121
--- alıntı * ---
17 mayıs´ta neredeydin?
17 mayıs 2000 tarihinde neredeydim? nerede olduğumu asla unutmayacak olduğum bir yerdeydim. ve orada bir ilk yaşanacaktı. olimpiyat oyunları ya da dünya kupası gibi dev organizasyonların dışında ilk kez bir kulüp takımının maçı izlenecekti. bitişi değil ama başlangıcı adnan polat saatini gösterdiğinde ilgili ilgisiz herkes oturduğu yere mıhlanacaktı. taksim’de, sultanahmet’te, izmir cumhuriyet meydanı’nda, ankara kızılay’da, kampüslerde, yatılı okul bahçelerinde yüzler binler hayatlarının en heyecanlı anlarını yaşayacaklardı.
“sultanahmet meydanında kurulmuş olan dev ekranın karşısındaydım, ama maç başladı ve dev ekrandaki görüntü gitti. yayın ekibi teknik aksaklığı gidermeye çalışırken maçı ilk 5-6 dakikası çoktan geçmişti bile. arkadaşla birlikte resmen çıldırdım. hemen yakınlardaki restoranları araştırmaya başladık ve allahtan meydandaki bir küçük otelin giriş katındaki cay bahçesine girdik ve maçı 15-20 kişilik turist+otel müşterisi+sokaktaki vatandaş ile birlikte hop oturup hop kalkarak izledik.”
“o zamanlar çağlayan’da oturuyordum. ve maçı bütün mahalle halkı ile birlikte sokağımızda seyretmiştik. fenerbahçelisi beşiktaşlısı trabzonlusu ve diğer takımı tutan bütün herkes galatasaraylıydı o gün. özellikle galatasaray ataklarında hop oturup hop kalkıyorduk.”
“sultanahmet´te dev ekran kurulacak diye bir duyum alınca 5 arkadaş çapa´dan sultanahmet’e geçtik turistlerle maç izleme hevesiyle sonrasında orada bir organizasyon olmayacağını fark edince tam eve dönecektik ki beyazıt ta üniversite bahçesinde ekran kurulmuş bilgisi geldi ve oraya geçtik. gittik gördük ama bize göre ortam değildi ne alkol vardı ne galatasaray´dan başka ilgimizi çeken bir şey. hemen taksiye atlayıp kocamustafapaşa da ki hayatım boyunca unutamayacağım anılarla dolu evime geçtik.”
evlerde de nefesler tutulmuştu. bu maç tek başına izlenmezdi. çayını demleyip karı-koca misafirleriyle maçı izleyenler, bira-çerez vazgeçilmezini tercih edenler, alkol sevmeyenler gazozları ile televizyonların başındaydı. onlar sadece galatasaraylılar da değildi.
“evet, 17 mayıs günüydü. eskişehir´de öğrencilik günlerimizin en güzel dönemiydi. maç saatini iple çekmiş, çerezimizi ve ucuz yollu 1,5 litrelik fruko gazozumuzu ayarlamışız. beşiktaşlı iki ev arkadaşımla birlikte konuşlandık 37 ekran televizyona. anten ise bir sigara kâğıdı. her şey mükemmel, hava güzel, tişörtlüyüz. ekrana uzaklığım 1,5 metre yok.”
“99 depremi sonrası hala yaraların sarılmadığı hala ürkek bakışların olduğu kocaeli’de ben, babam ve fenerli kardeşimle izledik maçı daha doğrusu ben sadece dinledim uzatma dakikalarına kadar çünkü izleyemiyordum maçı heyecandan odamda radyoyu açıp dinledim.”
maçı kopenhag’da parken stadında izleyebilmiş olmak, en çok ne isterdin sorusuna galatasaraylıların en çok verdiği yanıtlardan biri olurdu.
