1295
derin bir buhranda olan sevgili kulübümüz. son zamanlarda neden bu duruma düştüğümüz hakkında hem burada hem de değişik platformlarda çokça yorum yazıldı, yazılmaya da devam ediliyor. yanlış anlaşılmasın, kimsenin bakış açısına karışacak değilim. doğru denen şey de son derece subjektiftir zaten. herkesin galatasaray’ı daha iyi bir yerde görmek için klavyelerini aşındırdıklarının farkındayım lakin iğne-çuvaldız misali bir özeleştiriden uzak duruyoruz sanki. şöyle ki;
yönetim (esasında başkanın ta kendisi) : hepimiz ekonomik atılımlarını destekledik ama hepimiz sportif atılımlarını/yatırımlarını desteklemedik, öyle değil mi? gerek teknik direktör gerekse futbolcu tercihleri hep değişik yorumlara maruz kaldı. olumlu bulan da oldu, “sen bizimle dalga mı geçiyon hemşerim” diyen de. başkanın hiçbir zaman dilinden düşürmediğinden dem vurduğumuz şey neydi hep? 2012 kriterleri… hani “hep bize mi çalışıyor bu kriterler” dediğimiz kriterler. tabi mali durumun seninki gibiyse hep sana çalışır ama konu bu değil. şöyle düşünelim: ailenin reisiyiz, iyi sayılmayacak bir gelirimiz var. hanım da çalışmıyor, tek tabancayız yani. ay sonunu zor getiriyoruz hatta getiremiyoruz. onun bunun kefaleti ile güç bela kredi falan almışız. bir de onun getirdiği kambur var. ama hayat devam ediyor. büyük oğlan arkadaşında gördüğü ayakkabıdan istiyor, kızın ise kabanı iyice eskimiş. kış da geldi… bir iki erteledik ama çocuk bu, durur mu? ne yapmak lazım? sorunun cevabını hayal gücünüze bırakıyorum… adnan polat’a gelirsek; 2012 yılı sadece uefa kriterleri için önemli olan bir yıl değil. hedef o tabi ama başka şeyler için de önemli. maya takvimini tenzih ediyorum. bir defa yeni stadın açılmasından yaklaşık bir yıl geçmiş olacak. bildiğiniz üzere bu tür organizasyonların yapısal olarak neye benzediği, kar/zarar durumları, eksikleri, kısacası hakkında yorum yapabilecek duruma gelmesi için minimum bir sene gerekir. şirket birleşmesinin ardından tam bir mali yıl geçmiş olacak. kar/zarar yapıları orjinal bir fikir ürünü olan (tamamiyle gelirlerden oluşan şirketin halka açık olması, giderlerin ise başka bir şirkete aktarılmış olması) iki şirketin birleşmesi her sene dağıttığımız uçuk kar paylarına da son verecek. yani önce bir cüzdanımıza çeki düzen veriyoruz. para akışı normale dönünce, ihtiyaçlarımızı karşılayacağız. ayakkabı mı, kaban mı, ne lazımsa artık. “yönetici versin cebinden kardeşim” diyen renktaşıma da saygı duymakla beraber asıl amacın zaten yöneticinin cebinden para vermesine gerek olacak bir yapı oluşturmak olduğunu da ekleyim. son olarak arena’nın açılışı var ki neresinden tutarsak elimizde kalıyor. başa dönelim, aile babasına. çocuğun okuluna gidiyor, veli toplantısına. öğretmenler sınıfın genel durumundan bahsediyor. sıra bizimkinin oğluna geliyor. öğretmen açıyor ağzını, yumuyor güzünü. ne haylazlığı kalıyor ne de tembelliği, bir önceki sene kanaat kullanmasam zor geçerdi diye de ekliyor. baba, olayın aslını biliyor. oğlunun mahallede fazla arkadaşı yok, çocukluğunu daha çok okulda arkadaşları ile yaşıyor. abartılacak bir yaramazlığı yok ama hoca işte “taktı mı takıyor”. bir şey dese iyice kinlenecek. yandan çaktırmadan okul müdürünü kesiyor, o da babaya dönmüş “bir dahaki vukuatında yakarım oğlunu” bakışını yüzüne yerleştirmiş. dersleri de düzelmişti aslında çocuğun. yan komşunun üniversite öğrencisi kızı ufak ufak ilgilenmeye başlamıştı. bir umut vardı kısacası, yutkunup dilinin ucuna kadar gelen şeyleri haykıramadan ayrılıyor toplantıdan. arena açılışında, tribündeki ya da televizyon başındaki herkes gibi ben de o mikrofonu toki başkanının ağzından içeri sokmasını istedim başkanın. ama yapamazdı… yapmamalıydı… konumu itibariyle uygun bir şey değildi. devleti, hükümeti, bürokrasiyi bir anlık sinir uğruna karşına alamazsın. inanın bana on beş sene sonra çoğumuz o konuşmayı hatırlamayacak ama hepimiz arena’ya bakıp iç geçirip dua edeceğiz emeği geçenlere. bunlardan biri de adnan polat olacak.
