---
ekşi'den alıntı ---
"atatürk’ün yaveri salih bozok, şuursuzca sarayın merdivenlerinden aşağı koştu. alt katta boş bulduğu bir odaya dalıp kapıyı kapattı. az sonra içeriden tek el silah sesi duyuldu. sesi duyup odaya koşanlar, onu kanlar içinde buldular. tabancasından kalbine sıktığı bir kurşunla devrilmişti."
1993’te sarı zeybek’i bu cümlelerle noktalamıştık. o günden sonra belgeseli izleyen, kitabını okuyan hemen herkes bana salih bozok’u sormaya başladı. atatürk’ü uğruna ölecek kadar seven bu adam kimdi? ne olmuştu ona? kurşunu kalbine sıktıysa daha sonra o günü nasıl anlatabilmişti? onlara biraz daha sabretmelerini söylüyordum. yazıda hatalı bir sözcük vardı: bozok, merdivenleri “şuursuzca” inmemişti. ben, bu önemli ayrıntıyı belgesel yayınlandıktan sonra salih bozok’un hayatta kalan tek çocuğu muzaffer bozok’tan öğrenmiştim. seksen yaşındaki muzaffer bozok, zaman zaman yaşaran gözleriyle daha dün gibi hatırladığı o uğursuz 1938 yılını şöyle anlatmıştı:
“ben o yıl on yedi yaşında, galatasaray’da onuncu sınıfta talebeydim. babam ise savarona’daydı. bana haber yollamış, "bu hafta sonu araba göndereceğim. gelsin, onunla konuşacaklarım var,"diye. ‘eyvah, yine top oynadığımı duydu, haşlayacak,’ diye korktum. kızdı mı çok sert olur, hatta döverdi. o gün bir makam arabası kapıya dayandı. ‘moskof ziya’ diye tanınan üniformalı bir şoför beni evden aldı. arabada kel ali "ali çetinkaya" de vardı. elini öptüm. birlikte savarona’ya geçtik. o ters, aksi, vurdu mu çınlatan babam gitmiş, yerine sevecen, cana yakın bir adam gelmişti. beni karşısına oturttu. ‘bak evladım,’ dedi, ‘artık koca adam oldun. seninle açık konuşacağım. hakikatleri bilmelisin: atatürk çok hasta. son günlerini yaşıyor. onu ancak bir mucize kurtarır. sağlığı için hep dua ediyoruz, ama şayet ona bir şey olursa ben de yaşamamaya kararlıyım. benim için ondan sonra hayat düşünülemez artık’ bunları o kadar ciddiyetle söylemişti ki, ben karşısında ağlamaya başladım. ‘ağlama oğlum. erkek adam ağlamaz,’ dedi; içeride uyuyan atatürk’ ün sesimi duyup rahatsız olabileceğini söyledi; beni susturdu. konuştuklarımızın aramızda kalmasını istedi. annemler o sıra avrupa’daydı. onlara da telgraf çekip bir an önce trenle dönmelerini istemiş. ‘sen de kendine çekidüzen ver. annenler gecikirse senin yapacağın şeyler var. ailenin erkeği sensin. annen, ablaların sana emanet. oku, memleketine faydalı bir adam ol,’ dedi. babam bunları söylerken hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. hiçbir şey söyleyemedim. beni öptü ve uğurladı.
henüz on yedi yaşındayken babasının ölüm kararını kendisinden dinleyen bir çocuk ne hisseder? korku?.. endişe?.. hüzün?.. belki hepsi birden... sonradan bir sabah, bir başka ayrıntıyı öğrenmiş muzaffer bozok... okula gitmek üzere kapıdan çıkarken, banyoda tıraş olan babası, “gel evladım öpeyim seni,” diye yanına çağırmış. orada vedalaşırken babasının göğsünü örttüğünü fark etmiş. meğer salih bozok, atatürk’ün ardından seçebileceği en kolay ölüm yöntemini belirlemek için hekimlere danışmış. atatürk’ü tedavi eden doktorlardan birine, “doktor; insan, kalbinin hangi tarafına kurşun yerse ölür?” diye sormuş. doktor, “aç göğsünü göstereyim,” demiş. bozok, doktorun parmağıyla gösterdiği noktayı hemen tentürdiyotla işaretlemiş. “yanlış yere nişan alıp ona kavuşamamaktan korkuyordum,” demiş daha sonra... yani 10 kasım sabahı muhafız kumandanı ismail hakkı tekçe’nin odasında yaptığı şey, “şuursuz” bir kederin yansıması değil, aylar süren bir hazırlığın sonucuymuş. bozok, odaya girdikten sonra tam işaretlediği noktaya sıkmış kurşunu... ancak vücudu çok yağlı olduğu için kurşun kalbini bir-iki milimetrelik bir sapmayla sıyırmış, ciğerini boydan boya delip geçmiş, sırtına saplanıp kalmış. dostları kanlar içinde hastaneye kaldırmış bozok’u... operatör “kara” kamil bey’in vücuttan çıkardığı o kurşunu, salih bozok’un kızı, ölünceye dek boynunda kolye olarak taşımış.
10 kasım 1938’i anlatırken, “o sabah ben her zamanki gibi mektebe gittim,” diyor muzaffer bozok: “saat 09.30’da müdüriyete çağırdılar. ‘eve gitmen lazım,’ dediler. sokağa çıkar çıkmaz olanları anladım. çünkü bayraklar yarıya inmişti. evimiz, osmanbey’deydi o zaman... ‘nerede babam?’ diye sordum. ‘şişli sıhhat yurdu hastanesi’nde,’ dediler. koşarak gittim. olup biteni orada öğrendim. atamı kaybetmiştim, babamı da kaybetmek üzereydim. babam, canı çok kıymetli bir insandı. böyle bir şeyi nasıl yapabildiğine inanamadım önce... ancak atatürk sevgisi o kadar büyüktü ki, onsuz bir dünyayı anlamsız buluyordu.”
kaynak: yaveri atatürk'ü anlatıyor - can dündar
---
ekşi'den alıntı ---