“kopenhag´a inip havaalanına girdiğimizde uçaktan inen herkes ıslıkla "oooleey ooley ooleyoleyooley göklerde yıldız gönüllerde aay şampiyonsun galatasaraayy" tezahüratını çalıyordu ve o sessizliğin içinde bayağı gürültülü bir şekilde çıkan bu ıslık sesi gerçekten ağlatıcı güzellikteydi. noluyor be diye odalarından çıkan havalimanı çalışanlarının gülümseyerek bizi izlemelerini asla unutmayacağım. sonra sarı kırmızı tivoli meydanı, sarı kırmızı tribün, başlangıç düdüğü, parken stadium´u inleten ´burası sami yen buradan çıkış yok!´ ile gözlerin buğulanması, heyecandan nerdeyse hiç konuşamayarak izlenen bir beş yüz dakika, kolu çıkan bülent’in sargıyla oyuna girmesi üzerine gelen "dağ başını duman almış" sırasında kulakların hasar görmesi, hagi´nin kırmızı kart görüp çıkmasıyla kopup ağlamaya başlamam yüzünden öfkeyle kaşlarını çatıp ´saçmalama!´ saçmalama!´ diye bağıran tanımadığım bir adam…”
“gece orada, parken’de, popescu’nun vurduğu kalenin tam arkasındaki tribünde olmanın verdiği duygusal yük mü desem, bir gece önce tivoli de döner almaya çalışırken holigan saldırısı yiyip, polis koridoruyla kurtarılırken tv de annemin beni görüp ağlaya ağlaya araması mı desem, bileti maça 2 saat kala 40 dakika uzaktaki otelde unutmam mı desem, hepsi hala o kadar sıcak, o kadar güzel ki...”
orada olmak bazıları için imkânsızdı evet. kimileri maç için yapılacak harcamaları iki ayda ancak kazanabiliyordu. kimileri de vardı bir saatte o paraları kazanıyordu. ne var ki, duyulan heyecan, gösterilen sevinç ortaktı. belki bu sınıfları bir süreliğine yok eden illüzyondu. kana karışan afyondu. aynı zamanda bir aşktı, fakir oğlanın zengin kıza, zengin kızın fakir oğlana, bir komünistin fosforlu cevriye’ye olan aşkıydı ya da tersi.
“17 mayıs’ta sevgilimleydim. ilk kez âşık olmuştum. belki de son kez idi. bilemezdim. kısık gözlerinin kenarlarından kaçışıp duran kırlangıçların hiç göç etmeyeceğini sanırdım. dünyanın kalbi bir pısar, bir coşardı göğüs kafesinde... 17 mayıs’a randevu vermiş sarı-kırmızı heyecanımı oracığa gömerdim.. kulağımı dayar dinlerdim kalbinden yükselen “cim bom” coşkusunu.. umut üflerdi nefesiyle. karışırdı nefesime, tutardım, 17 mayıs akşamına dek, biriktirirdim. nefesiyle nefesimin hiç tükenmeyeceğini sanırdım…
17 mayıs’ta sevgilimleydim. ilk kez âşık olmuştum. belki de son kez. bilemezdim. taffarel’in bir yunan tanrısı gibi devleşip ateşten topu tokatladığı an, benim donup kaldığım andı. oysa birazdan sevgilimin ellerinde eriyip çözülecektim.. hagi, alanlarda en çok da onuruyla çarpışan devrimciler gibi dövüşüyordu. ancak alanlar ona dar geliyordu; onu oyundan gönderiyorlardı, kalbime doğru. bir sonsuz, hagi’yi kalbimde taşıyacak olmanın gururundan gözyaşlarım dökülüyordu. dökülenleri, sevgilim elleriyle topluyordu birer birer..
artık son yumruğu indirmek, zafer marşlarıyla koşmak zamanı gelip çatmıştı. o ölümcül yumruğun kahramanı elbette popescu olacaktı. bulutların üzerinden iniverdi bir an. o indiğinde biz çoktan bulutların üzerinde sarı-kırmızı bayraklarla dönüyorduk dünyanın etrafında. dünya durmuş, sadece biz dönüyorduk. ben iki kez dönüyordum. bir dünyanın bir kendi etrafımda.. gökyüzü sarı-kırmızıya dönüştüğünde hayatımda ilk kez sevgilime sarılmıştım. öylece bir an yıldızlara kavuşup, ben sarı o kırmızı sonsuzluğa dek yok olacağız sanırdım…
17 mayıs’ta sevgilimleydim. ilk kez âşık olmuştum. belki de son kez. bilemezdim…”
final perdesi açılıyor. özel bölüm chelsea maçı ile açılıyor. istanbul’da tarumar etmişler bizi. milan maçında son dakikalarda gelen şükür golleri biz sezonun final bölümü olacak. yeni sezon bölümlerinde uefa kupası var. teker teker geçiyoruz turları. avrupa’da alacak mıyız kupayı?