sportif direktör : adnan sezgin genel itibariyle; soğuk, ketum, beleşçi hatta şikeci olarak nitelendiriliyor kamuoyunda. başkan ile olan münasebet sebebi nedeniyle bahis açılacağı spekülasyon konusu neredeyse. bu adamın özgeçmişini burada dökmeye gerek yok, çoğunuz biliyorsunuzdur, bilmeyen de kolaylıkla bulabilir. futbolculuk, antrenörlük, yöneticilik hatta başkanlık tecrübesi olup yurt dışında kısa bir futbolculuk macerası da bulunan eğitim sahibi biri. spor yöneticiliğinin henüz emekleme aşamasında olan ülkemizde bu vasıflarda biri oldukça lükse kaçıyor. bu kadar uzun yöneticilik tecrübesi olan birinden faydalanmak gerekir. yok eğer istemiyorsan da, komisyoncu, şikeci, futboldan ne anlar gibi basit şeylerle yargılamamak lazım. unutulmalı ki; bu adamın bilmem kaç yıl hapis istemi ile yargılanması gündemde diye manşet yapanlar, kaç gün hapis yattığı konusunda herhangi bir açıklama yapmaya gerek duymadılar. kulübün ekonomik durumuna paralel olarak elindeki alternatiflerden yararlanmaya çalışıyor ancak beğendiğimiz adam gelince haldun üstünel’e, beğenmediğimiz adamı da adnan sezgin’e ihale etmek biraz kolaya kaçmak gibi geliyor.
teknik direktörler : en moda eleştiri de teknik direktör seçimlerinde görülüyor. skibbe sonrası bülent, rijkaard sonrası hagi gelir mi” muhabbeti. bunların bir plan çerçevesinde tercih edilmediği aşikar ancak bunu eleştirirken “x ile y yan yana oynamaz” seviyesine indirmemek lazım. günümüz futbolunda doğru tektir: rakipten fazla gol atmak. bu gol sayısı, takımının niteliğine göre değişiklik gösterir. bir de şöyle bir genelleme var ki nispeten süreye bağlı sporlarda daha geçerlidir: iyi hücum iyi savunma ile başlar. biraz önce belirttiğim “takım niteliği” biraz da buna bağlı. o iyi savunmayı rakip sahada yapabiliyorsanız barcelona oluyorsunuz, kendi sahanda daha iyi yapabiliyorsanız, duruma göre sıradan bir anadolu takımından inter’e kadar kategorize edilme şansınız var. şunu sormak istiyorum, hakikaten bir teknik direktörün “ya ben rakibi hep böyle kendi sahamda bekliyim de, bir kontradan golü çakar üzerine yatarım” diye oyun planı yaptığını düşünüyor musunuz? ciddi ciddi böyle bir şey size makul geliyor mu? yani sahadaki koşuşturmanın, oyuncu yapısı ya da onun da gerisinde mali yapı ile falan bir ilgisi olabileceği ihtimali yok mu? ya da tolunay kafkas bir devre arası transfer harekatı ile baltalıktan yerli mourinholuğa terfi edebiliyor mu? sanırım daha önce de yazdım. defansif oyun yapısı ile eleştirilen lucescu’nun takımları, türkiye’deki dört sezonunda da en iyi defansa sahip takımlardandı ama en golcü takımlar sıralamasında da hep üstlerdeydi iki şampiyonluğa ilaveten. başarıyı şartların uygunluğu belirler, o uygunluk da ne yazık ki doğada en kolay bulunan ama nedense hiçbirimizin sevmediği bir şeye doğrudan bağlıdır, zamana…
