• 1
    kim olduğu, neler yaptığı bir yana, adı bile pek bilinmez. bir kısmımız için de, nerede olduğunu bilmediğimiz bir spor salonunun adıdır yalnızca. ya da bir okulun ismi. tuhaf. değil mi?

    bundan daha tuhafı galatasaray camiası da adını neredeyse unutmuştur onun, galatasaray liseliler dışında tabi. çünkü liseliler için, adı mektepteki iki spor salonundan birinde yaşatılan bir spor insanıdır o. eskilerde, çok eskilerde kalmış. o kadar.

    adı selim sırrı’ydı. şimdilerde vatan toprağı olmayan uzak bir yerde mora yarımadası’nın yenişehir feneri’nde doğmuştu. askerdi babası. o henüz iki yaşındayken karadağ’daki muharebelerde şehit düşmüştü baba miralay (albay) yusuf bey. selim sırrı ve iki kız kardeşiyle dul kalan annesi zeynep hanım istanbul’a gelmişti eşinin ölümünden bir süre sonra, erkek kardeşinin davetiyle. selim sırrı’nın asker olan dayısı sahip çıktı bu yetim aileye. ta ki abdülhamit aleyhtarlığı gerekçesiyle jurnallenip fizan’a sürülünceye kadar. (sahi fizan sembolik bir yerin değil, başkent istanbul’a en uzak, padişahlık toprağının adıdır bugünkü libya’da.)

    yaramaz, çok yaramaz bir çocuktu selim sırrı. okula gitme yaşına gelince annesi elindeki değerli eşyaları satıp mekteb-i sultani’nin (galatasaray lisesi) müdürü ismail bey’in kapısını çaldı. elindeki bütün parayı vererek oğlu selim sırrı’nın bu para bitinceye kadar mektepte yatılı okutulmasını rica etti müdür’den. ismail bey merak etmemesini söyledi zeynep hanım’a. orası koca ve köklü bir ocaktı. bir küçük haşarı çocuğa mı sahip çıkamayacaktı? bir küçük selim sırrı’yı ehlileştiremeyecekti?

    ehlileşmedi küçük selim sırrı. sürekli yanındakiyle konuşan, sessizliği bozan, izin almadan yerinden kalkan, her şeyi, her şeyi ihlal eden bir öğrenciydi. okulun eğitim anlayışına göre “terbiyesiz” bir çocuktu. ama kendine göre de okul idaresi çocuktan anlamıyordu. (sahi bunu düşünen yedi yaşındaki bir öğrenciye çocuk demek mümkün müdür artık?)

    sürekli ceza aldı selim sırrı. hiçbir dersi sevmedi. jimnastik hariç. daha okuldaki ikinci gününde sevdalanmıştı bu derse. bir rum okul görevlisi yeni ve minicik öğrencileri koridora ikişer ikişer dizip, onları kendi şivesiyle “avans, dusman” (“avance, doucement”. fransızca “yavaşça ilerleyin”) diyerek tuhaf bir salona götürdüğünde düştü bu sevda minicik kalbine.

    evet tuhaf bir salondu orası. mini mini öğrenciler, zemini kumla kaplı, tavanlarından ipler sarkan, sırıklar, salıncaklarla dolu bu salonu korku dolu bakışlarla incelemişlerdi.

    onları karşılayan güler yüzlü, tatlı bakışlı, yakışıklı herkül gibi bir adam, “burası nedir bakayım çocuklar” diye sorduğunda hiçbiri bilemedi nerede bulunduklarını. (sahi ne tuhaf aletlerdi onlar.)