“galatasaray uefa finalini, hiçbiri galatasaraylı olmayan üç arkadaşımla beraber evde izledik. açıkçası maç öncesi sadece finale çıkmış olmak bana yeter diye düşünüyordum, kupayı alabileceğimize pek inancım yoktu, gerçekten de final oynamak bana yetiyordu, zaten bundan ötesi yapılamaz, daha fazlası olamaz, final oynamak olabilecek en büyük başarı diyordum. maçın başlamasına dakikalar kala sanki çok önemli bir sınava giriyormuş gibi mideme ağrılar girdi ve başlar başlamaz sadece onları sahada görmek gözlerimin yaşarmasına yetti.”
“biraları zulalayıp eve yığınak yaptık. her saniyesine bu denli yoğun kilitlendiğim ve kazanma umudunu hiç yitirmediğim başka kaç maç oldu bilmiyorum.”
“arif gol kaçırdı, ben koltuğu kırdım. yere geçtim. tişörtümün koltukaltı bölümü terden sırılsıklam. arkadaşlarım müthiş heyecanlı. camlar açık, her evden sonuna kadar açılmış tv sesi yükseliyor.”
gazeteci bekir coşkun da ekranın karşısındadır:
itiraf etmeliyim; televizyonun karşısında bağırmak istiyorum, ama istediğim gibi bağıramıyorum. bağırdığımda, bizimkiler rok, gorbi, pako da bağırmaya başlıyorlar, susuyorum. oysa ömrüm boyunca ilk kez bir futbol maçında içimden bağırmak geliyor. üçü karşıma geçip sırayla oturdular, gözleri bende, ağzımı açar açmaz benden önce ortalığı çınlatıyorlar. (…)bu kez ceplerime yapma kemik dolduruyorum. bağırmam gerektiği zaman birer tane atıp, tek başıma bağırmayı deniyorum, önce bağırıp sonra kemiklerini yiyorlar. saat sabaha karşı... içimden geldiği gibi bağıramadan maç bitti. üçü hala karşımda arada bir bağırıyorlar.” (19 mayıs 2000, hürriyet)
çetin altan da aynı heyecan içindedir:
“tv ekranına saplanmış gözlerimle, oturduğum kanepeden ikide birde farkına varmadan ayağa fırlamaya başladım ben de...
(…)taffarel de, arsenal’in penaltısını kurtarınca...
ağzımdan bir çığlık koptu:
- ulan yaşa be...” (19 mayıs 2000, sabah)
-
maçın unutulmaz anlarından biri birkaç dakika öncesinde hagi’nin atıldığı uzatmalarda henry’nin altı pastan vurduğu kafanın nasıl olup da taffarel tarafından çıkarıldığıdır.
“henry’nin şutunda bütün mahalle bir anlık da olsa sessizliğe bürünmüştü. ve ben ilk defa bizim mahallenin bu kadar suskun olduğunu görmüştüm. bu suskunluk arsenal´in her penaltı kaçırmasıyla çılgınlığa dönüştü ta ki popescu son penaltıyı atana kadar.”
ve unutulmaz popescu penaltısını ağlarda görünce;
“(…)zannedersem hayatımda ilk defa sevinçten ağlamaya başladım. önüme arkama sağıma soluma sarılıp rahatlayana kadar hıçkırdım...”
“(…)yatağımda, 39,5 derece ateşle yatarken ve tir tir titrerken, kendimi ayakta ağlarken buldum.”
“(…)kucağımdaki üç aylık çocuğu kucağımdan fırlatmışım. teyzem ile gelini havada yakaladılar çocuğu. diyecek bir şey bulamıyor olsam da bir anlık mahcupluk hissetsem de sevincime engel olamıyor. teyzemle birbirimize sarılıyor ve her ikimizde hüngür hüngür ağlıyorduk.”
“(…)mahallede sanki yer gök yerinden oynuyor kıyamet kopuyordu. herkes birbirine sarılmış ağlıyordu. o görüntüyü asla unutamam daha sonra fenerbahçeli bir abimizin arabası ile tura çıkmıştık ve sabaha kadar eğlenmiştik.”
“(…)kuzey kampusundan güneye oradan etiler’e çıkıp we are the champions söylememiz unutulmazdı.”
“(…)kızlar değil erkekler ağlıyordu sonra doğru hastaneye gittik, çünkü arkadaş sevinçten kolunu duvara vurup kırmıştı herkes kutlama yaparken biz hastanedeydik.”