futbolcular : şimdi şöyle bir durum var; altıda altı yaparken “mustafa sarp ne de iyi bir takım oyuncusu, arada gol de atabiliyor, iyimiş bu ya”, işler kötü giderken “bedavadan aldığın oyuncu bu kadar olur, hay ben bu getirenin ta…” modundayız. sizce normal mi? yani adama her türlü hakareti edebiliyoruz. muhtemelen o da okuyordur o satıları. iyi gün kötü gün olayını geçtim dikkat ederseniz. normal diyenlerin şöyle bir şey hayal etmelerini rica ediyorum. stadyumda ya da ekran başındasınız, maç başlayacak. bizimkiler ellerinde bir pankartla orta sahaya doğru yürüyorlar. sonra pankartı kaldırıyorlar ve ardından stadyumda derin bir sessizlik, “desteklemeyen taraftar istemiyoruz”. şöyle bir şey de olabilir; maçın bir anında onbir kişi toplanıp mesela bir kale arkasına gidip hep bir ağızdan tribüne küfürle karışık bağırsalar. o sırada o tribünde olduğunuzu düşünün, bir grup insandan ağız dolusu küfür işitiyorsunuz. bizim yaptığımız da böyle bir şey. ha keza altyapı oyuncuları için de benzer tavırlar var. gelsin de oynasın, geleceğimiz kurtulsun dediğimiz adamı, "bunun önce vücut çalışması" deyip bir de üzerine ilk pas hatasında homurtular içinde bırakırsan kusura bakma ama ne anıl dilaver ne cumhur yılmaztürk ne de başkasından bir halt olmaz.
galatasaray taraftarı : en son söyleyeceğimi en baştan yazayım. “en büyük taraftar, futbolcular sahtekar” veya buna benzer taraftarın vefa, cefa özelliği üzerine kurulu diğer unsurları kötüleyen söylemleri yerin dibine soktuk bence. bu tür şeyler işler hakikaten kötü gittiğinde, geri dönülemez bir yola girildiğinde söylenir ama bir kere söylenir. onun da etkisi bayağı bir sürer. bayağıdan kastım birkaç seneden uzun bir zaman dilimi. ama her mağlubiyet sonrası dile getirilmesi artık bir anlam ifade etmemeye başladı. “şimdi söylenmeyecekse ne zaman söylenecek o zaman arkadaş” diyeniniz çıkacaktır elbette. zaten bu tür bir serzenişte bulunmayın demiyorum. bulunun ama öyle bir yerdeki söyleyin ki hakikaten bir tesiri olsun. tabir-i caizse ayağa düşürmeyelim bu tür şeyleri. çok fazla önyargı ile yaklaşıyoruz bazı şeylere.”rijkaard barca’yı şampiyon yaptı bizi de yapar”, “hadi canım hollanda’da küme düştü o”, “hagi’nin ne başarısı var ki bizde bir şey yapsın”, “lucescu zaten hep defans yapıyor”, “1-0’ı buldu mu tamam”. genelde bunlar ekseninde oluyor her şey. yok o bize layık, yok bu bizi temsil edemiyor, bu adamı florya’nın bekçisi yapmam tarzı şeyler. tamam iyi güzel de sen ne yaptın veya yapıyorsun? “para verdim, destekledim istediğimi, söylerim”ci arkadaşlara müşteri-taraftar farkının bir kez daha gözden geçirmelerini rica ediyorum. iyi günde, kötü günde, hastalıkta, sağlıkta… olayı var ya, biz hep iyi gün ve sağlık kısımlarında varız. kötü gün ve hastalık kısmında futbolcuyu, antrenörü, yöneticileri hep yalnız bırakıyoruz. o yalnızlıkta, yaptıkları her harekette de tepelerine biniyoruz. yani lazım olduğunda yanlarında yokuz ama bari karşılarında olmayalım… ufak bir yolculukla son veriyorum yorumuma…
bundan yaklaşık 25 sene evvel bir yola çıktı galatasaray. derwall’in çizdiği rotada ilerlemeye başladık. ilk iki sene şampiyonluk gelmedi, puan farkları, kırılma anları konumuz değil. üçüncü sene de bir şekilde üstlerdeydik. finale birkaç hafta kala rize deplasmanındaki yenilgi sonrası taraftar tesisleri bastı. derwall yenilgi sonrası istifasını vermişti zaten. taraftarları gördüğünde ise “zaten istifa ettim, ne istiyor bunlar benden?” diyerek şaşkınlığını gizleyememişti. şaka gibi ama o sezon şampiyon olduk. sonrasında derwall bir sezon da direktör olarak kaldı ve gitti. sonrasında bilinen şeyler, denizli ile başlayan kalli’ye uzanan bir