    “burası jimnastikhanedir. burada koşacaksınız, atlayacaksınız, bu iplere tırmanacaksınız’’ dedi bu herkül görünüşlü öğretmen. yüksekte duran salıncakları göstererek, “bunlarda sallanacaksınız, uğraşa uğraşa nihayet benim gibi kuvvetli olacaksınız.’’ (sahi ne güzel bir cümleydi bu, henüz kendilerinin lulliput ülkesi halkına benzediğini bile bilmeyen minikler için.

    adının sonradan faik bey olduğunu öğrendikleri bu sevimli gulliver, “bakınız şimdi size biraz jimnastik yapayım da görünüz” deyip bir ipe tırmanmaya başladı. işte selim sırrı’nın gönlüne jimnastik sevdası mektebin daha ikinci gününde böylece düştü.

    hüzünlü bir çocuk kalbi

    sene sonunda jimnastik dersinden “aferin” almıştı. sevincinden koşa koşa eve koştu, anneciğine bu güzel haberi vermek için. “anne müjde, birinci çıktım, bak yaldızlı kitap aldım” dediğinde çok sevinmiş olmalıydı zeynep hanım. biraz da şaşırmış. çünkü bütün bir sene boyunca cezadan başka bir şey almamıştı bu yaramaz çocuk. (sahi o çocuk muydu böylesi başarılı olan?)

    bu yüzden öpüp kokladı yaramaz oğlunu. kucağına oturtup sevdi onu, gözleri dolu dolu. “anlat bakayım” dedi, “hangi dersten birinci çıktın da bu yaldızlı kitabı verdiler sana.” “jimnastikten anne, jimnastikten” diye yanıtladı selim sırrı anneciğinin sorusunu, “sen beni mektepte görsen şaşarsın, iplerin taa tepesine tırmanıyorum, daha ne marifetler yapıyorum.”

    yavaşça yere bıraktı oğlunu zeynep hanım. yüzü değişti. neşesi gitti. “ben seni mektepte okuyup adam olasın diye verdim. iplere tırmanasın diye değil. ben böyle mükâfat istemiyorum.”

    412 selim sırrı, hem iplere tırmandı, hem de adam oldu, zeynep hanım’ın dediğinin tersine. annesinin müdür ismail bey’e verdiği para sekiz sene idare etti. bitince başka bir okulun yolu göründü selim sırrı’ya. halıcıoğlu’ndaki mühendishane-i berrî-i hümâyûn’a gidip, askeri mühendis oldu. artık bir istihkâm subayıydı. (sahi jimnastikten başka bir derse sevdalanmayan bu yaramaz çocuk nasıl da öğrenivermişti fiziği, matematiği, coğrafyayı bir mühendis olabilecek denli?)

    giydiği üniforma, kazandığı para, yaptığı meslek ne olursa olsun bir sporcuydu. ömrünün sonuna kadar hep sporu düşündü. sporun içinde kaldı. oydu, izmir’de görevliyken futbol oynayan ingilizler’i bir süre seyredip “ben de oynayabilirim” diye izin aldıktan sonra topa ilk vuran müslüman. isveç’e gittikten sonra “fizyoloji ilminin doneleri karşısında kanaati sarsılıp”, bireysel spor yerine kollektif spor anlayışını türkiye’ye getiren de. 1909 senesinde berlin’de gerçekleştirilen uluslararası olimpiyat komitesi (ıoc) kongresi’ne katılan da oydu. türk milli olimpiyat komitesi’ni kuran da.

    kimse gayret göstermedi onun kadar, sporu türkiye’de yaygınlaştırmak için. ülkenin ilk beden eğitimi öğretmenlerini o yetiştirdi. voleybol sporu onun katkılarıyla gelişti türkiye’de. tamamı sporla ilgili tam 58 kitap yazdı, 2500’ü aşkın makale kaleme aldı. yurdun her tarafında sporla ilgili 1500’ü aşkın konferans verdi. bunların toplamı 28 bin 748 sayfaydı. (sahi şimdilerde vakit bulunamıyor bırakalım yazmayı, 58 kitabı okumak için bile.)

    ve de belki sporla en ilgisiz bir şey. ama sonradan dönüp gelmiş ve sporun göbeğine yapışmış bir tribün şarkısı. hani uluslararası her karşılaşmada hep beraber söyleyip takımlarımızı desteklediğimiz marş. hani marşlar içinde en sevdiğimiz olanı. hani dağdan, dağın başından, dumandan, güneşten, ufuktan, gökten, denizden bahseden o güzeller güzeli tezahüratı. hani gazi’den bize miras kalmış olan. işte o marşı da selim sırrı’ya borçluyuz. (sahi ne büyük bir borçtur bu, yani bizim selim sırrı’ya olan.)
    bakın çantasına acep nesi var?

    selim sırrı isveç’ten ülkeye, sadece spora bakış anlayışını değiştiren isveç jimnastiğiyle değil, toparladığı isveç şarkılarıyla birlikte dönüyordu. bu şarkılardan biri de “tre trallande jäntor” yani “şınanay diyen üç hoppa kız”dı.

