1
çok sevdiğim yazar, müzisyen, dolu dolu bir insan.
--- alıntı ---
bir futbol acemisinin maç izlenimleri
çarşamba akşamı, hiç yapmadığım bir işe kalkışarak galatasaray-fenerbahçe maçına gittim.
ankara’da oturduğu halde istanbul’da locası bulunan ve maçları kaçırmayan necati yağcı kardeşimin “bu sefer seni de götürüyorum!“ ısrarı olmasa stadyuma adım atacağım yoktu ama iyi oldu. bambaşka bir dünyanın farkına vardım. ayrıca uluslararası alanda başarılı bir mühendis olan dostum necati’yi, boynunda galatasaray kaşkoluyla zıp zıp zıplarken görme şansına eriştim. rahmetli ismail cem dostum gibi şaşırttı beni.
bütün futbolcuları ve oyunları ezbere bilen, çok heyecanlandığı için maçları tv’de bile izleyemeyen babam mustafa sabri bey, yaşar kemal ve zafer mutlu fenerbahçeli oldukları için, isteseler bile bu maça girmelerinin zor olduğunu anladım.
spor camiasından büyük bir sevgi gören fikret ünlü ve diğer dostlarla buluşup adının aslantepe mi, seyrantepe mi, arena mı olduğunu tam anlayamadığım muazzam yapıya akan on binlerce kişi arasına karıştık. locaya çıkıp maçı izledik.
işte bir futbol acemisinin derbi notları:
***
anladım ki maçlar tv’de göründüğü gibi değil. kameralar sahadaki oyunculara odaklı olduğu için ekranda yanlış bir izlenim ediniyoruz.
televizyonda başrol oyuncuları futbolcular ama stadyumda izleyiciler.
kükreyen bir deve benzeyen o ezici kalabalığın ortasında oyuncular ufacık, sessiz, neredeyse masa futbolundakiler gibi.
***
hiç kimse aynı maçı, o stadyumda tek kişi olarak izlemek istemez. kral koltuğuna da oturtsalar aynı zevki alamaz. çünkü orada önemli olan kendi frekansında atan on binlerce yürekle buluşmak ve isteyerek bir kitle histerisine kapılmak: bağırmak, ağlamak, gülmek, alkışlamak, ıslıklamak, küfür etmek, yuhalamak, kendini güçlü bir kitlenin vazgeçilmez parçası olarak hissetmek.
insanlar maçı tv ekranında çok daha güzel, futbolcuların yüz ifadelerini bile görebilecek kadar yakın planlarla izleyebilecekleri halde stadyuma gidiyorlarsa bunun sebebi oyunu izlemekten çok, yalnız olmadıklarını hissetmeleri.
o büyük kitle kulakları sağır edecek ıslıklar ve sloganlarla, toplu bir ayine katılmanın esrikliğine kapılıyor. takımının gol atması halinde ise bu zevk orgazma dönüşüyor. 55 bin kişi ellerindeki takım atkılarını tutup öne eğilerek, tarih öncesi törenlerini andıran bir ayine katılıyorlar. birbirini tanımayan bu insanlar, çok iyi yetişmiş askeri tören kıtalarının senkronuna sahip.
***
bu zevk için 66 bin lira ile 600 bin lira arasında değişen bilet fiyatları ödüyorlar. bazı biletler iki bin lirayı buluyormuş.
***
islıklar ve sloganlar o kadar yüksek bir desibele sahip ki, ses dalgalarının kulaklarınıza fiziki olarak çarptığını hissediyorsunuz. zaten guinness rekoru da bu stadyumda kırılmış. sürekli olarak maçlara gidenlerle, futbolcuların ve hakemlerin işitme kaybına uğramamaları imkânsız.
***
tv’de izlediğiniz maç bir oyun ama stadyumdaki, şiddetin kutsandığı bir tören.
ortam, elle tutulurcasına öfke elektriği yüklü. ters bir hareketin ya da karşı takımı tuttuğunu belirten birisinin başına neler geleceğini kimse kestiremez.
bir latin amerika öyküsünde, taraftarın kızdığı bir hakemi nasıl yok ettiği anlatılır. parlak öğle güneşi altındaki stadyumda 70 bin taraftar, cep aynalarından ışığı aynı noktaya yansıtarak hakemi kül ederler.
bu, elbette bir bilim kurgu öyküsü ama o kadar da gerçek dışı değil gibi.
***
gazetelerin “aslan arena’da kükredi“ başlıkları haklı. çünkü orası gerçekten bir arena ve on binlerce gençten yükselen testosteron patlamaları, aslan kükremesini hatırlatıyor.
en yüksek ses kale arkalarından, yani en dar gelirli gruptan çıkıyor.
ne var ki futbol büyük ölçüde öyle olsa bile -sadece bir erkek sporu değil. takımı atağa kalkınca heyecanlanarak sahaya bakamayan ve ellerini başının arasına alarak “allahım, allahım“ diye inleyen genç kadınlar gördüm.