yol. kalli ile bir yükseliş sonra yine terim’e kadar kah iyi kah kötü ama genellikle kötü bir süreç. sonrasında ise terim’in galatasaray’ı on sene önce çıkılan yolun sonuna geldi nihayet. bize yeni bir yol lazımdı. asfalta geçmek lazım toprak yoldan, belki de çift şeritli. o yolda gitti terim hiç çekinmeden, sonrasında lucescu da yadırgamadı. bastı basabildiği kadar. bu seferki öncekinden çabuk tüketildi. yenilemek lazımdı, çift katlı bir yol bile olabilirdi, diğerleri alttan gitsin, biz üst katta sol şeritten basalım gaza. ama yol yapıldıktan sonra marşa bastık araba çalışmadı. terim geldi olmadı çünkü bir alt kattaki otobanın ustasıydı hem şartlar daha farklıydı artık, gerets geldi, skibbe geldi, rijkaard geldi. şöyle bir iteklediler. hepsi biraz ötürdü ama olmadı. olmuyor kısacası artık. bütün bunları okumaktan sıkılan arkadaşların ızdırabına son vermek ya da fazla vakti olmayanların merakını gidermek için şunu söyleyebilirim ki; şu anda bizim için önemli olan isimler değil ne adnan polat, ne hagi ne terim ne de başkası. onlar gelir geçer. bize önce bir araba lazım. sürücüsünü falan sonra ayarlarız. beğenmedik, değiştiririz, manuelden otomatiğe geçeriz, jantlarını de değiştiririz istersek, hava yastıkları ile de donatırız arabayı.
kısacası bizim bir yapısal modelde karar kılıp ısrar etmemiz lazım. parçaları sonra ihtiyaca göre daha iyisiyle değiştiririz. kaç sene süreceği, şu anki duruma bakınca önemli değil çünkü biz zaten on senedir aynı yerdeyiz. bu duruma gelmemizde şahsen çok büyük payı (olumsuz anlamda) olduğuna inandığım galatasaray taraftarı, ne ironik ki çözümün de kaynağı aynı zamanda. yarım saatlik istifa sesiyle teknik direktör gönderebilecek gücü olduğunun farkında olur ama bu gücü mantığını kullanarak harcayabilirse biz artık buralarda isimleri değil kupaları konuşuruz.
yönetim (esasında başkanın ta kendisi) : hepimiz ekonomik atılımlarını destekledik ama hepimiz sportif atılımlarını/yatırımlarını desteklemedik, öyle değil mi? gerek teknik direktör gerekse futbolcu tercihleri hep değişik yorumlara maruz kaldı. olumlu bulan da oldu, “sen bizimle dalga mı geçiyon hemşerim” diyen de. başkanın hiçbir zaman dilinden düşürmediğinden dem vurduğumuz şey neydi hep? 2012 kriterleri… hani “hep bize mi çalışıyor bu kriterler” dediğimiz kriterler. tabi mali durumun seninki gibiyse hep sana çalışır ama konu bu değil. şöyle düşünelim: ailenin reisiyiz, iyi sayılmayacak bir gelirimiz var. hanım da çalışmıyor, tek tabancayız yani. ay sonunu zor getiriyoruz hatta getiremiyoruz. onun bunun kefaleti ile güç bela kredi falan almışız. bir de onun getirdiği kambur var. ama hayat devam ediyor. büyük oğlan arkadaşında gördüğü ayakkabıdan istiyor, kızın ise kabanı iyice eskimiş. kış da geldi… bir iki erteledik ama çocuk bu, durur mu? ne yapmak lazım? sorunun cevabını hayal gücünüze bırakıyorum… adnan polat’a gelirsek; 2012 yılı sadece uefa kriterleri için önemli olan bir yıl değil. hedef o tabi ama başka şeyler için de önemli. maya takvimini tenzih ediyorum. bir defa yeni stadın açılmasından yaklaşık bir yıl geçmiş olacak. bildiğiniz üzere bu tür organizasyonların yapısal olarak neye benzediği, kar/zarar durumları, eksikleri, kısacası hakkında yorum yapabilecek duruma