“(…)sevinçten yumruğumu kapıya vurma geri zekâlılığını gerçekleştirdim. çok acıdı ama olsun feda olsun eminim bülent´in omuzu daha çok acıyordu.”
“(…)hani kamera düşer görüntüler bir sarsılır anlaşılmaz hale gelir falan... benim gözümün durumu da oydu. kıyamet gibi bir karmaşa hatırlıyorum, başından bira döken insanlar, çığlık atan kızlar. hiçbiri, belki bir maç için bu kadar heyecanlanmadı bir daha. meydana, 5. kattaki metalürji mühendisleri odası lokalinin penceresinden uçarak mı kondum, yoksa bacaklarım merdivenleri inmek yerine burgaç gibi deldi mi bilmiyorum.
o zaman karşıda oturuyordum. hiç tanımadığım galatasaraylıların arabasıyla geçtim/geçmişim karşıya. öyle bir ortam vardı yani. kapıyı açıp "ne tarafa" diye sorup binebileceğin... arabanın anahtarlarını istesen o anda adamdan verir. sen de verirsin. geçici, anlık bir ‘sevinç komünizmi’."
“(…)statta dört sıra ileri zıplayıp o an ilk kez gördüğümüz insanlara sarılmış, sapık gibi ağlamış, kahkaha atmış, zıplamış, saçımızı başımızı yolmuş, şuurumuzu falan kaybetmiştik. bir ara "karşıma bir daha çıkma sakın, bence bu asrın hatası olur" adlı şarkıyı çalmışlardı, şahane bir ali sami yen stadı yakalamıştık parken´de…”
“(…)sonunda kupayı aslanlarımızın ellerinde görmek ise inanılmaz bir görüntü idi. 6 yasımdan beri takip ettiğim renkler yıllardır resimlerini gördüğümüz kupayı ellerinde gezdiriyorlardı. özellikle hakan ve kerem kupayı çok sevdiler ve sahayı bol turladılar. hakan şeref tribünün önünde çok seksi pozlar da verdi. parken´den çıkmak istemiyorduk. şarkılar türküler söylendi. bir ara kenan doğulu kendi sesinden çalınan ‘dağ başını duman almış´a biz arkadaki seyircilere dönerek playback bile yaptı. ‘her yer inlesin, inlesin’ dedikten hemen sonra tekrar ‘bu gök deniz nerede var’ diye devam ediyorduk.”
bense ümraniye hapishanesi’ndeydim. nerede olduğumu asla unutmayacak olduğum bir yerde. orada da zafere beş kalanın heyecanının önü alınamamıştı.
futbol afyondu ya, portekiz diktatörü salazar’ın üç f’sinden biriydi ya; takım tutmak bizim neyimizeydi. bizim sevdamız başka sarı-kırmızıyaydı. ama öteki sarı-kırmızı da damarlarımıza bir kez girmişti, çıkmak bilmezdi. şifreli yayınlanan maçları izlememiz zaten mümkün değildi. diğer maçları da izlemek isteyenler devrimciden sayılmayacaktı. ne kadar bastıracaktık içimizdeki cim bom sevdasını. radyodan gizli gizli maç dinleme ile patlak verdi bu sevda. ardından gözlerimizi bozma pahasına şifreli yayından anlamaya çalışarak pozisyonları. leeds maçında nöbetçi diktik televizyon salonun kapısına, görevli arkadaşlarımıza yakalanmamamız gerekirdi. turları atladıkça sevdamız görünür olacaktı.
final maçı için izin kopartmamız ise kolay olmayacaktı. son gün izin çıktı. çok heyecanlıydık. televizyon ilk kez karşısında bu kadar kitle görüyordu. fakat maçı sakin sakin nasıl izleyecektik? koğuşu kahvehaneye çevirdiniz eleştirisi tepemizdeki demokles kılıcıydı. sovyet bürokrasisi gibi oturmak zorundaydık. tüm fırtınalar içeride oluşup sönüyordu. henry’nin kafası volkan patlattı, taffarel lavları soğutan kahramandı. penaltılarda kimse nefes almadı. kendi etrafımızda döndüğünü sandığımız dünya da duracaktı. ve unutulmaz popescu penaltısını ağlarda görünce ise yeter diyerek hey çekecektim! sadece bir “hey!”. ama popescu ile koşuyordum içimde ben de kanatlarımı açarak. özgür olmamak kötü şey değildi. güzel olan özgür hissetmekti.
--- alıntı * ---
http://www.tekyumruk.com/...php?git=oku&id=3
17 mayıs´ta neredeydin?
