dün akşam hayatımda büyük bir hüsran yaşadım. her büyük hüsranımda olduğu gibi galatasaray'a sarılıp açtım gözlerimi dolduracak maç videolarını, gittiğim tribün fotoğraflarıma baktım, marşları dinleyip eşlik ettim. gece çok saçma hareketler yaptım. bugün sağlığım çok kötüydü. şehir dışında olduğum için bu maça gidemeyecek olmamın da üzüntüsü çok büyüktü, içim içimi yemişti. allahtan
26 ocak 2012 galatasaray olympiakos basketbol maçı'na gitmiştim, bu iki maçı da kaçırsaydım yıllar sonra ağlardım heralde üzüntüden.
sabah kalktım, işe gittim. midem ağzımdaydı. kolumda serumla işe devam ettim. bunu becerebilmemin tek sebebi, bu maçın oynanacak olmasıydı. kafamda sürekli bu maçı oynuyordum. tribünleri hayal edip bir yandan heyecanlanıyordum. 9/6 tansiyonla, elinde serum torbasıyla, bir önceki gecenin hüsranıyla güne devam etmek fiziksel anlamda gittikçe zorlanırken, mental anlamda maç saatinin yaklaşmasından dolayı iyileşiyordum sanki. ne yiyip içmem gerektiği, ne ilaç kullanmam gerektiğiyle ilgili sürekli tavsiyeler alıyordum çevreden. bense kendime tek bir şey söylüyordum. "akşam yeneriz, ben de iyileşirim." açık söyleyeyim, ne kimseyle konuştum, ne de internette gezindim maçtan önce. bu maçta galibiyete inanmayan en ufak bir yorum okumaya, laf duymaya tahammülüm yoktu. ne kimseye laf yetiştirecek beden sağlığım vardı, ne de birisine rasyonel!?! düşünceleri yüzünden küfredip başıma yeni arkadaşlık-akrabalık ilişki sorunu açacak ruh sağlığım.
eve geldim. mideme sabahtan beri bir şey girmemişti. yemem gerekiyordu iyileşmek için. ama olmuyordu. aşırı bir bulantı vardı. yatağa yattım. yalnız yaşamanın bu sefer zor kısmıyla kafamı yorarken, baş ucumda sabah uğur getirsin diye astığım parçalıyı gördüm. uzanıp almak bile zor geliyordu. yakasından tuttum iki parmağımla, kendime doğru çektim ve üzerime giydim. saate baktığımda 17:45'ti. aklıma 20:45 bestesi geldi. ne zaman saatleeeer, 20:45 olsaaa… birkaç kere söyledikten sonra kendime güldüm. biraz içim geçmiş. gözümü açtığımda saat 18:13'tü. üşümüştüm. yorganın altına girdim.
şampiyonluk şarkısı düşmesin dillerden'i söylemeye başladım bu kez. 4 ya da 5'inci tekrarda yine uyumuşum. bu tarz döngülerle saati ancak 19:35'e getirebildim. kumanda uzaktaydı. 5 dakika bakıştık, baktım ne o geliyor ne de birine getirtebiliyorum. kalkıp gittim kumandaya, açtım televizyonu. ayağa kalkınca tansiyon yine yerle bir oldu, yatağa attım kendimi.
maç öncesi yorumlar, ihtimaller, klişe ama bizleri heyecanlandırmaya yeten sözler.
gereken 4 numara katkısı,
lakovic'in sorumluluk alması gibi. ve furkan'ın röportajda
nenad kristic insansa ben de insanım demesi. işte o an başlayan gözlerde yaşarma. zaten üflesen ağlayacağım, furkan tetiği çekmiş oldu o sözüyle. sonrasında tribünlerin desibel rekoru çalışması, o gürültüde murat kosova'nın sesini duyurmak için yırtınması. yanaklarımın ıslaklığı geçmiyordu. mağlubiyete dair hiç bir düşünce yoktu aklımda, salondaki tüm taraftar gibi. sadece sürekli dua ederek bekliyordum. 12000 kişiden tek farkım da buydu.
taraftar demişken.
ultraslanla ilgili daha önce burada hiç yorum yapmadım. herkesin görüşüne de saygılıyım. birkaç kez reis dedikleri kişilerle karşı karşıya gelmişliğim de vardır, dayak yemişliğim de. çok sevgi beslemem kendilerine ama ua kapşonlumu çok severim, karakterleriyle ilgili güzel şeyler söyleyemeyecek olsam da varlıklarının şu an o tribünün o şekilde olma sebebi olduğunu bilirim. bir top 16 maçının
* son periyodunu seyircisiz oynayan takımın taraftarına bakınca şu görüntü beni uzaklara götürür. küçüklüğümden beri tribünlerde hatrı sayılır vakit geçirmiş birisi olarak söyleyebilirim ki; hem slaukas'ın üçlüğünden sonra
* hem de bugün fark cska lehine 10 sayıya çıktıktan sonra, bırakın onca insanı bağırtmayı, insanın boğazına düğümlenen o şey, ne ses çıkarmaya ne de nefes almaya izin vermezken, bu insanların çağrılarıyla tribün ayaklanıyor ve takım buralara geliyor. kısacası ultraslana gerek tribün şovu, gerekse inancı yüzünden en azından basketbol takımı büyük teşekkür borçludur. ayrıca, şöyle de bir şey var ki;
euroleague gözlemcilerinin kayıt aldığı bu tribünleri bir gün
euroleague intro video'sunda görecek olunca gözleri dolarken, veya bugünkü veya başka bir maçtaki süper tribün şovuna ait masaüstü arkaplan resimlerini telefon veya bilgisayarında gurur duyarak taşırken ultraslan'a laf geçirmek ne kadar etik, tartışılır.
maç başladı. her şey güzel. inanılmaz savunma. shipp ve gordon yine insanüstü oynuyor, andric benim izlediğim en iyi 3 performansından birini çıkarıyor, göksenin'in çok kritik 3'lüğü atarken eli titremiyor, lakovic'e iş düşmüyor, cevher çemberi görmeyen açıdan son saniyelerde sokuyor, ender alakasız yerden 3'lüğü yolluyor, shipp haftanın en güzel hareketlerinden birine imza atıyor vs...
maçın sonunda hakem inanılmaz kararlara imza atarken murat kosova italyan ipi çekti diye bağırıyor. bense biliyorum ki teodosic kaçıracak o faullerden en az birini. shipp son 2 faulu atarken telefonun ucunda sabahtan beri bana ulaşmaya çalışan arkadaşımın telefonunu bu kez açtığımda ikimiz de ağlıyoruz. iki faul de girince bir süre ağlama sesleri duyuluyor ikimiz tarafından. sonra konuşamadığımız için kapatıyoruz telefonu. ayağa kalkıyorum. başım dönüyor. galibiyet önemli miydi? asla. ama o an galatasaraylı olduğumu hissetmek o kadar inanılmaz bir duygu ki... bir şey söylemem, yazmam, o duyguyu anlatmaya çalışmam çok anlamsız olur. bu hissi bilirsiniz.
işte bu hisler içindeyken bana bir gün önce hüsranı yaşatan malum şahsı arayıp şunları söyleyebilmeyi çok isterdim:
"dün ben o haldeyken elimi tutuyor olsan bugün böyle olmazdım belki. bugün böyle olduğumda yanımda olsaydın, bir kap çorba yapsaydın, iyileşebilirdim. ama gördüğün gibi, beni senden daha sağlam iyileştirecek bir sevdam var. galatasaray'ım var, o bana yeter.
bize her sevdadan geriye kalan sadece galatasaray."
edit:imla