gelmesi için minimum bir sene gerekir. şirket birleşmesinin ardından tam bir mali yıl geçmiş olacak. kar/zarar yapıları orjinal bir fikir ürünü olan (tamamiyle gelirlerden oluşan şirketin halka açık olması, giderlerin ise başka bir şirkete aktarılmış olması) iki şirketin birleşmesi her sene dağıttığımız uçuk kar paylarına da son verecek. yani önce bir cüzdanımıza çeki düzen veriyoruz. para akışı normale dönünce, ihtiyaçlarımızı karşılayacağız. ayakkabı mı, kaban mı, ne lazımsa artık. “yönetici versin cebinden kardeşim” diyen renktaşıma da saygı duymakla beraber asıl amacın zaten yöneticinin cebinden para vermesine gerek olacak bir yapı oluşturmak olduğunu da ekleyim. son olarak arena’nın açılışı var ki neresinden tutarsak elimizde kalıyor. başa dönelim, aile babasına. çocuğun okuluna gidiyor, veli toplantısına. öğretmenler sınıfın genel durumundan bahsediyor. sıra bizimkinin oğluna geliyor. öğretmen açıyor ağzını, yumuyor güzünü. ne haylazlığı kalıyor ne de tembelliği, bir önceki sene kanaat kullanmasam zor geçerdi diye de ekliyor. baba, olayın aslını biliyor. oğlunun mahallede fazla arkadaşı yok, çocukluğunu daha çok okulda arkadaşları ile yaşıyor. abartılacak bir yaramazlığı yok ama hoca işte “taktı mı takıyor”. bir şey dese iyice kinlenecek. yandan çaktırmadan okul müdürünü kesiyor, o da babaya dönmüş “bir dahaki vukuatında yakarım oğlunu” bakışını yüzüne yerleştirmiş. dersleri de düzelmişti aslında çocuğun. yan komşunun üniversite öğrencisi kızı ufak ufak ilgilenmeye başlamıştı. bir umut vardı kısacası, yutkunup dilinin ucuna kadar gelen şeyleri haykıramadan ayrılıyor toplantıdan. arena açılışında, tribündeki ya da televizyon başındaki herkes gibi ben de o mikrofonu toki başkanının ağzından içeri sokmasını istedim başkanın. ama yapamazdı… yapmamalıydı… konumu itibariyle uygun bir şey değildi. devleti, hükümeti, bürokrasiyi bir anlık sinir uğruna karşına alamazsın. inanın bana on beş sene sonra çoğumuz o konuşmayı hatırlamayacak ama hepimiz arena’ya bakıp iç geçirip dua edeceğiz emeği geçenlere. bunlardan biri de adnan polat olacak.
sportif direktör : adnan sezgin genel itibariyle; soğuk, ketum, beleşçi hatta şikeci olarak nitelendiriliyor kamuoyunda. başkan ile olan münasebet sebebi nedeniyle bahis açılacağı spekülasyon konusu neredeyse. bu adamın özgeçmişini burada dökmeye gerek yok, çoğunuz biliyorsunuzdur, bilmeyen de kolaylıkla bulabilir. futbolculuk, antrenörlük, yöneticilik hatta başkanlık tecrübesi olup yurt dışında kısa bir futbolculuk macerası da bulunan eğitim sahibi biri. spor yöneticiliğinin henüz emekleme aşamasında olan ülkemizde bu vasıflarda biri oldukça lükse kaçıyor. bu kadar uzun yöneticilik tecrübesi olan birinden faydalanmak gerekir. yok eğer istemiyorsan da, komisyoncu, şikeci, futboldan ne anlar gibi basit şeylerle yargılamamak lazım. unutulmalı ki; bu adamın bilmem kaç yıl hapis istemi ile yargılanması gündemde diye manşet yapanlar, kaç gün hapis yattığı konusunda herhangi bir açıklama yapmaya gerek duymadılar. kulübün ekonomik durumuna paralel olarak elindeki alternatiflerden yararlanmaya çalışıyor ancak beğendiğimiz adam gelince haldun üstünel’e, beğenmediğimiz adamı da adnan sezgin’e ihale etmek biraz kolaya kaçmak gibi geliyor.
