• 115
    her sabah 6 gibi kalkardım çocukluğumun yaz aylarında. bir şeyler yer ve topumu alıp sokağa çıkardım. sabahın 7’sinde sokakta bir top sesi… duvarlara vuruyor. herkes alışmış sokakta, artık tepki gösteren yok. biliyorlar ki bağırmak, çağırmak nafile! o top oynanır. duvar belli, top belli, çocuk belli… duvarla paslaşıyordum. babamın dediği gibi duvarı karşıma alıyorum, ‘’bir sağ bir sol… bir sağ bir sol… iki kere sağ yok!’’. aynen öyle yapıyorum. iki kere sağ yok! bunları yaparken duvara yaklaşıp, uzaklaşıyorum. her sabah aynı ses, her sabah ‘’bir sağ bir sol…’’

    saat ilerledikçe arkadaşlar gelmeye başlardı. zaten çoğu top sesine uyanırdı. iki kişi olduğumuzda kaleleri kurup tek vuruş oynardık. üçüncü geldiğinde alternatifler artar, ‘’tek kale maç’’, ‘’dokuz aylık’’, ‘’alman kale’’ gibi seçeneklerimiz olurdu. ''dördüncü'' ilerleyen yaşlarda ‘’okey’’ için kullanılan bir terim olsa da, bizim için ‘’minyatür kale maç’’ demekti. sayı arttıkça alternatiflerimiz de aynı orantıda artardı. sokağın üst tarafı da sayı olarak tamamlandığında, bizden onlara ya da onlardan bize bir elçi mahalle maçı talebi bildirilirdi. hiçbir zaman bu talep ‘’ret’’ ile cevaplanmamıştır. oynardık…

    ‘’7 devre, 15’te biter. ..’’

    kıran kırana geçen maçlarımız olurdu. ne camdan çağıran anneler duyulurdu, ne de arkadan korna çalan arabalar… kavgaya ramak kalan anlar vardı. bazen kavgalar… bir de sokağın üst tarafında halı yıkayan teyze olurdu. onun halısının pis, boyalı, açık deterjan kokan suyu sokağın bizim olduğumuz kısmına ulaştığında, üstümüze de ulaşmış demekti. topla beraber o suya savrulan ayaklar, size ya da karşınızdakine serin ve bir o kadar pis bir an yaşatırdı. ama umursanmazdı. ‘’7‘’ olurdu sonra. yani devre gelirdi. devre olmasına rağmen depara kalkardı oynayan herkes aniden. istikamet cami! yani caminin çeşmesi… çeşmeye önce giden, önce içerdi ‘’bal gibi kuyu suyu’’ndan… kafalar çeşmenin altına sokulurdu. maça geri dönerdik. kaldığı yerden, heyecan ve hırsla devam eder, 15. gole ilk ulaşan taraf olmak için çabalardık. kazanan olursak, omuz omuza verip zıplardık, sevinirdik. gazozu hak ettiğimizi düşünüp evden para ister, gazoz içerdik. kaybeden olursak, akan tertemiz terimize biraz üzülür, birbirimizi eleştirir, bazen tartışırdık. ama biz, tertemiz terimize üzülürken, hiçbir zaman karşımızdaki arkadaşlarımızın, bizden daha az hak ederek kazandığını düşünmedik. en az bizim kadar temiz mücadeleleri ile, tertemiz terlerini akıtıp kazandıklarını bilirdik…

    maçlar ve diğer oyunlar yatsı ezanına kadar sürerdi. günün sonunda üzerimizde sadece günün yorgunluğu değil; toz, toprak ve teyzemizin halısının sebebiyet verdiği kirler olurdu. kışın durum daha vahimdi tabi. çamurlar yapışırdı ayaklarımıza, üstümüze. rezil bir vaziyette eve giderdik. annemizin kapıda ilk gördüğü andaki tepkisi hep aynıydı ‘’şunun haline bak yaaa, çabuk banyoya çabuk’’. lakin ertesi gün tertemiz olurdu kıyafetlerimiz, çünkü çok basit lekelerdi. tertemiz terimizi akıtarak oynadığımız, tertemiz futbolumuzun, masum kirleriydi onlar.

    şimdi bakıyorum da yaşananlara, görünen ya da saklanmaya çalışılan pisliklere, kirletilen futbola, tutkun olduğum spora... ''yazık'' diyorum. lanet olsun paranın düzenine. bunun adı endüstriyel futbolsa, lanet olsun ona da. ben futbolu, bugünkü çıkmaz, arınılmaz lekeleriyle değil, bir yıkamada çıkan kirleriyle hatırlayacağım. ben futbolu, rakibimin akıttığı terin de benimki kadar temiz olduğuna inandığım spor olarak hatırlayacağım.

    yaşasın çamurlu ayakların, tertemiz futbolu!
    yaşasın sahibi çocuklar olan, çocukluğun masum sporu!
App Store'dan indirin Google Play'den alın