17 mayıs 2000 tarihinde neredeydim? nerede olduğumu asla unutmayacak olduğum bir yerdeydim. ve orada bir ilk yaşanacaktı. olimpiyat oyunları ya da dünya kupası gibi dev organizasyonların dışında ilk kez bir kulüp takımının maçı izlenecekti. bitişi değil ama başlangıcı adnan polat saatini gösterdiğinde ilgili ilgisiz herkes oturduğu yere mıhlanacaktı. taksim’de, sultanahmet’te, izmir cumhuriyet meydanı’nda, ankara kızılay’da, kampüslerde, yatılı okul bahçelerinde yüzler binler hayatlarının en heyecanlı anlarını yaşayacaklardı.
“sultanahmet meydanında kurulmuş olan dev ekranın karşısındaydım, ama maç başladı ve dev ekrandaki görüntü gitti. yayın ekibi teknik aksaklığı gidermeye çalışırken maçı ilk 5-6 dakikası çoktan geçmişti bile. arkadaşla birlikte resmen çıldırdım. hemen yakınlardaki restoranları araştırmaya başladık ve allahtan meydandaki bir küçük otelin giriş katındaki cay bahçesine girdik ve maçı 15-20 kişilik turist+otel müşterisi+sokaktaki vatandaş ile birlikte hop oturup hop kalkarak izledik.”
“o zamanlar çağlayan’da oturuyordum. ve maçı bütün mahalle halkı ile birlikte sokağımızda seyretmiştik. fenerbahçelisi beşiktaşlısı trabzonlusu ve diğer takımı tutan bütün herkes galatasaraylıydı o gün. özellikle galatasaray ataklarında hop oturup hop kalkıyorduk.”
“sultanahmet´te dev ekran kurulacak diye bir duyum alınca 5 arkadaş çapa´dan sultanahmet’e geçtik turistlerle maç izleme hevesiyle sonrasında orada bir organizasyon olmayacağını fark edince tam eve dönecektik ki beyazıt ta üniversite bahçesinde ekran kurulmuş bilgisi geldi ve oraya geçtik. gittik gördük ama bize göre ortam değildi ne alkol vardı ne galatasaray´dan başka ilgimizi çeken bir şey. hemen taksiye atlayıp kocamustafapaşa da ki hayatım boyunca unutamayacağım anılarla dolu evime geçtik.”
evlerde de nefesler tutulmuştu. bu maç tek başına izlenmezdi. çayını demleyip karı-koca misafirleriyle maçı izleyenler, bira-çerez vazgeçilmezini tercih edenler, alkol sevmeyenler gazozları ile televizyonların başındaydı. onlar sadece galatasaraylılar da değildi.
“evet, 17 mayıs günüydü. eskişehir´de öğrencilik günlerimizin en güzel dönemiydi. maç saatini iple çekmiş, çerezimizi ve ucuz yollu 1,5 litrelik fruko gazozumuzu ayarlamışız. beşiktaşlı iki ev arkadaşımla birlikte konuşlandık 37 ekran televizyona. anten ise bir sigara kâğıdı. her şey mükemmel, hava güzel, tişörtlüyüz. ekrana uzaklığım 1,5 metre yok.”
“99 depremi sonrası hala yaraların sarılmadığı hala ürkek bakışların olduğu kocaeli’de ben, babam ve fenerli kardeşimle izledik maçı daha doğrusu ben sadece dinledim uzatma dakikalarına kadar çünkü izleyemiyordum maçı heyecandan odamda radyoyu açıp dinledim.”
maçı kopenhag’da parken stadında izleyebilmiş olmak, en çok ne isterdin sorusuna galatasaraylıların en çok verdiği yanıtlardan biri olurdu.