teknik direktörler : en moda eleştiri de teknik direktör seçimlerinde görülüyor. skibbe sonrası bülent, rijkaard sonrası hagi gelir mi” muhabbeti. bunların bir plan çerçevesinde tercih edilmediği aşikar ancak bunu eleştirirken “x ile y yan yana oynamaz” seviyesine indirmemek lazım. günümüz futbolunda doğru tektir: rakipten fazla gol atmak. bu gol sayısı, takımının niteliğine göre değişiklik gösterir. bir de şöyle bir genelleme var ki nispeten süreye bağlı sporlarda daha geçerlidir: iyi hücum iyi savunma ile başlar. biraz önce belirttiğim “takım niteliği” biraz da buna bağlı. o iyi savunmayı rakip sahada yapabiliyorsanız barcelona oluyorsunuz, kendi sahanda daha iyi yapabiliyorsanız, duruma göre sıradan bir anadolu takımından inter’e kadar kategorize edilme şansınız var. şunu sormak istiyorum, hakikaten bir teknik direktörün “ya ben rakibi hep böyle kendi sahamda bekliyim de, bir kontradan golü çakar üzerine yatarım” diye oyun planı yaptığını düşünüyor musunuz? ciddi ciddi böyle bir şey size makul geliyor mu? yani sahadaki koşuşturmanın, oyuncu yapısı ya da onun da gerisinde mali yapı ile falan bir ilgisi olabileceği ihtimali yok mu? ya da tolunay kafkas bir devre arası transfer harekatı ile baltalıktan yerli mourinholuğa terfi edebiliyor mu? sanırım daha önce de yazdım. defansif oyun yapısı ile eleştirilen lucescu’nun takımları, türkiye’deki dört sezonunda da en iyi defansa sahip takımlardandı ama en golcü takımlar sıralamasında da hep üstlerdeydi iki şampiyonluğa ilaveten. başarıyı şartların uygunluğu belirler, o uygunluk da ne yazık ki doğada en kolay bulunan ama nedense hiçbirimizin sevmediği bir şeye doğrudan bağlıdır, zamana…
futbolcular : şimdi şöyle bir durum var; altıda altı yaparken “mustafa sarp ne de iyi bir takım oyuncusu, arada gol de atabiliyor, iyimiş bu ya”, işler kötü giderken “bedavadan aldığın oyuncu bu kadar olur, hay ben bu getirenin ta…” modundayız. sizce normal mi? yani adama her türlü hakareti edebiliyoruz. muhtemelen o da okuyordur o satıları. iyi gün kötü gün olayını geçtim dikkat ederseniz. normal diyenlerin şöyle bir şey hayal etmelerini rica ediyorum. stadyumda ya da ekran başındasınız, maç başlayacak. bizimkiler ellerinde bir pankartla orta sahaya doğru yürüyorlar. sonra pankartı kaldırıyorlar ve ardından stadyumda derin bir sessizlik, “desteklemeyen taraftar istemiyoruz”. şöyle bir şey de olabilir; maçın bir anında onbir kişi toplanıp mesela bir kale arkasına gidip hep bir ağızdan tribüne küfürle karışık bağırsalar. o sırada o tribünde olduğunuzu düşünün, bir grup insandan ağız dolusu küfür işitiyorsunuz. bizim yaptığımız da böyle bir şey. ha keza altyapı oyuncuları için de benzer tavırlar var. gelsin de oynasın, geleceğimiz kurtulsun dediğimiz adamı, "bunun önce vücut çalışması" deyip bir de üzerine ilk pas hatasında homurtular içinde bırakırsan kusura bakma ama ne anıl dilaver ne cumhur yılmaztürk ne de başkasından bir halt olmaz.
