeyen, geri bırakılmış halk için bu bir çelişki değildir. son yirmi yılda yapılmış bütün anketlerde galatasaray taraftarının nicelik üstünlüğü göze çarpar, ama medyanın fenerbahçe ağırlıklı oluşu değişmez gerçektir. birinci sayfa fenerbahçe’nindir, en çok konuşulan fenerbahçe’dir. “fenerbahçe kazanınca gazeteler daha çok satar” diye bir efsane üretilmiş, her nedense bir rakam, bir gerçeklik bugüne kadar gözlerimiz önüne serilmemiştir. bu da bir çelişki değildir geniş kitleler için; işimize öyle geliyorsa o anlık gündemde, fenerbahçe ezilendir. bir başka gün, ezmek övünç vesilesidir.

    ha, şimdi… biz böyle konuşuyoruz da, bir başka kişi, bir eskişehirspor taraftarı örneğin, diyebilir ki yıllarca galatasaray da bizden daha egemendi. doğrudur. geçiyorum eskişehirspor’u, beşiktaşlı ve trabzonsporlu bir taraftar da aynısını söyleyebilir. bu ülke futbolunda birinci güç fenerbahçe’yse, arkasından galatasaray gelir. belki aynı şekilde değildir ama çok olanın sesinin gür çıktığı gibi galatasaray da kimbilir kaç durumda taraftar sayısının ekmeğini yemiştir... o zaman haksızlığa uğrayan herkes şiddete başvurursa yine aynı “ilk taşı kim atacak” sorusu düşer akıllara ki çözümün bu olmadığı da nettir. yine de türkiye’nin en büyük rekabeti galatasaray ve fenerbahçe arasındaysa eğer, en damarına basılan taraftar galatasaray’ındır demek herhâlde yanlış bir tabir değildir. “pkk dışarı” haysiyetsizliğine maruz bırakılan diyarbakırlı kardeşlerimizi unutmazsak eğer.

    yine aynı yere doğru gidiyoruz. yaratılan bu ortamda kimsenin masumiyeti söz konusu değil. adalet dağıtması gerekirken haksızlığın tam ortasında olann kişilerin, işini iyi yapmak bir yana dursun çirkin ilişkilerin parçası olan medyanın, nefreti körükleyen kulüplerin, onlardan nemalanan kodamanların, futbolcuya tekme attıran teknik direktörlerin, tekme atan futbolcuların ve şiddet olaylarının öznesi olan taraftarların hepsi belli oranda kabahatli. kabahatli de… şu yukarıdaki grupta diğerlerinden farklı olanı ayıklayınız sorusunun cevabı taraftar. saydıklarımızın hepsi bu işten kendi kalibreleri ölçüsünde para ve güç kazanırken bir şeyler veren, bu zenginliği yaratan tek taraf, yani taraftar, en büyük cezayı çeker. en çok, en güçsüzün üzerine gidilir. kabahatin ardındaki gerçekler unutulur. yaşananların arkaplanında çok önemli yer kaplayan “adalet duygusunun tatmin olmaması gerçeği” hiç yokmuş gibi davranılır. ve yaşananlar kınanır, sonrasında her şey eskisi gibi devam eder. sonra aynı şeyler tekrar tekrar bir kez daha yaşanır. çünkü ortada alınan bir önlem yoktur. yeni yasa gibi yalanlarla bir şeylerin değişeceği sanılır. hâlbuki yasa ve yasak belirleyiciler yine aynıdır. yine güçlü olan onlar, güçsüz olan taraftardır. ve her nedense, taraftar bu işin bir parçası olma isteğini sürdürür. yani bir parçası olunan, biraz da gramsci’nin hegemonya’sıdır.