“kopenhag´a inip havaalanına girdiğimizde uçaktan inen herkes ıslıkla "oooleey ooley ooleyoleyooley göklerde yıldız gönüllerde aay şampiyonsun galatasaraayy" tezahüratını çalıyordu ve o sessizliğin içinde bayağı gürültülü bir şekilde çıkan bu ıslık sesi gerçekten ağlatıcı güzellikteydi. noluyor be diye odalarından çıkan havalimanı çalışanlarının gülümseyerek bizi izlemelerini asla unutmayacağım. sonra sarı kırmızı tivoli meydanı, sarı kırmızı tribün, başlangıç düdüğü, parken stadium´u inleten ´burası sami yen buradan çıkış yok!´ ile gözlerin buğulanması, heyecandan nerdeyse hiç konuşamayarak izlenen bir beş yüz dakika, kolu çıkan bülent’in sargıyla oyuna girmesi üzerine gelen "dağ başını duman almış" sırasında kulakların hasar görmesi, hagi´nin kırmızı kart görüp çıkmasıyla kopup ağlamaya başlamam yüzünden öfkeyle kaşlarını çatıp ´saçmalama!´ saçmalama!´ diye bağıran tanımadığım bir adam…”
“gece orada, parken’de, popescu’nun vurduğu kalenin tam arkasındaki tribünde olmanın verdiği duygusal yük mü desem, bir gece önce tivoli de döner almaya çalışırken holigan saldırısı yiyip, polis koridoruyla kurtarılırken tv de annemin beni görüp ağlaya ağlaya araması mı desem, bileti maça 2 saat kala 40 dakika uzaktaki otelde unutmam mı desem, hepsi hala o kadar sıcak, o kadar güzel ki...”
orada olmak bazıları için imkânsızdı evet. kimileri maç için yapılacak harcamaları iki ayda ancak kazanabiliyordu. kimileri de vardı bir saatte o paraları kazanıyordu. ne var ki, duyulan heyecan, gösterilen sevinç ortaktı. belki bu sınıfları bir süreliğine yok eden illüzyondu. kana karışan afyondu. aynı zamanda bir aşktı, fakir oğlanın zengin kıza, zengin kızın fakir oğlana, bir komünistin fosforlu cevriye’ye olan aşkıydı ya da tersi.
“17 mayıs’ta sevgilimleydim. ilk kez âşık olmuştum. belki de son kez idi. bilemezdim. kısık gözlerinin kenarlarından kaçışıp duran kırlangıçların hiç göç etmeyeceğini sanırdım. dünyanın kalbi bir pısar, bir coşardı göğüs kafesinde... 17 mayıs’a randevu vermiş sarı-kırmızı heyecanımı oracığa gömerdim.. kulağımı dayar dinlerdim kalbinden yükselen “cim bom” coşkusunu.. umut üflerdi nefesiyle. karışırdı nefesime, tutardım, 17 mayıs akşamına dek, biriktirirdim. nefesiyle nefesimin hiç tükenmeyeceğini sanırdım…
17 mayıs’ta sevgilimleydim. ilk kez âşık olmuştum. belki de son kez. bilemezdim. taffarel’in bir yunan tanrısı gibi devleşip ateşten topu tokatladığı an, benim donup kaldığım andı. oysa birazdan sevgilimin ellerinde eriyip çözülecektim.. hagi, alanlarda en çok da onuruyla çarpışan devrimciler gibi dövüşüyordu. ancak alanlar ona dar geliyordu; onu oyundan gönderiyorlardı, kalbime doğru. bir sonsuz, hagi’yi kalbimde taşıyacak olmanın gururundan gözyaşlarım dökülüyordu. dökülenleri, sevgilim elleriyle topluyordu birer birer..
artık son yumruğu indirmek, zafer marşlarıyla koşmak zamanı gelip çatmıştı. o ölümcül yumruğun kahramanı elbette popescu olacaktı. bulutların üzerinden iniverdi bir an. o indiğinde biz çoktan bulutların üzerinde sarı-kırmızı bayraklarla dönüyorduk dünyanın etrafında. dünya durmuş, sadece biz dönüyorduk. ben iki kez dönüyordum. bir dünyanın bir kendi etrafımda.. gökyüzü sarı-kırmızıya dönüştüğünde hayatımda ilk kez sevgilime sarılmıştım. öylece bir an yıldızlara kavuşup, ben sarı o kırmızı sonsuzluğa dek yok olacağız sanırdım…
17 mayıs’ta sevgilimleydim. ilk kez âşık olmuştum. belki de son kez. bilemezdim…”
final perdesi açılıyor. özel bölüm chelsea maçı ile açılıyor. istanbul’da tarumar etmişler bizi. milan maçında son dakikalarda gelen şükür golleri biz sezonun final bölümü olacak. yeni sezon bölümlerinde uefa kupası var. teker teker geçiyoruz turları. avrupa’da alacak mıyız kupayı?