galatasaray taraftarı : en son söyleyeceğimi en baştan yazayım. “en büyük taraftar, futbolcular sahtekar” veya buna benzer taraftarın vefa, cefa özelliği üzerine kurulu diğer unsurları kötüleyen söylemleri yerin dibine soktuk bence. bu tür şeyler işler hakikaten kötü gittiğinde, geri dönülemez bir yola girildiğinde söylenir ama bir kere söylenir. onun da etkisi bayağı bir sürer. bayağıdan kastım birkaç seneden uzun bir zaman dilimi. ama her mağlubiyet sonrası dile getirilmesi artık bir anlam ifade etmemeye başladı. “şimdi söylenmeyecekse ne zaman söylenecek o zaman arkadaş” diyeniniz çıkacaktır elbette. zaten bu tür bir serzenişte bulunmayın demiyorum. bulunun ama öyle bir yerdeki söyleyin ki hakikaten bir tesiri olsun. tabir-i caizse ayağa düşürmeyelim bu tür şeyleri. çok fazla önyargı ile yaklaşıyoruz bazı şeylere.”rijkaard barca’yı şampiyon yaptı bizi de yapar”, “hadi canım hollanda’da küme düştü o”, “hagi’nin ne başarısı var ki bizde bir şey yapsın”, “lucescu zaten hep defans yapıyor”, “1-0’ı buldu mu tamam”. genelde bunlar ekseninde oluyor her şey. yok o bize layık, yok bu bizi temsil edemiyor, bu adamı florya’nın bekçisi yapmam tarzı şeyler. tamam iyi güzel de sen ne yaptın veya yapıyorsun? “para verdim, destekledim istediğimi, söylerim”ci arkadaşlara müşteri-taraftar farkının bir kez daha gözden geçirmelerini rica ediyorum. iyi günde, kötü günde, hastalıkta, sağlıkta… olayı var ya, biz hep iyi gün ve sağlık kısımlarında varız. kötü gün ve hastalık kısmında futbolcuyu, antrenörü, yöneticileri hep yalnız bırakıyoruz. o yalnızlıkta, yaptıkları her harekette de tepelerine biniyoruz. yani lazım olduğunda yanlarında yokuz ama bari karşılarında olmayalım… ufak bir yolculukla son veriyorum yorumuma…
bundan yaklaşık 25 sene evvel bir yola çıktı galatasaray. derwall’in çizdiği rotada ilerlemeye başladık. ilk iki sene şampiyonluk gelmedi, puan farkları, kırılma anları konumuz değil. üçüncü sene de bir şekilde üstlerdeydik. finale birkaç hafta kala rize deplasmanındaki yenilgi sonrası taraftar tesisleri bastı. derwall yenilgi sonrası istifasını vermişti zaten. taraftarları gördüğünde ise “zaten istifa ettim, ne istiyor bunlar benden?” diyerek şaşkınlığını gizleyememişti. şaka gibi ama o sezon şampiyon olduk. sonrasında derwall bir sezon da direktör olarak kaldı ve gitti. sonrasında bilinen şeyler, denizli ile başlayan kalli’ye uzanan bir yol. kalli ile bir yükseliş sonra yine terim’e kadar kah iyi kah kötü ama genellikle kötü bir süreç. sonrasında ise terim’in galatasaray’ı on sene önce çıkılan yolun sonuna geldi nihayet. bize yeni bir yol lazımdı. asfalta geçmek lazım toprak yoldan, belki de çift şeritli. o yolda gitti terim hiç çekinmeden, sonrasında lucescu da yadırgamadı. bastı basabildiği kadar. bu seferki öncekinden çabuk tüketildi. yenilemek lazımdı, çift katlı bir yol bile olabilirdi, diğerleri alttan gitsin, biz üst katta sol şeritten basalım gaza. ama yol yapıldıktan sonra marşa bastık araba çalışmadı. terim geldi olmadı çünkü bir alt kattaki otobanın ustasıydı hem şartlar daha farklıydı artık, gerets geldi, skibbe geldi, rijkaard geldi. şöyle bir iteklediler. hepsi biraz ötürdü ama olmadı. olmuyor kısacası artık. bütün bunları okumaktan sıkılan arkadaşların ızdırabına son vermek ya da fazla vakti olmayanların merakını gidermek için şunu söyleyebilirim ki; şu anda bizim için önemli olan isimler değil ne adnan polat, ne hagi ne terim ne de başkası. onlar gelir geçer. bize önce bir araba lazım. sürücüsünü falan sonra ayarlarız. beğenmedik, değiştiririz, manuelden otomatiğe geçeriz, jantlarını de değiştiririz istersek, hava yastıkları ile de donatırız arabayı.
kısacası bizim bir yapısal modelde karar kılıp ısrar etmemiz lazım. parçaları sonra ihtiyaca göre daha iyisiyle değiştiririz. kaç sene süreceği, şu anki duruma bakınca önemli değil çünkü biz zaten on senedir aynı yerdeyiz. bu duruma gelmemizde şahsen çok büyük payı (olumsuz anlamda) olduğuna inandığım galatasaray taraftarı, ne ironik ki çözümün de kaynağı aynı zamanda. yarım saatlik istifa sesiyle teknik direktör gönderebilecek gücü olduğunun farkında olur ama bu gücü mantığını kullanarak harcayabilirse biz artık buralarda isimleri değil kupaları konuşuruz.