***
bu gözlemler tek bir takım değil, türkiye’deki hatta dünyadaki bütün takımlar ve izleyiciler için geçerli...
***
maçta ister istemez peter handke’nin o güzel isimli romanı aklıma geldi: “kalecinin penaltı anındaki korkusu“.
franz beckenbauer bu isim üzerine bir açıklama yapmış ve aslında o anda korkanın kaleci değil, penaltı atan futbolcu olduğunu açıklamıştı.
çünkü penaltıda gol yiyen kaleciyi kimse kınamaz ama atamayan futbolcuyu rezil ederler.
işte bir mesleği uzaktan kurgulamakla, içinden bilmek arasındaki fark.
kendini tani
maçla ilgili izlenimlerim böyle bu ama o coşkulu kalabalığın ortasında bir de kendimle ilgili gözlemler yaptım: bu maç bir kez daha kanıtladı ki; bende bir yere, bir gruba, bir görüşe ait olamama sendromu var. ne bir takıma aidiyet duyabiliyorum, ne bir kuruma, ne bir partiye, ne de herhangi başka bir yapıya. körü körüne bağlılık bana göre değil. istesem de yapamam. soğukkanlı eleştiri hakkımı sonuna kadar savunmak istiyorum. dolayısıyla da hayata uyum gösteremiyorum. çünkü hayat, aynen akşam gördüğüm arenadaki gibi akıyor. insanlar bölük bölük ayrılmadan, bir gruba sırtını dayamadan ve birbirine düşman olmadan yaşayamıyorlar.
orada ayrıntıların, ‘ama’ların, kılı kırk yarmaların, eleştirilerin, anlama çabalarının, empatinin, uzun uzun düşünmenin, çelişkilerin, ‘galiba yanılıyorum’ların, pişmanlıkların, vicdani hesaplaşmaların yeri yok.
bizim gibi hayatı, kıyısında durarak izleyenleri ve düşünenleri bekleyen son ise her grup tarafından yanlış yorumlanmak. çünkü kolayca tarif edilemiyorsunuz, karmaşıksınız. kimse sizi anlamak için uzun uzun çaba harcamayacağına göre kaderiniz; üstünkörü, kulaktan dolma bilgilerle kategorize edilmek, bir çekmeceye yerleştirilmek ve önyargılarla kuşatılmaktır.
futbol hayattır diyenler ne kadar doğru söylemiş. *
--- alıntı ---
--- alıntı ---
bir futbol acemisinin maç izlenimleri
çarşamba akşamı, hiç yapmadığım bir işe kalkışarak galatasaray-fenerbahçe maçına gittim.
ankara’da oturduğu halde istanbul’da locası bulunan ve maçları kaçırmayan necati yağcı kardeşimin “bu sefer seni de götürüyorum!“ ısrarı olmasa stadyuma adım atacağım yoktu ama iyi oldu. bambaşka bir dünyanın farkına vardım. ayrıca uluslararası alanda başarılı bir mühendis olan dostum necati’yi, boynunda galatasaray kaşkoluyla zıp zıp zıplarken görme şansına eriştim. rahmetli ismail cem dostum gibi şaşırttı beni.
bütün futbolcuları ve oyunları ezbere bilen, çok heyecanlandığı için maçları tv’de bile izleyemeyen babam mustafa sabri bey, yaşar kemal ve zafer mutlu fenerbahçeli oldukları için, isteseler bile bu maça girmelerinin zor olduğunu anladım.
spor camiasından büyük bir sevgi gören fikret ünlü ve diğer dostlarla buluşup adının aslantepe mi, seyrantepe mi, arena mı olduğunu tam anlayamadığım muazzam yapıya akan on binlerce kişi arasına karıştık. locaya çıkıp maçı izledik.
işte bir futbol acemisinin derbi notları:
***
anladım ki maçlar tv’de göründüğü gibi değil. kameralar sahadaki oyunculara odaklı olduğu için ekranda yanlış bir izlenim ediniyoruz.
televizyonda başrol oyuncuları futbolcular ama stadyumda izleyiciler.
kükreyen bir deve benzeyen o ezici kalabalığın ortasında oyuncular ufacık, sessiz, neredeyse masa futbolundakiler gibi.
