365
o gün yaş olarak kemale ermiş olanlar ve henüz bir şeyleri idrak edemeyecek yaşta olanların dışında, ergenliğe yeni adım atanlar için çok başka bir gündür. hayatın akışının değiştiğinin resmi, kanıtı olan gün.
bizim bir üst nesil 14 senelik dönemi, xamax zaferini, eskişehir maçını falan bilirler. heyecanlı bekleyiş. ağlayarak dua etmeler... bizim bir alt nesil de o gün ne olup bittiğini çok daha sonra idrak edeceklerinden habersiz, büyüklerinin sevincine katılıp yatmışlardır o gece. fakat içlerinde benim de olduğum bir nesil var ki, o gecenin karakterimizin şekillenmesinde çok büyük payı var. insan neleri öğreniyor o yaşta...
sokakta top oynarken kaleye geçince stauce, taffarel olmasına izin verilmeyecek yaşta olan bir velet vardı. takımın en büyüğü, tabi keyfi olur da geçerse, taffarel olduğu için ona volkan kilimci, nezihi* ali boloğlu, küçük mehmet ya da kerem inan kalırdı ona. iki gol yiyip tekrar oyuna geçince bir anda bülent korkmaz, reinhard stumpf, roger ljung, en fazla okan buruk olurdu. tugay kerimoğlu olursa artık evde yemek yerken masada oturuşu, evden sokağa çağırılış şekli değişirdi. yırtık ayakkabılarıyla topu iki tane taşın arasından geçirdiğinde yaşadığı sevinç o küçücük gururunu okşasa da, kalede olmak onu hep daha mutlu ettiği için kalecilik hayatının hatrı sayılır kısmını kaplayacaktı.
bir galatasaray fenerbahçe maçı sonrasında okulda girdiği tartışma sonrasında ağzının bozulan ayarını ders çıkışı 4 fenerbahçeliden yediği temiz sopa bile düzeltememişti o veletin. daha önce fenerbahçe mahubiyeti sonrası gururdan veya sinirden ağlamayı öğrenmiş olan bacaksız, o gün ağrıdan ağlamayı da öğrenmişti, her ne kadar aklında ertesi gün kimseye söyleyemediği kızın onu görmemesi için ne yapabileceği geçse de.
çevrede fazlaca olan fenerbahçeli akrabalar ve insanlarla sürekli tartışmaktan geri kalmayan senin bücür, seneler 2000'e yaklaştıkça rakiplerdeki çaresizliği ve galatasaray'ın büyüklüğünü kabullenmeyi gördükçe bu tarz kavgaların gereksizliğini farketmişti. idrak etmişti ki, galatasaray'ın amacı bizden olmayanları yenmek. galatasaraylı dolayısıyla; rasyonel, hedefleri olan, erdemli, dürüst, saygın ve saygılı olmalıydı.
...
ve o sene geliyor. 2000. kalecilik için boyu kısa olan evlat, günde çift idman basketbol oynuyor, liselere giriş sınavı senesi olduğundan; ailesi "bu çocuk okumaz" diyerek eyvahlarda ve onu yatılı bir liseye sokma derdinde, galatasaray ise, teker teker geçiyor turları. inanılır gibi değil. çünkü kışın sonlarından itibaren oynanan maçlardan sonra mahallenin büyükleri öyle diyordu: "mümkün değil bir turu daha geçmemiz." fakat galatasaray, o yıl; bize 90'lı yılların başında oynadığımız ve yaşımızdan dolayı ikinci yarısında uyuyakaldığımız göteborg, barcelona gibi maçlardan önce söylenen "yenilirsek normal" fikrini yıkıyordu adeta. mahallenin abilerinden değil, inanmaktan yana olmaya zorluyordu galatasaray, o çocuk gibi nicelerini. vazgeçmemeyi, süngüyü düşürmemeyi, inanmayı öğretiyordu. kolay değildi bu öğrenme. zira, ali sami yen'de 2-0 yendiğimiz leeds united maçından sonra, deplasmanda hagi'nin 'soğuk duş'undan, hatta 'kralın imzası'ndan sonra bile tedirgin oluyordu insan. son düdükten önce finale dair bir düşünce gelmiyordu insanın aklına.