    şarkının sözleri isveç’in milli şairi kabul edilen gustaf fröding’e aitti. köylük yerde biraz rahat davranan üç genç kızın hareketlerini taklit eden üniversite öğrencilerini gördüklerinde utançlarından yerin dibine girmesinden bahsediyordu şiir. isveç şiirini geleneksel tarzdan kurtaran fröding’in bu şiirini besteleyen ise felix körling’di.
    sene 1916’ydı. çanakkale zaferi’nin etkisi bitmiş, birinci dünya savaşı’nın osmanlı’yı bitirme noktasına getireceği görülmeye başlamıştı. yavaş yavaş üzüntü ve kedere boğuluyordu millet. selim sırrı istanbul darülmuallimin mektebi’nde beden eğitimi öğretmeniydi. felix körling’in bestesini biraz değiştirerek notaya dökmüş, bu müziğe bir söz yazmasını rica etmişti ali ulvi (elöve) bey’den. işte “dağ başını duman almış” böyle doğmuştu. amaç türk gençliğine bir nebze de olsa ümit vermektir.

    "dağ başını duman almış" marşı'nın bestesinin orijinali felix körling'e (solda) aitti. selim sırrı isveç'ten dönmeden önce felix körling'le konuşmuş, ve bestesinin notalarını almıştı. istanbul'a döndükten sonra notaları çok az değiştirerek bir marş formatına soktu besteyi.
    mustafa kemal çanakkale dönüşü bu marşı öğrenmiş selim sırrı’dan, 19 mayıs’ta samsun’a çıktıktan sonra ankara’ya giderken hep bunu söylemiş, söyletmişti: “anadolu’nun dağ başlarını, tekerleklerini çuvalla doldurduğumuz kırık dökük otomobillerle aşarken, bu marşı söyletmeyi yanımda bulunanlara âdet ettirmiştim.” (sahi bir marşın sözleri ancak bu kadar mı uyar hayata, gerçeğe?)

    sonra. sonra unutuldu bu marş ankara’ya varılınca. daha doğrusu bu marşla gazi’nin ilgisi unutuldu. ta ki 1930’ların ortasına kadar. ne zaman ki gazi’nin bu marşı söylediği ortaya çıktı, yeniden ihya edildi bütün memlekette.

    “dağ başını duman almış” doruğa ise 17 mayıs 2000’in serin ve sarı-kırmızı zafer kokan bir bahar akşamında çıktı. kopenhag’da, parken’da. sahadaki türk takımını bir avrupa kupası finalinde hiç susmadan söyledikleri “dağ başını duman almış”la destekledi onbinler. o güne kadar binler, onbinler bu marşı ne bu kadar duygulu söylemişti, ne de söylerken gözlerinden yaş akmıştı. (sahi böylece kuzey memleketlerinde doğmuş olan bir şarkı, memleketine yakın bir yerlere dönmüş oldu aslında. ama bambaşka bir duyguyla, bambaşka bir renkle.

    selim sırrı tarcan da, 3050 numarayla üye olduğu çok sevdiği galatasarayı’nı o kuzey gecesinde yalnız bırakmamıştı işte. oradaydı. gözleri yaşlı biçimde dağ başını söyleyen binlerin, onbinlerin kalplerinin bir köşesinde. varsın bu marşı söyleyenler onun adını bilmesinlerdi. gümüş dere orada akıyordu. kopenhag’da. oradaydı. parken’da. koltuksuz ve biletsiz. ama kalplerde.

    ps: bu büyük spor insanını 2 mart 1956′da kaybettik. su gibi aziz olsun.

    http://gayin-sin.net/...ani-bugun-kaybettik/
App Store'dan indirin Google Play'den alın