    gramsci’nin bıraktığı yerde, bayrağı bir başkası alıyor ve ancak başka türlü insanların yönetimde olduğu bir dünya ile çözümün mümkün olabileceğini savunuyordu. bugün futbol dünyasında da başka türlü insanlara ihtiyaç var. kökten bir yenilenmeye, ahlaklı ve ilkeli başarıların peşinden koşan yönetici, teknik adam ve futbolcular, ama en çok da taraftarlar dışında kimsenin işine gelmeyecek bir değişime ihtiyaç var. başka türlü, biz hep aynı yanlışları yapmaya, aynı sorunları konuşmaya devam edeceğiz. bugün birileri fenerbahçeli küçük çocuklara kıyıp da vuracak, yarın başka birileri galatasaraylı yüzücülere, kürekçilere saldıracak. o onun intikamını alacak, o onun. hiçbir şey daha iyiye gitmeyecek. biz de böyle saçma sapan şeyler üzerine düşünmeye devam edeceğiz.

    1- http://www.tribundergi.com/...php?f=18&t=58188
    2- http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/.../Arsiv/1955/04/26
    3- http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/.../Arsiv/1951/04/09
  • 5
    çok şükür türkiye'de yok denecek kıvama gelmiş olan nane. tabi ki bazen ciddi yaralanmalara, kalıcı hasarlara, ölümlere kadar giden olaylar oluyor ama; harbi "tribün terörü" zamanları geride kalmıştır türkiye için...

    --- alıntı ---
    1985-95 arası berbatdı. rhypnol(roche) diye berbat bir hap düşmüştü piyasaya.
    haplanıp,haplanıp birbirini vururdu millet.ceplerde avuç,avuç dolaşırdı sabahlamlardaki karşılaşmalardan önce dağıtılırdı.vahşet vardı.kan gövdeyi götürürdü.zaten arıza tipler iyice şuursuzlaşırdı.
    uyuşturucuya karşı olan eskiler vardı ama onlar da yılmışlardı mücadele etmekten çoğu yaka silkip elini ayağını çekti.
    inönüde'ki yarı yarıya tribünler,spor sergi atışmaları ve peynirli pide dışında özlenecek,imrenilecek bir halt yok kendi adıma o dönemden.
    doğma büyüme suadiyeliyim daha sonra da fenerbahçe'de yaşadım.
    başlık altında adı geçenlerin çoğunu tanımışlığım vardır fenerbahçe tribününden,arkadaşım veya semtden abilerim olarak.sokakta,duvarın üstünde yaşardık zira biz yaz,kış.
    bir galatasaraylı olarak galatasaray tribünü ile sabahlamak benim için imkansız birşeydi bu yüzden.imkanım olsaydı da içimden hiç gelmezdi.dediğim gibi imrenilecek hiç bir yanı yoktu da zaten.
    dönemi bilenler,hatırlayanlar disko baskınlarını da bilir.gayrettepe'de airport disko vardı.cumartesi günleri gündüz matineleri olurdu.beşiktaşlıların mekanıydı.fenerbahçe tayfası baskın düzenlerdi ortalık savaş alanına dönerdi.bunun kontrasıda kalamış'daki koloni'ye olurdu.beşiktaşlılar'da koloniyi basardı.
    tabii bunlar yılda iki-üç kere olan şeylerdi sabahlamalardan kalan hesabı olanlar için intikam fırsatıydı ama her hafta fısıltı başlardı 'beşiktaşlılar koloni'yi basacakmış' diye.arabaların bagajlarında pompalı tüfekler ile gezildiğini bilirim.
    şu anda tribünlerin durumu nispeten çok daha iyi.en önemlisi uyuşturucu olsa da asla aleni değil ve bunu yücelten insanlar söz sahibi değil.çok düzgün,eğitimli iyi niyetli insanlar organizasyonların içerisinde aktif görev alıyorlar.evladımı gözüm arkada kalmadan maça gitmeye teşvik ederim.
    15 sene önce imkansızdı bu.

    --- alıntı ---

    kaynak: http://www.tribundergi.com/...art=90#ixzz2Sda87Mgh
App Store'dan indirin Google Play'den alın