***
hiç kimse aynı maçı, o stadyumda tek kişi olarak izlemek istemez. kral koltuğuna da oturtsalar aynı zevki alamaz. çünkü orada önemli olan kendi frekansında atan on binlerce yürekle buluşmak ve isteyerek bir kitle histerisine kapılmak: bağırmak, ağlamak, gülmek, alkışlamak, ıslıklamak, küfür etmek, yuhalamak, kendini güçlü bir kitlenin vazgeçilmez parçası olarak hissetmek.
insanlar maçı tv ekranında çok daha güzel, futbolcuların yüz ifadelerini bile görebilecek kadar yakın planlarla izleyebilecekleri halde stadyuma gidiyorlarsa bunun sebebi oyunu izlemekten çok, yalnız olmadıklarını hissetmeleri.
o büyük kitle kulakları sağır edecek ıslıklar ve sloganlarla, toplu bir ayine katılmanın esrikliğine kapılıyor. takımının gol atması halinde ise bu zevk orgazma dönüşüyor. 55 bin kişi ellerindeki takım atkılarını tutup öne eğilerek, tarih öncesi törenlerini andıran bir ayine katılıyorlar. birbirini tanımayan bu insanlar, çok iyi yetişmiş askeri tören kıtalarının senkronuna sahip.
***
bu zevk için 66 bin lira ile 600 bin lira arasında değişen bilet fiyatları ödüyorlar. bazı biletler iki bin lirayı buluyormuş.
***
islıklar ve sloganlar o kadar yüksek bir desibele sahip ki, ses dalgalarının kulaklarınıza fiziki olarak çarptığını hissediyorsunuz. zaten guinness rekoru da bu stadyumda kırılmış. sürekli olarak maçlara gidenlerle, futbolcuların ve hakemlerin işitme kaybına uğramamaları imkânsız.
***
tv’de izlediğiniz maç bir oyun ama stadyumdaki, şiddetin kutsandığı bir tören.
ortam, elle tutulurcasına öfke elektriği yüklü. ters bir hareketin ya da karşı takımı tuttuğunu belirten birisinin başına neler geleceğini kimse kestiremez.
bir latin amerika öyküsünde, taraftarın kızdığı bir hakemi nasıl yok ettiği anlatılır. parlak öğle güneşi altındaki stadyumda 70 bin taraftar, cep aynalarından ışığı aynı noktaya yansıtarak hakemi kül ederler.
bu, elbette bir bilim kurgu öyküsü ama o kadar da gerçek dışı değil gibi.
***
gazetelerin “aslan arena’da kükredi“ başlıkları haklı. çünkü orası gerçekten bir arena ve on binlerce gençten yükselen testosteron patlamaları, aslan kükremesini hatırlatıyor.
en yüksek ses kale arkalarından, yani en dar gelirli gruptan çıkıyor.
ne var ki futbol büyük ölçüde öyle olsa bile -sadece bir erkek sporu değil. takımı atağa kalkınca heyecanlanarak sahaya bakamayan ve ellerini başının arasına alarak “allahım, allahım“ diye inleyen genç kadınlar gördüm.
***
bu gözlemler tek bir takım değil, türkiye’deki hatta dünyadaki bütün takımlar ve izleyiciler için geçerli...
***
maçta ister istemez peter handke’nin o güzel isimli romanı aklıma geldi: “kalecinin penaltı anındaki korkusu“.
franz beckenbauer bu isim üzerine bir açıklama yapmış ve aslında o anda korkanın kaleci değil, penaltı atan futbolcu olduğunu açıklamıştı.
çünkü penaltıda gol yiyen kaleciyi kimse kınamaz ama atamayan futbolcuyu rezil ederler.
işte bir mesleği uzaktan kurgulamakla, içinden bilmek arasındaki fark.
kendini tani
maçla ilgili izlenimlerim böyle bu ama o coşkulu kalabalığın ortasında bir de kendimle ilgili gözlemler yaptım: bu maç bir kez daha kanıtladı ki; bende bir yere, bir gruba, bir görüşe ait olamama sendromu var. ne bir takıma aidiyet duyabiliyorum, ne bir kuruma, ne bir partiye, ne de herhangi başka bir yapıya. körü körüne bağlılık bana göre değil. istesem de yapamam. soğukkanlı eleştiri hakkımı sonuna kadar savunmak istiyorum. dolayısıyla da hayata uyum gösteremiyorum. çünkü hayat, aynen akşam gördüğüm arenadaki gibi akıyor. insanlar bölük bölük ayrılmadan, bir gruba sırtını dayamadan ve birbirine düşman olmadan yaşayamıyorlar.
orada ayrıntıların, ‘ama’ların, kılı kırk yarmaların, eleştirilerin, anlama çabalarının, empatinin, uzun uzun düşünmenin, çelişkilerin, ‘galiba yanılıyorum’ların, pişmanlıkların, vicdani hesaplaşmaların yeri yok.
bizim gibi hayatı, kıyısında durarak izleyenleri ve düşünenleri bekleyen son ise her grup tarafından yanlış yorumlanmak. çünkü kolayca tarif edilemiyorsunuz, karmaşıksınız. kimse sizi anlamak için uzun uzun çaba harcamayacağına göre kaderiniz; üstünkörü, kulaktan dolma bilgilerle kategorize edilmek, bir çekmeceye yerleştirilmek ve önyargılarla kuşatılmaktır.
futbol hayattır diyenler ne kadar doğru söylemiş. *
--- alıntı ---