17 mayıs 2000... finalin haklı gururu var. fakat kupanın yanından yürüyerek sahaya çıkmışken, bu gurur galatasaraylı'ya yetmezdi. yetmemeliydi. aynı velet bunu haykırıyor kendine ve çevresine. "yenilirsek normal değil." diyor. işte o gün, yenilirse üzüleceğini farkediyor. muazzam bir değişim. amaçlar, hedefler, üzüntüler değişmiş, kavgaların teması ve tavrı değişmiş. bu tavrı o yaşta yakalamak insanın geri kalan hayatında olaylara bakışını, ders çıkarma şeklini, amaç oluşturmayı öyle değiştiriyor ki.
maç... direkten dönen toplar, altı pastan kaçan goller, gol sanılan pozisyonlar, kırmızı kartlar, gençlik marşı... ilkokulda para karşılığı öğretilen sureleri, ilk kez sözlü notu veya başka bir çıkar olmadan okuyordu, gözleri çakmak çakmak. o 120 dakikanın nasıl geçtiğini hatırlamıyor tam olarak. fakat popescu'nun penaltısı sonrasında; daha önce gururdan, sinirden ve fiziksel ağrıdan ağlamayı bilen sübyan, o sefer sevinçten ağlamayı öğreniyor. inandığının karşılığını alabilmek için ne yapması gerektiğini; asıl amacına doğru giderken yanlışa sapmamak için hangi şeyleri önemsememeli, nelerden feragat edebilmeli; yükselmeye inanırken, onu bacağından tutup aşağı çeken etkenlere fırsat vermemesi gerektiğini; çalışmadan dua etmenin samimi olmadığını farkediyor. galatasaray bir ders gibi işliyor bunları.
korkunç bir şey!
iyi ki sen varsın galatasaray. var ol...
bizim bir üst nesil 14 senelik dönemi, xamax zaferini, eskişehir maçını falan bilirler. heyecanlı bekleyiş. ağlayarak dua etmeler... bizim bir alt nesil de o gün ne olup bittiğini çok daha sonra idrak edeceklerinden habersiz, büyüklerinin sevincine katılıp yatmışlardır o gece. fakat içlerinde benim de olduğum bir nesil var ki, o gecenin karakterimizin şekillenmesinde çok büyük payı var. insan neleri öğreniyor o yaşta...
sokakta top oynarken kaleye geçince stauce, taffarel olmasına izin verilmeyecek yaşta olan bir velet vardı. takımın en büyüğü, tabi keyfi olur da geçerse, taffarel olduğu için ona volkan kilimci, nezihi* ali boloğlu, küçük mehmet ya da kerem inan kalırdı ona. iki gol yiyip tekrar oyuna geçince bir anda bülent korkmaz, reinhard stumpf, roger ljung, en fazla okan buruk olurdu. tugay kerimoğlu olursa artık evde yemek yerken masada oturuşu, evden sokağa çağırılış şekli değişirdi. yırtık ayakkabılarıyla topu iki tane taşın arasından geçirdiğinde yaşadığı sevinç o küçücük gururunu okşasa da, kalede olmak onu hep daha mutlu ettiği için kalecilik hayatının hatrı sayılır kısmını kaplayacaktı.
bir galatasaray fenerbahçe maçı sonrasında okulda girdiği tartışma sonrasında ağzının bozulan ayarını ders çıkışı 4 fenerbahçeliden yediği temiz sopa bile düzeltememişti o veletin. daha önce fenerbahçe mahubiyeti sonrası gururdan veya sinirden ağlamayı öğrenmiş olan bacaksız, o gün ağrıdan ağlamayı da öğrenmişti, her ne kadar aklında ertesi gün kimseye söyleyemediği kızın onu görmemesi için ne yapabileceği geçse de.