“galatasaray uefa finalini, hiçbiri galatasaraylı olmayan üç arkadaşımla beraber evde izledik. açıkçası maç öncesi sadece finale çıkmış olmak bana yeter diye düşünüyordum, kupayı alabileceğimize pek inancım yoktu, gerçekten de final oynamak bana yetiyordu, zaten bundan ötesi yapılamaz, daha fazlası olamaz, final oynamak olabilecek en büyük başarı diyordum. maçın başlamasına dakikalar kala sanki çok önemli bir sınava giriyormuş gibi mideme ağrılar girdi ve başlar başlamaz sadece onları sahada görmek gözlerimin yaşarmasına yetti.”
“biraları zulalayıp eve yığınak yaptık. her saniyesine bu denli yoğun kilitlendiğim ve kazanma umudunu hiç yitirmediğim başka kaç maç oldu bilmiyorum.”
“arif gol kaçırdı, ben koltuğu kırdım. yere geçtim. tişörtümün koltukaltı bölümü terden sırılsıklam. arkadaşlarım müthiş heyecanlı. camlar açık, her evden sonuna kadar açılmış tv sesi yükseliyor.”
gazeteci bekir coşkun da ekranın karşısındadır:
itiraf etmeliyim; televizyonun karşısında bağırmak istiyorum, ama istediğim gibi bağıramıyorum. bağırdığımda, bizimkiler rok, gorbi, pako da bağırmaya başlıyorlar, susuyorum. oysa ömrüm boyunca ilk kez bir futbol maçında içimden bağırmak geliyor. üçü karşıma geçip sırayla oturdular, gözleri bende, ağzımı açar açmaz benden önce ortalığı çınlatıyorlar. (…)bu kez ceplerime yapma kemik dolduruyorum. bağırmam gerektiği zaman birer tane atıp, tek başıma bağırmayı deniyorum, önce bağırıp sonra kemiklerini yiyorlar. saat sabaha karşı... içimden geldiği gibi bağıramadan maç bitti. üçü hala karşımda arada bir bağırıyorlar.” (19 mayıs 2000, hürriyet)
çetin altan da aynı heyecan içindedir:
“tv ekranına saplanmış gözlerimle, oturduğum kanepeden ikide birde farkına varmadan ayağa fırlamaya başladım ben de...
(…)taffarel de, arsenal’in penaltısını kurtarınca...
ağzımdan bir çığlık koptu:
- ulan yaşa be...” (19 mayıs 2000, sabah)
-
maçın unutulmaz anlarından biri birkaç dakika öncesinde hagi’nin atıldığı uzatmalarda henry’nin altı pastan vurduğu kafanın nasıl olup da taffarel tarafından çıkarıldığıdır.
“henry’nin şutunda bütün mahalle bir anlık da olsa sessizliğe bürünmüştü. ve ben ilk defa bizim mahallenin bu kadar suskun olduğunu görmüştüm. bu suskunluk arsenal´in her penaltı kaçırmasıyla çılgınlığa dönüştü ta ki popescu son penaltıyı atana kadar.”
ve unutulmaz popescu penaltısını ağlarda görünce;
“(…)zannedersem hayatımda ilk defa sevinçten ağlamaya başladım. önüme arkama sağıma soluma sarılıp rahatlayana kadar hıçkırdım...”
“(…)yatağımda, 39,5 derece ateşle yatarken ve tir tir titrerken, kendimi ayakta ağlarken buldum.”
“(…)kucağımdaki üç aylık çocuğu kucağımdan fırlatmışım. teyzem ile gelini havada yakaladılar çocuğu. diyecek bir şey bulamıyor olsam da bir anlık mahcupluk hissetsem de sevincime engel olamıyor. teyzemle birbirimize sarılıyor ve her ikimizde hüngür hüngür ağlıyorduk.”
“(…)mahallede sanki yer gök yerinden oynuyor kıyamet kopuyordu. herkes birbirine sarılmış ağlıyordu. o görüntüyü asla unutamam daha sonra fenerbahçeli bir abimizin arabası ile tura çıkmıştık ve sabaha kadar eğlenmiştik.”
“(…)kuzey kampusundan güneye oradan etiler’e çıkıp we are the champions söylememiz unutulmazdı.”
“(…)kızlar değil erkekler ağlıyordu sonra doğru hastaneye gittik, çünkü arkadaş sevinçten kolunu duvara vurup kırmıştı herkes kutlama yaparken biz hastanedeydik.”
“(…)sevinçten yumruğumu kapıya vurma geri zekâlılığını gerçekleştirdim. çok acıdı ama olsun feda olsun eminim bülent´in omuzu daha çok acıyordu.”
