yıldız savaşları filmi serisinin sonu olan episode vi-return of the jedi (jedi'nin dönüşü), dramatik bir sahneyle final yapar. yıllardır kendisine umut bağlanan; her türlü olumsuzluğa ve imparator palpatine'nin hamlelerine rağmen bir genç adam,
luke skywalker, ewokların yardımı ve "kendisinden önce özgürlüğe başkoyan" ustalarının kendisine olan inancıyla, imparatoru yok eder ve galaksiye özgürlüğü getirir. bu sahnede;
anakin skywalker,
yoda ve
obi wan kenobi'nin silüetleri gururla, bu genç ve cesur adamı gururla seyretmektedirler.
--
fatih terim;
galatasaray'ın başına olimpik şampiyon yaratan bir takımın hocası sıfatı ve sarı-kırmızı aşkın formasını tam 14 yıl boyunca giyip, hakkını vererek terletmiş bir "
bayrak adam" olarak takımın başına geçmişti. yaptığı akıllı hamlelerle, şampiyon olan gençleri, kafasındaki kurguya göre sarı-kırmızı camiaya kazandırmış ve onlara ne kadar güvendiğini, karabük'lerden, zonguldak'lardan, sakarya'lardan bulup getirerek formayı teslim etmişti. hepsinin ortak bir yönü vardı: hepsi önce birer "insandı" ve sonra "o ruha sahip olabilecek kapasitede", "
galatasaraylıydı". yetenekleri çok ama inananı az olan bir öbek futbolcuydu hepsi. bir ışık bekliyordu herbiri, avantür gazino köşelerinde keşfedilmeyi bekleyen sanatçılar gibi....
inat, sabır, kan, ter ve gözyaşlarıyla geçen senelerde onlar için "pili hiç bitmeyecek bir ışık, bir rehber" oldu galatasaray. herbiri "
sabır yemini" etmişti başarılı olmak için! türk futbolu o zamanlar "
şerefli yenilgiler", tuhaf isimli takımlardan alınan "yalan" başarılarla övünüyordu. türk spor medyası ard arda gelen başarıları önce anlayamadı, sonra hazmedemedi, hatta bir büyük kulübün başkanı buna "tesadüf" bile diyebildi.
halbuki herşey plan ve proje sistemiyle işlemişti.
sepp piontek,
jupp derwall, modern futbolun savunucusu
mustafa denizli gibi isimler ve bunca akil insan tarafından harmanlanan; başarıya aç, santra olduğu an itibariyle rakibi "baskın basanındır" felsefesiyle şaşırtan bir grup topçu. ingiltere'ye karşı "golümüz bile" yokken, "londra'da yenmeye gidiyoruz" diyebilen yürekli hocaları vardı mesela başlarında. ya da "kalecimiz sakat olabilir, biz bu mehmet ile şampiyon olmadık mı? hem neden korkuyorsunuz ki,
chelsea kalemize gelebilecek mi?" diyebilen, hırstan gözü dönmüş komutanlarımız vardı.
imparator; her kazanılan ya da kaybedilen maçta, yanındaki "güçten" ilham aldı. çok iyi bir ekibi ve arkasında "
galatasaray ruhu" ile donatılmış "türk olmanın özüyle, damarlarındaki asil kanın bilinciyle atasının yolundan gitmeyi" görev bilen bir anlayış vardı. futbolcularına, askerlerine, taktik disiplini verirken bir yandan onların fatih'in, kanuni'nin, mevlana'nın torunları olduğunu da birlikte veriyordu. dolayısı ile bazı inançsızlar yüzünden kaybettiği zaman olmasa, çok daha önce tutmuş olabilecekti o kupanın bir kulpundan.
parken stadının ortasında ve çimlerin üzerinde o kupayı havaya kaldırdığında; üç kişinin silüeti belirdi imparatorun gözünün önünde;
ali sami bey,
baba gündüz ve
metin oktay. üçü de gururla bakıyorlardı imparatora!
çünkü o; "futbolu ingilizler gibi toplu ve bir takım halinde oynayıp, türk olmayan takımları yenmiş; kendilerine inananları ve sevenleri üzmemişti"
---
bugün kıvırcık saçı surinam asıllı hollandalı var kulübede. bugüne kadar hemen her hocanın, "turistik gezi amaçlı", "gezsin görsün çocuklar buraları" anlayışı ile gencecik adamları takımın ardından kampa götürüp; acaip isimli takımlara karşı oynatıp, daha sonra ilk resmi maçta yine eski isimlere döndüğünü gördük. her gelen yeni hocanın kendi koltuğunun derdine düşmesi, yönetimlerin tuhaf vadeli sözleşmeler (1+1 gibi) önermesinden, kendisine olan inançsızlığın bir nevi panzehiri olarak, "
yerel başarı", "gelecek beni ilgilendirmiyor, aslolan bugündür,
carpe diem baby" kullanmasıdır sıkıntıyı doğuran.
frank rijkaard; oynattığı tüm özel maçlarda, "inandığı gençlerle" yola çıktı. bu inancını ispat edebilmesi için bir de resmi maç oynaması gerekiyordu. türk spor basını keskin kalemlerini, "kırmızı renkli ışın kılıcı" kıvamında hazır etmiş beklemekteydiler ki, hiç beklenmedik birşey oldu! rijkaard, inandığı gençleri sürdü sahaya. herkes o kadar şaşkındı ki, oyuncular bile bir anlam çıkartamadılar bir müddet! bir
avrupa kupası maçı oynuyorlardı işte, hayatlarının fırsatı ayaklarındaydı. işin daha da tuhafı; maç kötü gidiyordu ve tuhaf isimli bir takıma karşı mağlup olmalarına rağmen; kenar yönetimi paniklemiyordu! defans hala paslaşıyor, katalan ekibinin oyun şablonundan örnekler veriyordu.
ne yapacağını şaşıran kalemşörler ve maç yorumcuları, bu duruma hiç hazır olmadıkları için tuhaf tepkiler verdiler. herbiri sağa sola savruldu, ne dedikleri anlaşılamadı. bir sezon önce kewell'in 60 dakika oyuncusu olduğunu savunanlar birden bire, "en harbi kewell'ci" olabildiler, hiç utanmadan! "bu takımın neden yıldızı yok güntekin?" zırvaları yükseldi. çok değil birkaç ay önce "devler ligini" kazanan katalan ekibinin kurucusu ve mimarı olan adamı "eleştirmeye" başladılar. o katalan ekibinde de yıldız yoktu aslında, çünkü herbiri kendi yıldızını yaratmıştı ve bu gerçek maalesef, "kalemşörlerin" yüzünde bir tokat gibi patlamasına rağmen, itiraf edemiyorlardı.
rijkaard inandıkları uğruna, bir uefa macerasını riske edebilmeyi göze alacak kadar "atamın yolundan giden", "istikbalin özkaynaklarda olduğunu bilecek kadar işbilir", cesur ve işbirlikçi bir hocayken, "yapamayan eleştirir" örneğini çok da güzel sergiledi tüm
kutsal ittifak medyası!
ilkleri hep galatasaray yazar, aynen tarihi de yazdığı gibi. bir gün yine bir avrupa'da bir arenada, orta sahanın ortasında; "inandığı askerleriyle" beraber bir haçlı kupa daha kaldırırken göreceğiz, bu cesur surinam'lıyı.
kulübede yine çok iyi bir ekibi ve ardında inandığı gençler olacak ama yine üç silüet gururla izliyor olacak o sahneyi:
johann cruyff,
jupp derwall ve
rinus michels.