çevrede fazlaca olan fenerbahçeli akrabalar ve insanlarla sürekli tartışmaktan geri kalmayan senin bücür, seneler 2000'e yaklaştıkça rakiplerdeki çaresizliği ve galatasaray'ın büyüklüğünü kabullenmeyi gördükçe bu tarz kavgaların gereksizliğini farketmişti. idrak etmişti ki, galatasaray'ın amacı bizden olmayanları yenmek. galatasaraylı dolayısıyla; rasyonel, hedefleri olan, erdemli, dürüst, saygın ve saygılı olmalıydı.
...
ve o sene geliyor. 2000. kalecilik için boyu kısa olan evlat, günde çift idman basketbol oynuyor, liselere giriş sınavı senesi olduğundan; ailesi "bu çocuk okumaz" diyerek eyvahlarda ve onu yatılı bir liseye sokma derdinde, galatasaray ise, teker teker geçiyor turları. inanılır gibi değil. çünkü kışın sonlarından itibaren oynanan maçlardan sonra mahallenin büyükleri öyle diyordu: "mümkün değil bir turu daha geçmemiz." fakat galatasaray, o yıl; bize 90'lı yılların başında oynadığımız ve yaşımızdan dolayı ikinci yarısında uyuyakaldığımız göteborg, barcelona gibi maçlardan önce söylenen "yenilirsek normal" fikrini yıkıyordu adeta. mahallenin abilerinden değil, inanmaktan yana olmaya zorluyordu galatasaray, o çocuk gibi nicelerini. vazgeçmemeyi, süngüyü düşürmemeyi, inanmayı öğretiyordu. kolay değildi bu öğrenme. zira, ali sami yen'de 2-0 yendiğimiz leeds united maçından sonra, deplasmanda hagi'nin 'soğuk duş'undan, hatta 'kralın imzası'ndan sonra bile tedirgin oluyordu insan. son düdükten önce finale dair bir düşünce gelmiyordu insanın aklına.
17 mayıs 2000... finalin haklı gururu var. fakat kupanın yanından yürüyerek sahaya çıkmışken, bu gurur galatasaraylı'ya yetmezdi. yetmemeliydi. aynı velet bunu haykırıyor kendine ve çevresine. "yenilirsek normal değil." diyor. işte o gün, yenilirse üzüleceğini farkediyor. muazzam bir değişim. amaçlar, hedefler, üzüntüler değişmiş, kavgaların teması ve tavrı değişmiş. bu tavrı o yaşta yakalamak insanın geri kalan hayatında olaylara bakışını, ders çıkarma şeklini, amaç oluşturmayı öyle değiştiriyor ki.
maç... direkten dönen toplar, altı pastan kaçan goller, gol sanılan pozisyonlar, kırmızı kartlar, gençlik marşı... ilkokulda para karşılığı öğretilen sureleri, ilk kez sözlü notu veya başka bir çıkar olmadan okuyordu, gözleri çakmak çakmak. o 120 dakikanın nasıl geçtiğini hatırlamıyor tam olarak. fakat popescu'nun penaltısı sonrasında; daha önce gururdan, sinirden ve fiziksel ağrıdan ağlamayı bilen sübyan, o sefer sevinçten ağlamayı öğreniyor. inandığının karşılığını alabilmek için ne yapması gerektiğini; asıl amacına doğru giderken yanlışa sapmamak için hangi şeyleri önemsememeli, nelerden feragat edebilmeli; yükselmeye inanırken, onu bacağından tutup aşağı çeken etkenlere fırsat vermemesi gerektiğini; çalışmadan dua etmenin samimi olmadığını farkediyor. galatasaray bir ders gibi işliyor bunları.
korkunç bir şey!
iyi ki sen varsın galatasaray. var ol...