“(…)hani kamera düşer görüntüler bir sarsılır anlaşılmaz hale gelir falan... benim gözümün durumu da oydu. kıyamet gibi bir karmaşa hatırlıyorum, başından bira döken insanlar, çığlık atan kızlar. hiçbiri, belki bir maç için bu kadar heyecanlanmadı bir daha. meydana, 5. kattaki metalürji mühendisleri odası lokalinin penceresinden uçarak mı kondum, yoksa bacaklarım merdivenleri inmek yerine burgaç gibi deldi mi bilmiyorum.
o zaman karşıda oturuyordum. hiç tanımadığım galatasaraylıların arabasıyla geçtim/geçmişim karşıya. öyle bir ortam vardı yani. kapıyı açıp "ne tarafa" diye sorup binebileceğin... arabanın anahtarlarını istesen o anda adamdan verir. sen de verirsin. geçici, anlık bir ‘sevinç komünizmi’."
“(…)statta dört sıra ileri zıplayıp o an ilk kez gördüğümüz insanlara sarılmış, sapık gibi ağlamış, kahkaha atmış, zıplamış, saçımızı başımızı yolmuş, şuurumuzu falan kaybetmiştik. bir ara "karşıma bir daha çıkma sakın, bence bu asrın hatası olur" adlı şarkıyı çalmışlardı, şahane bir ali sami yen stadı yakalamıştık parken´de…”
“(…)sonunda kupayı aslanlarımızın ellerinde görmek ise inanılmaz bir görüntü idi. 6 yasımdan beri takip ettiğim renkler yıllardır resimlerini gördüğümüz kupayı ellerinde gezdiriyorlardı. özellikle hakan ve kerem kupayı çok sevdiler ve sahayı bol turladılar. hakan şeref tribünün önünde çok seksi pozlar da verdi. parken´den çıkmak istemiyorduk. şarkılar türküler söylendi. bir ara kenan doğulu kendi sesinden çalınan ‘dağ başını duman almış´a biz arkadaki seyircilere dönerek playback bile yaptı. ‘her yer inlesin, inlesin’ dedikten hemen sonra tekrar ‘bu gök deniz nerede var’ diye devam ediyorduk.”
bense ümraniye hapishanesi’ndeydim. nerede olduğumu asla unutmayacak olduğum bir yerde. orada da zafere beş kalanın heyecanının önü alınamamıştı.
futbol afyondu ya, portekiz diktatörü salazar’ın üç f’sinden biriydi ya; takım tutmak bizim neyimizeydi. bizim sevdamız başka sarı-kırmızıyaydı. ama öteki sarı-kırmızı da damarlarımıza bir kez girmişti, çıkmak bilmezdi. şifreli yayınlanan maçları izlememiz zaten mümkün değildi. diğer maçları da izlemek isteyenler devrimciden sayılmayacaktı. ne kadar bastıracaktık içimizdeki cim bom sevdasını. radyodan gizli gizli maç dinleme ile patlak verdi bu sevda. ardından gözlerimizi bozma pahasına şifreli yayından anlamaya çalışarak pozisyonları. leeds maçında nöbetçi diktik televizyon salonun kapısına, görevli arkadaşlarımıza yakalanmamamız gerekirdi. turları atladıkça sevdamız görünür olacaktı.
final maçı için izin kopartmamız ise kolay olmayacaktı. son gün izin çıktı. çok heyecanlıydık. televizyon ilk kez karşısında bu kadar kitle görüyordu. fakat maçı sakin sakin nasıl izleyecektik? koğuşu kahvehaneye çevirdiniz eleştirisi tepemizdeki demokles kılıcıydı. sovyet bürokrasisi gibi oturmak zorundaydık. tüm fırtınalar içeride oluşup sönüyordu. henry’nin kafası volkan patlattı, taffarel lavları soğutan kahramandı. penaltılarda kimse nefes almadı. kendi etrafımızda döndüğünü sandığımız dünya da duracaktı. ve unutulmaz popescu penaltısını ağlarda görünce ise yeter diyerek hey çekecektim! sadece bir “hey!”. ama popescu ile koşuyordum içimde ben de kanatlarımı açarak. özgür olmamak kötü şey değildi. güzel olan özgür hissetmekti.
--- alıntı * ---
http://www.tekyumruk.com/...php?git=oku&id=3